Soumi’den Zambaklar Ülkesine

Geçenlerde evde avare avare mekânlar arası mekik dokuma faaliyeti yaparken birkaç gündür ortalarda gezinen (Eşyanın gezinme âdeti sadece Türkçe’de vardır!)kitabı elime alarak, kapağındaki zambak resmine dikkatlice bakma durumunda kaldım.(Resimlere bakmayı pek severiz!) Dikkatimi biraz daha celbeden diğer husus ise, kitabın zambak yayınlarından çıkmış olması idi. Zambak yayınlarından, “Beyaz Zambaklar Ülkesi”. Hoşuma gitti doğrusu. Avareliğe son verir ümidiyle okumağa başladım. Yazarın ve kitabı orijinalinden tercüme eden D.Bojkov’un ilginç hayatlarını öğrenmem, kitabın daha bir okunur olmasını sağladı.
Kitabın sayfalarını bir bir çevirdikçe anlatılanlara hayranlıkla ve biraz da kıskançlıkla zihnimi ve kalbimi veriyordum. Bu kıskançlığım ahlakî ilerlemeler bölümünde gıptaya dönüşmüştü. Ancak okuma eylemini bitirdiğimde hâsıla olarak kafa karışıklığı karşımda duruyordu. Kafam karışmıştı çünkü, bizi önlerde tutacak malzemeler bizde iken, neden hala Allah ve Rasulünün gösterdiği hedeflere ulaşamıyoruz. Kafam karışmıştı. Çünkü nimetler deryasında yüzdüğümüz halde, idealimizden bir türlü hayata aktaramadığımız bir takım güzellikleri nasıl olur da bir küçücük toplum, nimetlerin yokluğuna rağmen elde edebilirdi.
Kitaba dönelim ve bundan sonrasına, hemşehrim sevgili Selçuk ÖZDOĞAN’ın affına binaen devam edelim.
Kafa karışıklığıma neden olan kitabın yazarı, Grıgory Petrov, 20. Asrın başlarında Finlandiya’da uzun süre kalır. Yazdıkları onun gezi-gözlem ve incelemelerinden meydana gelmektedir. Bu süre içerisinde şahit olduğu toplumun tarihini öğrenip, kültürüne ve hayat mücadelesine iyice vakıf olur. Petrov, yaşadığı zaman biriminde kendi memleketi Rusya’nın içinde bulunduğu geri kalmışlığın tesiri ile Fin kültürünün sonradan sonraya hayranlık uyandıran gelişimini ve düşünce sürecini edebi bir dille aktarmamanın insanî bir cürüm olacağına karar verir. Böylece “Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı meşhur kitabı doğmuş olur.
Yüzlerce yıl Rusya’nın ya da İsveç’in hegemonyasında kalmış olan Finlandiyalılar, kendi ülkelerine “Suomi” (Bataklık) derlerdi. Bunun nedeni, ülkenin yılın her mevsiminde sert bir iklime sahip olması, ekilecek arazilerin olmaması, arazinin yarısının sarp kayalıklardan oluşması geri kalanının ise bataklıklardan meydana gelmesi idi.
Finlilerin geçmişi, kültür ve medeniyet açısından zengin değildir. Tarihlerine hâkim olan tek unsur esarettir denilebilir. Bu sebeple büyük düşünürler, yazarlar, sanatçılar ve önderler yetiştirememişlerdir. Hatta hatta neredeyse her milletin sahip olduğu masal kahramanları bile olmamıştır. Finlandiyalıların hepsi birbirlerinin seviyesini aşmamaya azami gayret sarf eden sıradan insanlardı sanki. Bir takım değerler üretebilecek zekâlar asırlarca bu toplumun içerisinden zuhur etmemişti. Yazarımızın ifadesi ile “19.yüzyılın ilk kırklı yıllarına kadar Fin kültürü, havasız bir mahzende yetişen bir bitki gibi solgun ve zayıftır. O dönemde Finler, basit okuma-yazma dışında başka hiçbir şey bilmiyorlardı.”
