ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN / “Solmayan Gül”e Davet

Güller açar güller solar, çiçekler açar çiçekler solar, insan doğar ve ölür. Fakat solmayan güller ve ölmeyen insanlar da vardır.
Âdem aleyhisselamdan itibaren iyiler de kötüler de gelip geçti. O iyilerin zirvesinde peygamberler ve onların en yakın dostları sahabiler var. İşte ölmeyenler, kıyamet sabahına kadar insanların kalbinde yaşayanlar ve yaşayacak olanlar bu bahtiyarlardır. Bütün bunların başında da insanlık semasını aydınlatan canımız efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem bulunmaktadır.
Canlar canı, gönüller sultanı, solmayan gül Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem bir mübarek günde, bir mübarek gecede, kutlu bir anadan yeryüzüne, aramıza tulû etti. Kutlu ana ne kadar mutluydu. Nur topu bir evlat meydana getirmişti. Melekler ona, nasıl bir evlada ana olduğunu, kıyamete kadar o evlat vasıtasıyla daima anılacağını müjdelemişti.
Doğan çocuğun müjdesi dedesi Abdülmuttalib’e de ulaşmıştı. Yaşlı dede en çok sevdiği evladı Abdullah’ın oğlu, gözler nuru can bebeğe Muhammed adını koydu.
“Solmayan Gül bebek Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem”
Daha annesinden doğmadan önce babasını kaybetmiş yetim kalmıştı. Bu sebeple O’na dedesi Abdulmuttalib bakıyor, gözünün önünden bir an için ayırmıyor, O’nun her isteğini yerine getiriyor, O’nu asla incitmiyordu. Yetim olarak doğan Solmayan Gül, 6 yaşlarında Ebva’da sevgili annesi Âmine Hatun’u da kaybetti. Daha sonraları dedesi Abdulmuttalib’i de kaybeden semamızın ışığı, amcası Ebû Talib’in şefkat ve merhamet, muhabbet dolu kucağında teselli buldu. İşin zahiri böyleydi. Herkes O’ndan Abdulmuttalib’in yetimi diye bahsederdi.
Gafiller ne bilsinlerdi ki, O’nu koruyan, O’nu eğiten birisi vardı. O, âlemlerin Rabbi Hazreti Allah’tı. O Solmayan Gül, Rab Teâlâ’nın tasarrufu altında risalet makamına yürüyordu.
Nihayet günler ayları, aylar yılları kovaladı. Canımız Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kureyş’in en kutlu kadını Hz. Hatice ile evlenerek onu mutlu eyledi. Hatice kiminle evlendiğinin farkındaydı veya ona fark ettirilmişti. Evlilik hayatının 15. yılında beklenen nur Hira Nur Dağından tulû etti.
O’na risalet sancağı verildi. O’na Kur’an nazil oldu. İnsanlığın, küfür şirk ve zulüm karanlığında insanlığını unuttuğu o cahiliye döneminde, canlar canı Solmayan Gül çok büyük bir vazife ile muvazzaf kılındı. O, zulmü, şirki, bütün kötülükleri Kur’an’la ortadan kaldıracak, Kur’an’ın nuru, İslam’ın aydınlığı bütün gönülleri pürnûr edecekti. Öyle de oldu.
İnsanlık, insanlık nedir anladı; zulmün, şirkin, küfrün yerini hak-hukuk, adalet aldı. Artık hiçbir kişi başka birisini fakir olduğu için, muhtaç olduğu için horlamayacak; âlim-cahil, amir-memur, zengin-fakir aynı sofrada bulunacak, aynı safta Allah Teâlâ’ya secde edecek dua edecektir. Çünkü yüce İslam dini insanların arasındaki üstünlük soy-sop, mal-mülk, makam-mevki ile değil takva ile olduğu esasını getirmiştir. Onun için putperest cahiller ilk zamanlarda, “filan filan dururken peygamberlik bir yetime mi kaldı?” diyerek can Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin risaletini bir türlü hazmedememişlerdi. Fakat daha sonraları iman edip İslam’ın yüce prensiplerini kavradıkça işin esasını anladılar.
