Ver Abime Helalinden Bi Mutluluk

Ver Abime Helalinden Bi Mutluluk

Acaba “Tebessüm Sadaka” diye mi yüzümdeki o kaybolmayan şekil hep orada? Yoksa yılların verdiği acının, yüzüme bir tebessüm olarak asılı kalması mı? Bilemem ama bildiğim tek şey varsa o da çalınan hayallerimin her dönemde bir katilinin olmasıydı. Kul hakkı mı? Acaba? Bilmiyorum ama içinde hırsız kelimesi çok şeyi getiriyor işte. Kul hakkı demişken son yıllarda hayal bile kurmaktan vazgeçer oldum. En erken bir vakitte arabamın arkasına bir slogan yazdırmayı düşünüyorum: “Kırık Hayaller Koleksiyoncusu”  

Hayal demişken, çocuktum ufacıktım. Bir dağ köyünün eteğinde büyüdü bütün hayallerim. Sarı Bisan marka bisiklet benim hayallerimin hep liste başı kaldı. Bir Siyah-Beyaz televizyon olsun isterdim bize ait. Her 15 günde bir cumartesi komşumuza giderdik. Çoğu zaman ışıkları kapatır, kalın perdeleri çeker, erken yatmış görüntüsü verirlerdi, bizde utanırdık, soğuk, basma zemberekli kapısına dokunmaya utanırdık. Çünkü o gün Türk Filmi saati olurdu. TRT vardı, ikisi, üçü, beşinin hayal bile edilmediği yıllar işte. Çünkü Siyah-Beyaz Grundig marka bir televizyon, bizim hayallerimizin çok ötesindeydi. Çoğu zaman da tam film başlardı ve 5. Dakikayı geçmeyen bir istatistik ile hayallerimizin fişini çekerler, elektrikler kesilirdi. Gitti mi? Gelmezdi bir daha. Yıllar sonra anladık, o kara gecelerimizin kâbusunun, köy trafosunu kapatan, bir zalim olduğunu…

Nasıl bir mutluluk duyduğunu hiç öğrenemedik. Hayal demişken hadi sizi eskilere götüreyim biraz daha. Çocukluğumun geçtiği, tek yönlü toprak bir yolda, ilk kez tanıştım edebiyatla. İşte o yıllarda çok sevdim ben edebiyatı. Ne garip şey değil mi? Azami 18 kişi alan bir mavi Ford minibüste 35 kişi şehre giderken kan ter içinde bir haziran gününde hem de. Koca bir kamyon arkasına, yağlı bir boya fırçası ile ilkokul 1. sınıf çocuğu fontunda ve bir o kadar da karakterinde yazılmış o kısa bir cümle: “Yaklaşma toz olursun, geçme pişman olursun.”

Bi simit hayalimizdi, şehir bizim için. Bi de elma şekeri. Simit çabuk biterdi.  Çocukluk işte, çok sevdim ben o kamyon arkası cümlesini, ezberleyiverdim. Köye dönünce bir akşamüzeri, ayçiçek köklerinden yaptığım o garip figürlü arabama yani ayçiçeği köküne yazdım o yazıyı, paslı bir çiviyle. Evet, hayata meydan okuyordu belki. Ama bir tarzı vardı, bir koca yüreği vardı bu adamın, daracık göğsüne sıkıştırdığı. Yıllar sonra anladım, yaşanan birçok dostluğun da, arkadaşlığın da elma şekeri tadında olduğunu. Ve hiç sarı bisikletim olmadı. Hani hayallerimizin kırıntısı bile olamayan Grundig marka renkli televizyon ve çatıya acayip dikilen, bir örümcek ağını andıran, acayip iplerle sarılan sanki yayını Mars’tan alıyormuş gibi semaya uzatılan o alüminyum T tipi anten yok mu?  Üzerinde tencere kapağı ve bilfiil tencere, tava asılı olan o T tipi antenler. Merak ettiysen iki cümle ile zipleyim hayallerimi.

O yıllarda TRT oldu TRT 1, arkasından 2 derken kocaman garip görünümlü, adına “ÇANAK” dedikleri acayip bi şey geldi kahvehanelere. Siyah-Beyaz hayallerimizi tarihe gömdüler hiç acımadan. Arkasından, o asil temiz insanları maymuna çeviren yüzlerce kanal, yüzlerce ahlaksızlık… Adı moda, adı yemek, adı evlenmek oldu yobazlığın ama moderndi onlar. Bayıldık, saatlerce izdivaç programlarına dalıp yemeğini ocakta yakan masum yürekli annelerimiz kocalarından ne sitemler yedi bir bilseniz ve hayallerinin ötesine geçmeye çalışan “acaba bir zengin koca ya da kadın bulursam huzuru bulurum”lu servet avcıları ve “Nefes Alsın Yeter” sloganı ile sıraya giren binlerce zavallı. (Ya! Biz nerden nereye geldik? Nasıl yola çıktık? Nereye getirdi modern çağ bizi?) Korkmayın ben biliyorum bi yere gittiğimiz yok.

