25 Plakalı Hatıralar

19 Mayıs 2013’te Erzurum’a çıktık. Feryadi Yağcı, Kemal Köse ağabeylerim ve Murat Kapan kardeşimle birlikte dört kişiydik. Erzurum’da bizi dört dörtlük kardeşlerimiz bekliyordu. Zannettiğimizden daha büyük bir memnuniyetle karşılandık, ağırlandık.
Her şey o kadar güzeldi ki, bir tek otelde konaklamadığımız kaldı. Öğrenci evlerinde misafir edildik. Bu bir kusur değil, samimiyetin ta kendisiydi. Çünkü Erzurumlu kardeşlerimiz bizimle kendi imkânlarını paylaştılar. Bizleri kendilerinden farklı görmediler, araya mesafe koymadılar. Bir aradaydık.
Daha çok Selçuklu ve Anadolu Beylikleri döneminin İslamî eserlerini bir kimlik gibi gururla taşıyan bu müstesna şehirde geçirdiğimiz günlerde meşhur Aziziye ve Mecidiye tabyalarına gittik. Aziziye Tabyası’nda annemiz Nene Hatun’un kabrini ziyaret ettik, Fatiha okuduk. Dört diri erkek, merhume bir mücahidenin başında göz yaşarttık, hatun kişinin duruşundan nefsimize ve mücadelemize paylar çıkarttık.
Tabyaların girişinde bizleri, 1. Dünya Savaşı’nda Moskof’tan ele geçirilen toplar karşıladı. Tabyalarda, şuurlu her Müslüman’ı rahatsız edeceği gibi bizleri de rahatsız eden iki mesele vardı: tarihî eserlerin üzerine kazınan yazılarla, İslam uğruna verilen mücadelede ulus kimliğinin ön plana çıkarılması! Bkz: Nene Hatun’un mezar taşı.
Lala Paşa Cami’nde ikindi namazını beklerken okunan ezandan hemen sonra verilen sala bizleri şaşırttı. Mustafa Erden kardeşimiz merakımızı giderdi. Geçmişte Erzurum’da yaşanan şiddetli bir depremde ölenlerin sayısı tam olarak bilinmediği için her ezandan sonra o depremde hayatını kaybedenlerin ardından tek tek sala okunuyormuş.
Erzurum’daki Ulu Cami hayli orijinal ve heybetli. İçine girince acizliğinizi hissediyor ve bir mekândaki sadeliğin ibadetlerinizi nasıl olgunlaştırdığını tecrübe ediyorsunuz. Mihrabın önünde durup da kubbenin içine baktığınızda hayret verici ince işçiliği ve emeği görebiliyorsunuz. Kubbenin iç kısmı kat kat ahşapla örülmüş.
Erzurum’a gidip de cağ kebabı yememek olmaz. Çünkü oraya gideceğinizi duyan herkesin size ilk tavsiye ettiği şey bu lezzeti mutlaka tatmak… Tabiri caizse Fatih’in torunları olarak Erzurum’da bir cağ açıp bir cağ kapattık. Yeni bir cağ başlattık. Bize özel hazırlanan cağ ocağının başında kotasız kebaba doyduk.
İade-i ziyaretimizin son yemeği ise bir başka meşhur kebaptı; beyti kebabı. Her iki yemek de ziyaretimiz boyunca tatlı latifelerle anıldı. Başka şehirlerdeki kardeşlerimizi arayıp gezip gördüklerimizi değil de yiyip içtiklerimizi anlatıp nispet yaptığımız da oldu. Gülüştük. Ettiğimizi bulursak çekeceğimiz var. 🙂
Hayat hikâyemizde tırnak içinde anılacak olan bu Erzurum Hatırası’nda yer alarak misafirliğimizi anlamlandıran ve bizlerden fedakarane yardımlarını esirgemeyen herkese müteşekkiriz.
Özellikle, Abdurrahman Gazi Vakfı’nda bize tecrübelerinden bahsederek nasihat eden Yasin Şorsu ve Muhammed Emek ağabeylerimize; evlerini bizimle paylaşan mütebessim kadro Sinan, Ömer Faruk ve İsmail’e; ziyaretimiz boyunca yaptıklarımızı organize eden birbirinden fedakâr Mikail, Hasan, Halil, Mahmut ve Muhammed’e; liseli mücahit kardeşlerimiz Fethullah, Furkan ve Hikmet’e; bize bir Afgan marşı hediye eden Mustafa’ya ismen duacıyız.
Daha çok, çay ve kebap muhabbetiyle şenlenen ve Allahu a’lem böyle de anılacak, hatırlanacak olan günleri anlatan bir yazıda son söz, Erzurum’a giderken Sancaktar Dergisi’nde okuduğum Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu cümlesi olmalı;
“Sofraya yürür gibi sehpaya gitmeyenler dava adamı değildir.”