Zamanımızda da tağûtî düzenler ve onun kör tâbîleri aynı şeyi yapmıyorlar mı? İslam hak bir din olsaydı müslümanlar böyle perişan, toplumun en fakiri, en muhtacı olurlar mıydı, demiyorlar mı?
Görüyorsunuz ya, 1400 yıl önceki küfrün mantığı ile zamanımızdaki küfrün mantığı arasında bir fark var mı? Elbette yok. Çünkü küfür ehli her zaman aynı mantığa sahiptir. Dün böyleydi, bugün böyle, yarın yine böyle olacaktır.
Güller gülü Solmayan Gül risalet yürüyüşünü hicretle devam ettirdi ve Medineli ensarın şefkat ve merhamet dolu kucağında risaletin son on yılını tamamladı. Bu dönemde küffar ile çok ciddi savaşlar yapıldı. Zaferler kazanıldı. İslam şeriatı burada ikmal oldu. Canımız Efendimiz yaşın kemali olan 63 yaşında iken yine burada Rabbine mülâkî oldu. Çilelerle dolu bir hayat burada noktalandı.
Müminler için örnek teşkil eden bu hayat çok iyi kavranmalı anlaşılmalı ve sindirilmelidir. O takdirde İslam bütün güzelliğiyle, bütün ihtişamıyla; şeriat-i Ahmediye, tarikat-i Muhammediye bütün mükemmelliği ile kalplerde tulû edecektir.
Gelin ey ümmet-i Muhammed! Gelin koşun! Büyük bir hazine başındayız. O hazinede sizin de hakkınız var. Bu hazineye siz de vârissiniz. Bu hazine, Rahman’ın müminler için hazırladığı hazinedir.
Çapulcuların talan ettiği, haramîlerin, kervan soyucuların cem ettiği haram malların başında hissenize düşecek malları beklemeyi bırakın! Zaten talanlardan size verecekleri devede kulak bile değildir.
Solmayan Gül bizim ufkumuzda her gün açmakta her gün benzeri olmayan bir şekilde kokmakta ve bizi o ilâhî hazineye, şeriat-ı garraya davet etmektedir. Sakın ola ki bugüne kadar yapılanlar gibi yapmayalım. Yanlış telkinatların tesirinde kalmayalım. Sünnet-i seniyyeye tabi olalım. Ümmetin kurtuluşunun Kur’an ve sünnet çizgisinde yürümekle mümkün olacağını idrak edelim.
Öyleyse geliniz! Koşunuz! Şeriat-ı İslam sofrasından nasibinizi alınız. Mirasınıza sahip çıkınız. Öyle bir miras ki, bir misli daha yoktur. Öyle bir miras ki, sizi kıyamete kadar başka hiçbir şeye muhtaç etmeyecektir. Her zaman başkaları size muhtaç olacaktır.
Peki, böyle bir güzellik, böyle bir zenginlik önünüzde dururken, sizlere sunulurken, geleceği meçhul olan belirsiz hayaller peşinde koşmak hangi aklın işidir? Bu tercih, yani başkalarının düzenlerini tercih, akıllı bir insanın yapacağı iş midir?
İslam şeriatı öyle ki bir gıdadır ki, dört mevsimde de kendisini korur, kokmaz, bozulmaz. Bize böyle bir nimet sunulmaktadır. Başkasına rağbet nedendir? Ne oldu o şimşek gibi çakan gözlerimize ve ne oldu bir bakışta işin hakikatini kavrayan nazarlarımıza?
Şu bir gerçek ki, pek çok şeyimizi kaybettik ama onları yeniden elde etme imkânımız da var. Geç olsa da güç değildir. Geç kalmayalım. Daha fazla hüsrana uğramayalım.
Ey ahali! Ey ümmet-i Muhammed! Ey perişan olmuş topluluklar, Solmayan Gül sizi, solmayan gerçeklere davet ediyor. Bırakın oyun oynaşı, icabet edip kurtulun!