Yahudi ve Hıristiyanları Veli/Dost Edinmeyin!

Hz. Esma radiyallahu anha’nın müşrike olan analığı, Mekke’den Medine’ye gelip onunla görüşmek ister. Hz. Esma, Allah Rasulü’ne gelir ve müşrike analığıyla görüşüp görüşemeyeceğini sorar. Bunun üzerine “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten men etmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.”(Mümtehine, 60/8)ayeti nazil olur ve kâfirlerle görüşmenin ötesinde, onlara iyilikte bile bulunmanın herhangi bir mahzuru olmadığı ifade edilir.
Ayetin Müslümanlarla Mekke müşriklerinin ilişkilerinin son derece gergin olduğu sırada inmesine rağmen iyiliği, hoşgörü, müsamaha ve adaleti emretmesi oldukça dikkate değerdir. Bu konuda hatırlanması gereken diğer bir ayet-i kerime de şudur:“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et ve onlarla en güzel tarzda mücadele et.” (Nahl 16/125)
Rabbani bir terbiye ile donanan Efendimiz yüce vazifesini hikmet ve güzel öğütle yürütmüş, tebliğin muhatabı olanherkesle iyi ilişkiler tesis etmeye çalışmış, hayranlık uyandıran mütebessim bir sima ile gönülleri fethetmiştir. Hıristiyan, yahudi ve müşrikler gibi farklı ırk, din ve inançlara sahip olan insanların bir arada huzur içinde yaşayabilmeleri için onlarla “Medine Vesikası” ismini taşıyan bir sözleşme imzalamış, hıristiyan ve yahudileri toplumun birer ferdi olarak kabul etmiş, onların bazı davetlerine icabet etmiş, düğün yemeklerine katılmış, hastalarını ziyaret etmiş, cenazelerine saygı göstermiş ve onlara ikramda bulunmuştur.
Hatta Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Necran hıristiyanlarının kendisini ziyaretlerinde onlara oturmaları için kendi abasını sermiştir. Peygamber Efendimiz, onların mescid-i nebevi içinde kendi inançlarına göre ibadet yapmalarına müsaade etmiştir. Yüce kitabımızın izahına göre ehli kitabın yiyecekleri, kestikleri hayvanların etleri Müslümanlara helal kılınmış, Müslüman erkeklerin ehli kitap kadınlarla evlenmesi de meşru görülmüştür.
Efendimiz; Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Taif halkı gibi İslam’a ve kendisine düşmanlık yapan, hatta bu düşmanlıkta oldukça ileri giden insanların yanına pek çok defa gitmiştir. O halde, muhatap kim olursa olsun, bir şeyler anlatabilmek için yumuşaklık ve müsamaha vazgeçilmez şartlardır. Demek ki Müslüman daima yumuşak tavır, yumuşak hal, yumuşak kalb, yumuşak vicdan, yumuşak söz insanı olmak mecburiyetindedir ki, gerçek bir irşad insanı olabilsin.
Asr-ı Saadet’e baktığımızda hoşgörü ve yumuşak huyluluğun, Efendimiz’in İslam’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisi olduğunu görüyoruz. İnsanlara devamlı hoşgörü ve diyalogla yaklaşarak davasını anlatan Efendimiz’e yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini ifade manasına Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz insanlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Efendimizin hayatından böyle örneklere şahit olan Müslümanlar fethettikleri yerlerde, kilise ve havralara dokunmamışlar, vicdan ve düşünce hürriyetine kısıtlama getirmemişlerdir. Bu sebeple pek çok İslam beldesinde gayrimüslimler yüzyıllarca rahat ve huzur içerisinde yaşayabilmişlerdir.
Peki, müşrik veya kâfirlerle iyi geçinmenin sınırları nereye kadardır?
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları veli/dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridirler/dostlarıdırlar. Sizden kim onları veli/dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” ﴾Maide, 51﴿
Sözlükte “yakın olmak, yakınlık” anlamındaki “vly” kökünden türeyen velâyet “sevmek; yönelmek, yardım etmek; bir işin sorumluluğu kendi üstünde olmak” manalarınagelir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır söz konusu ayetin tefsirinde şöyle söylemektedir: “Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine, yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız.
Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Çünkü onlar mü’minlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları)dırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olur ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Ve siz mü’minlerden her kim onları dost tanır, veli edinirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve onların isteklerine hizmet eder.”
Ehli kitabın, Müslümanların kendileriyle kuracakları dostluğu kötüye kullanmaları ihtimal dâhilindedir. Nitekim Bakara Suresi’nin 120. ayetinde Hz. Peygamber’e hitaben, “Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” buyurulmuştur. “Onlar birbirlerinin velileridir” mealindeki kısmı müfessirler şöyle yorumlamışlardır: Bu iki toplumun her biri gerçek dostluğu yalnızca kendi mensupları için yani yahudiler yahudiler için, hıristiyanlar da hıristiyanlar için kabul ederler. Bu sebeple onlardan Müslümanlara gerçek bir dostlukla yaklaşmaları beklenemez (Taberî, VI, 276-277; Elmalılı, III, 1712).