Okul kapısında yarı yeşillenmiş (küflenmiş) çemeni, bayatlığın dibine vurmuş çeyrek ekmeğe sürerken gülümseyen “Çeyrek-Çemenci” amcalar geldi, okul kapımızın hemen yanına. Yokluk falan değil, bu yokluğun delinmiş dibiydi. İşte o yıllarda bir edebiyat öğretmeniydi bende ben olan. Yaz dedi yavrum yaz… İlahi emirde Rabbimiz bize “OKU” diye emrediyordu. Çünkü hayatın kaynağıydı okumak. Yazdım işte kimi zaman çocuksu şiirleri, kimi zaman sonu bir türlü bitmeyen hikâyeleri. Ben mutsuz sonla biten hiçbir öyküyü de sevmedim. Acı bıraktı hep benim heybeme. Belki öyle bitmesi gerektiği için hep yarım bıraktım o hikâyeleri…

Bir de içimde acayip bir sızım var biliyor musun? Benim hiç coğrafya defterim olmadı. Hatta benim, hiç matematik defterim de, müzik de… Hamuru, atık dönüşümden gelen, iyi arıtılmadığı için ucuza satılan, çizgisiz, koyu saman sarısı, bütün derslerimin defteri. Hiç afilli, hiç filli, hiç aslanlı hatta fiyatı da dudak uçurtan bir defterim olmadı. Ders aralarına zaman zaman yazdıklarım kaldı sarı satırlarda. Bizim oralarda, şiirli miirli konuşana da iyi gözle bakılmazdı aslında. Erkek adam, adam gibi konuşur yumuşak olmazdı. Erkek adam duygusal mı olur? Taş gibi yüreği olmalıydı.

Korkmadık bir yerde işte yazdık bir yerlere. Kimi zaman, sevdiğimizin penceresinin tam karşısındaki bahçe duvarına, çoğu zaman gölgesinde serinlediğimiz o söğüt ağacının gövdesinin tam ortasına, kalbe benzemeyen çemberimfari çizdiğimiz kalp niyetindeki şekillerin içine, o söğüt ağacının gözyaşlarının ıslattığı, adımızın baş harflerini üzerinden koskocaman bir okla bölüverdik.  Ya! Okul sıralarının üzerine, boş derslerin anısına kazıdığımız kırık cümleler…

Geçenlerde, renginin bile renk küresinde yerini bulamadığı toz bulutu 88 model bir kartalın, kirden, zor okunan arka camında yazıyordu: “Bulutlar gider. Sen gökyüzü ol. Hiç gitme.” Bir satıra sığdırmış o koskoca yüreğini, Koca Yürekli Adam. Buzdağının şairinin dediği gibi “Adam Olan Adam, Kızlara Yazmaz.” Buzdağına yazmış onca güzel cümleleri de kimse bilememiş onca yıl buzdağının şairini…

İlla yazacaksa bir adam, adını koyamadığı ya da adına kıyamadıklarına yazmalı bence, titrek yüreğiyle… Yola Düş’melisin de maviye boyamalısın Türküleri: “Öyle bırakıp gitme! Sarılmadan doya doya. Al eline gök fırçayı, İçimi (göğümü) maviye boya.” Öyle boyalamalısın ki, gökyüzün olsun… Eğer martısına kanat olamıyorsan, sen ne bir Kerem’sin, ne bir Aslı. Ya sözünü maviye boyamalısın ya da kanını. Adam olan adam, dönünce bir ıslığa gitmeli miydi? Bilemem ama hayattaki en büyük yanılgının yine kul hakkında olduğunu çok geç anladım. Sol yanınız hırpalandı da en çıkmazlara düştü yollarımız. Bir hıçkırıkla doldu tüm yüreğimiz de dokundukça solmayan ten yarası işte. Gözlerinde gitmiş olmak mıydı sürgüne, yoksa koyu karası gözlerinin rengindeki zindana mı? Son zamanlarda “Mutlu Ol Mutlu Et” sloganlarına benzeyen birçok janjanlı marka sloganları türetildi. Gerçekten mutlu oluyor muyuz? diye bi sor kendine… İnandığın Gibi Yaşa felfesesi mi aldı götürdü, garantisi olmayan bir sonraki nefesimizi.

Misafir ettiğiniz yüreğinizden ayrılırken birkaç satırı da koyuvereyim şuracığa. Konu başlığımızdan çok uzak bir yazı olduğunu düşünmenizi istedim. Ne alakası olmalıydı? Var, var ya… Hep sonradan gelir aklımız başımıza, şimdide hep sonradan gelsin istedim. Aşklarında bir hakkı olmalıydı. Kimi zaman “Aşkını Emanet Aldığımız” sevdalar vardı, kimi zaman Emanet Ettiğimiz… Aslında, sevgiyi de mutluluğu da çok hor kullanmışız asırlarca. Hep son pişmanlıkları toplamışız hani o söğüt gövdesinde silinmeye yüz tutmuş yazıların yazıldığı yılların arkasından… Bir kısa hikâye olsun anılarınıza;

“İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş. Hep şikâyetçi, hep bıkkınmış. Bir gün melekler, mutluluğu saklamaya karar vermişler. Saklayalım, zor bulsunlar; zor buldukları için belki kıymetini bilirler, diyerek başlamışlar tartışmaya, sorun büyükmüş. Mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü! Kimisi “Everest’in tepesine saklayalım” kimisi “Atlas Okyanusu’nun dibine” demiş. Taç Mahal’in kubbesi, Mekke’nin sokakları, Kudüs’ün yolları, bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, caminin avlusu, lale bahçesi… Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş.

Derken meleklerden biri “İçlerine Saklayalım” demiş. “Kimsenin aklına gelmez içine bakmak” diyerek içimize saklamışlar mutluluğu. İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış.

Unutma! Ne sen bulutsun, ne de ben yağmur…

Dilerim herkes içindeki mutluğu bir an önce bulur…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.