Grıgory PETROV Finlandiya halkının hali pür melalini anlatmadan önce toplumları ulvîleştirebilecek unsurlar üzerinde durmayı ihmal etmemiştir. Milletlerin tarihini kimler şekillendirir? Birinci cevap: Milletleri kahramanları, liderleri ve sanatçıları şekillendirir. Bu görüşü Doğulu ve Batılı birçok düşünür ve teorisyen savunmuştur. Bu bağlamda Sezar, Napolyon, Büyük Petro, Sokrates ve Hz. Muhammed- sallallahu aleyhi ve sellem- gibi sanatkârların toplumlarına şekil veren önderler olduğundan bahsetmiş ve onların yaptıkları devrimleri örnek olarak sunmuştur. Toplumların kendi iniş ve çıkışlar ile kendilerini yüceltebileceklerini savunan Lev Tolstoy’un görüşü sorunun ikinci cevabını oluşturmuştur. Yazarımıza göre Lev Tolstoy’un, her millet kendi kendini yüceltebilir iddiasına Fin halkı güzel bir örnek olmuştur.
Bu arada ifade etmeliyim ki, bendeniz fakiri şaşırtan noktalardan birisi de bu düşünce olmuştur. Önderleri, fikir babaları yada liderleri olmadan öne çıkarak, maddî ya da manevî ilerleme kesbetmiş bir millet zihnimizde yer etmemiş. Ayrıca önderlerin öncülüğünde ulvîleşme çabaları işlerimizi kolaylaştıracağından, bu fikir daha çok hoşumuza gidiyordu belki. Milletlerin kendi kendilerine ilerleyebileceği gerçeği, liderler ya da düşünürler öncülüğünde ulvîleşme fikrinin bütün olumlu yönleri yanında biraz zihni tembelliğe neden olduğunu da öğretmiş olmaktadır.
Evet, anlatılanlara göre ortada hakiki bir devrim vardır. Bu devrim sonucu Asya’dan kovulduktan sonra bataklıklarla ve ormanlarla çevrili bir coğrafyada esaretten bir türlü kurtulamayan Finlandiyalılar, kendilerine Rusların 1808 yılında tanıdığı yarı özerkliği (İç işlerinde özgürlük) büyük bir fırsat bilerek iyi kullandılar. Altmış-yetmiş yıl süren bir süreçte bağımsızlıklarını elde ettiler. Ziraat dışında hayvancılık, balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk gibi alternatifler geliştirerek önce fakirliğe ve yoksulluğa bir dur dediler. İnsanların kendilerine güvenlerini sağlamanın yollarını zor da olsa buldular. Büyük büyük evler yaparak birikimlerini telef etmek yerine göllerin ve nehirlerin kenarlarında küçük kulübelerde yaşamayı yeğlediler. Kısa sürede Avrupa’nın en ücra köşelerine yumurta ve ayakkabı ihraç eder duruma geldiler. Bütün bunlardan sonra bir bataklıklar ülkesinden zambaklar ülkesi meydana getirmeyi başarabildiler.
Yıllarca kendilerine layık gördükleri isim olan Suomi, yarı özerklikle, bilinçlendirme harekâtından hemen sonra tedavülden kalkmıştı. Memleketlerindeki güzellikleri gördükçe, bu isimden utanmaya başladılar.
İşin başında adı sanı duyulmayan, papaz L.MAKDONALD, hiçbir unvanı olmayan öğretmen SNELMAN, mahalli tüccar TOMAS GULBE, başkentte küçük bir atölyede ayakkabı imal eden girişimci OKUNEN, toplumu dönüştürme sorumluluğunu belki de birbirlerinden habersizce sırtlanmışlardı. Birbirlerinden halkın uyanışının işaretleri görülmeye başladıktan sonra haberdar olabildiler. Birikimlerini paylaştılar. Güç birliği yaptılar. Onların, daha ziyade esaret tarihlerinin tekerrürüne son vermek, maddî ve manevî kalkınmayı sağlamak için halkı bilinçlendirmeye yönelik kişisel çabaları, insanî bir hareket olarak bütün dünyanın takdirini kazanmıştır.