Söz konusu ayet Medine’de münafıkların tutumları ile de alakalıdır. İslam’dan önce Medine’de Araplar’la birlikte çeşitli yahudi kabileleri bulunmakta, Araplar’la aralarında da dostluk antlaşması vardı. İslam’dan sonra bazı Araplar bu dostluğu devam ettirmek istediler; fakat yahudilerle münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta Müslümanların aleyhine çaba harcadılar, özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında Müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırmışlardı.
Maide Suresi 41. ayetten itibaren Medine yahudilerinin Müslümanlara karşı olan tutum ve davranışları, münafıklarla olan dostluk ilişkileri ve bunları Müslümanların aleyhine kullanmaları, kendi kutsal kitapları olan Tevrat’a karşı samimiyetsizlikleri, Müslümanları İslam’dan döndürerek Hz. Peygamber’i başarısızlığa uğratmaya gayret göstermeleri gibi olaylar anlatılarak veya bunlara işaret edilerek yahudi ve hıristiyanlarla kurulacak dostluğun faydadan çok zarar getireceği Müslümanlara açıklandıktan sonra bu ayette mü’minlerin bu gibi yahudi ve hıristiyanlardan samimi dostlar edinmemeleri emredilmiştir.(Kur’an Yolu Tefsiri, Diyanet)
Cahiliye döneminde Arabistan’daki yahudiler ve hıristiyanlar ekonomik bakımdan putperest Araplar’dan daha ileri seviyede bulunuyorlardı. Medine’de yahudiler en verimli topraklara sahip oldukları gibi ticarete de hâkimdiler. Bu sebeple halkın üzerinde güçlü bir ekonomik baskı oluşturmuşlardı. Bu durum siyasette de ağırlığını hissettiriyordu.
Hicretin ilk yıllarında Müslümanlar Hz. Peygamber’in liderliğinde devlet kurmuş olmakla birlikte putperestlere ve diğer güçlere karşı verdikleri mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için Medine’deki münafıklar durumlarını netleştirmemişlerdi. Bunlar Müslümanların içinde yer almışlardı, ancak mücadele Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanacak olursa yahudilere ve hıristiyanlara sığınabilmek için onlarla ilişkilerini sürdürüyorlardı. Nüzul ortamının bilinmesi ayetlerin mesajlarının doğru anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de bir konunun değişik boyutları ile alakalı ayetlerden birisini alıp konu hakkındaki Rabbimizin tek ve nihai direktifi budur demek pek çok konuda kafa karışıklığına yol açabilecektir. Mesela Tevbe Suresi 5. ayette buyrulduğu üzere “…müşrikleri nerede yakalarsanız öldürün, esir edin, her yerde onları gözetleyin…” emr-i ilahisince Müslümanların kâfirlerle ilişkisini daima silah ve savaş üzerine inşa etmek, Efendimizin tebliğ siyasetine ne kadar uymaktadır? Daha önce ifade ettiğimize göre onlarla ilişkide yumuşaklığı, adaleti ve iyiliği tavsiye eden ayetlerin bu gibi ayetler ile ilişkisi nasıl olmalı?
Müslümanların kâfirlerle ferdi münasebetleri, komşuluk veya ticari ilişkilerinde elbette esas olan “kavli leyyin” yumuşak söz, güleryüz, adalet ve iyilik olmalıdır. Bu durumda dahi ihtiyatı elden bırakmamak, tamamen güvenmemek, sırlara vakıf etmemek belki bugün için olmayabilir ama yarın için isabetli tutum olacaktır. Unutulmamalıdır ki dinî ve ahlâkî inanç ve anlayışlar sosyal ilişkiler üzerinde etkilidirler, İslam’ın bizden isteği dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınmasıdır(Tevbe, 9/23).
Müslümanların ferdi olmayan ilişkilerinde ise -mesela: askeri, idari, istihbarat ve yönetim gibi- kâfirlere güvenmeleri veya tabiri caiz ise yedikleri içtikleri ayrı gitmemeleri ümmetin felaketi olabilir. Kâfirlerin, Müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarına vakıf olması, muhtaç olduklarında kendilerini koruyacak derecede dostları olmaları caiz değildir. Bunun misali sürünün kurda teslim edilmesidir.
Hz. Peygamber İslam tebliğini engelleyenlere, İslam devletine açıktan düşmanlık yapanlara mâni olmuş, İslam dinine açıktan düşmanlıklarını şiirleriyle söyleyen ve müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtanlara hoşgörülü olmamıştır. Yahudi şairi Ka’b b. el-Eşref olayı bunun en güzel örneğidir.
Mü’minler mü’minlere karşı alçak gönüllü yani şefkatli, merhametli ve naziktirler. Mü’minler mü’minlere karşı kuvvete başvurmazlar, zulmedemezler, zekâ, yetenek, etki, servet ve diğer güçlerini mü’minlerin aleyhine kullanamazlar. Kâfirlere göstereceği ilgi, şefkat ve iyilikten daha azını mü’minlere gösteremez. Mü’minler kâfirlere karşı vakarlıdırlar, yani İslam düşmanlarına karşı sert, dirençli ve tavizsizdirler; maddî menfaat karşılığında satın alınamayacak kadar üstün karaktere sahiptirler. Mü’min; kardeşine hırçın, kâfire şeker, tarçın olamaz, olmamalıdır.
Unutmayalım ki: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”(Maide, 55)