Önce toplum içerisinde sıradan birer fert olarak öne çıkan bu kişilerin toplumlarına has kıldıkları maddî kazanımların tamamından bahsetmek amacında değiliz. (Sadece bir örnekle yetinelim: Şu anda kullandığımız cep telefonlarının büyük bir çoğunluğu bu ülkede üretiliyor.) Esas mevzumuz elde edilen ahlakî güzellikler ve insanî değerlerdir.
Aile kavramına önem verilerek iffet anlayışının yerleştirilme çabaları bizleri etkileyen ilk önemli değişimdir.
Bir zamanlar alkoliklerin cirit attığı bu ülkede 1907 yılında sarhoş edici her türlü içeceğin satışı kanunla yasaklanmıştır. (Bizim cingözlerin dedeleri büyük ihtimalle anayasa mahkemesine götürmüşlerdir! Bu yasaklama bir Avrupa ülkesinde ve tam da Modernizim sürecinin bütün dünyada tartışıldığı bir döneme rastlamaktadır. (Ayrıca Finlandiya halkının şimdiki tarz-ı hayatının değişmiş olabileceğini aklımızda tutmalıyız.)
Bir papaz, bir öğretmen ve diğerlerinin başlattığı bilinçlenme harekâtı neticesinde, ülkede büyük bir maddî fizikî temizlik anlayışı geliştirilmiş. Yazarımız PETROV, bu ülkenin herhangi bir mekânında da ya da cadde kenarında “Yerlere tükürmek yasaktır.” ibaresine rastlayamadığından hayretle bahsediyor. Çünkü yasaklanacak bir durum söz konusu olmuyor (of… of…of !). Yine yazarımız, kendisi Rus olmasına rağmen Finlandiya trenlerinin temizlikte ve tertipte Rus trenlerinden hayli üstün olduğunu vurgulamaktan çekinmiyor.
Şimdi bir lokanta tasavvur edelim. Ortada yemeklerin konulduğu yuvarlak büyük bir masa. Üzerinde hijyene uygun,şeffaf yemek kapları var. İçerisine günün yemekleri konulmuş. Ön kısımda boş tabak, çatal, kaşık ve bıçakların bulunduğu tepsiler. Ortalıkta “Buyurun, ne istersiniz?” diyecek garsonlar yok. Köşedeki masada müşteriyi gözetleyerek, ellerini ovuşturan patron yok. Müşteri gelip, tabağını kaşığını alıyor. İstediği yemeği tabağına koyuyor. Yemeğini yandaki masaya oturup yiyor. Kalkıp boş tabağı bulaşıkhanenin penceresine bırakıyor ve çıkışta başka bir masa üzerine yerleştirilmiş cam kumbaranın içerisine yediği yemeğin ücretini (ne eksik ne fazla) bırakıyor. Şimdi…Tasavvuru terk edelim. Çünkü bu tasavvur değil bir gerçektir. Anlatılanlar harfiyen “Beyaz Zambaklar Ülkesi”nde gerçekleşmiş bir erdemlilik ve geliştirilmiş öz güvendir. (Bizdekini mukayese etmek sizlere düşüyor, ben açık büfe canavarlarının, genellikle sözüm ona eğitilmiş kesimlerden çıktığına çook şahit olmuş biri olarak mukayese yeteneğimi kaybetmiş durumdayım!)
Yeter…! Cümle kuracak takat tükeniyor. İnanan biziz, önderimiz Rahmet Peygamberidir. Yüzlerce imamımız, binlerce kahramanımız, ciltlerce eserimiz var. Bütün kâinata yetebilecek donanımlara sahibiz; millet olarak ne zaman yaşadığımız manevî “soumi”den zambaklar ülkesine hicret edeceğiz?