Uhud

Efendimiz–sallallahu aleyhi ve sellemin şerefiyle şereflenen güzel şehir Medine’yi Münevvere’de başınızı ne yana çevirseniz Efendimizi, asr-ı saadeti hatırlatan bir şeyler görürsünüz. Başka bir deyişle, her bir dağı, taşı, caddesi ve sokağı bize Efendimizi, asr-ı saadeti hatırlatıyor. Bir Ramazan günü bilgisayarımın başına geçince ve “ne yazayım?” diye düşünürken Uhud geldi aklıma. Her bir karışı O’nu ve ashabını hatırlatan bu topraklarda sizlere hangi güzelliklerden bahsedeceğimi şaşırmış durumdayım. Sizlere Uhud Dağı’ndan ve Uhud Savaşı’ndan bahsedeceğim.
Uhud, Mescid-i Nebevi’nin kuzeyinde ve beş kilometre uzaklıkta bir yer.. Uhud Dağı ismini, yalnızlığından almış. Etrafında başka dağlar bulunmadığı, tek başına olduğu için Uhud ismini almış. Rengi kırmızı tonlarında. Efendimiz, üzerinde Allah için nice kanların döküldüğü, bu mübarek dağdan övgüyle bahsetmiştir. Bir seferinde: “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” buyurmuştur.
Ziyaret için yola çıktığınız an heyecan başlıyor. Sanki savaşa gidiyor gibi bir heyecan… Attığınız her adımda Efendimizi düşünmeden edemiyorsunuz. O’nun geçtiği, yürüdüğü yollarda yürüdüğümü düşünmek, mübarek gözünün baktığı yerleri görmek ne kadar mükemmel bir duygu. Biz geldik, Uhud’una geldik, emret biz de senin savaşına katılalım Efendim, geldik Uhud’una diye içten seslenişin hazzını nasıl anlatayım? “Çok şükür Allah’ım hala buradayım.” diyorum.
Uhud Dağı’na doğru yola çıktığımızda da bu halet-i ruhiye içinde oluyoruz. Uhud’u karşımda gördüğümde, mutlu olmuştum, heyecanlanmıştım. Dimdik duruyordu karşımda. Kırmızı kırmızı sanki bana bakıyordu. Rasulullahı anlatmak istercesine, beni asr-ı saadete götürürcesine bakıyordu. Ben de ona, okurcasına, gözümü kırpmadan, nefes bile almadan bakıyordum. Uhud savaşını hayal ediyordum sanki görmüşçesine.
Anlat dedim Uhud’a, anlat bana Efendimi, anlat bana Allah yolunda senin üzerinde dökülen kanları, anlat bana mübarek sahabelerin nasıl savaştıklarını, “Allah, Allah” diye düşmana doğru koşan mübarekleri… Canlarını Allah yolunda gözlerini bile kırpmadan vermek isteyen Ashab-ı Kiramı anlat. Bir yandan Efendimizi koruyup diğer yandan da aslan gibi vuruşan mübarekleri anlat. Okçular tepesini anlat.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zannedip Hz Mus’ab’a kıyan haini, Efendimizin mübarek dişini kıran kâfiri anlat. Savaşta yaralanan sahabelerin yaralarını saran mübarek kadınları; Vahşi’nin mızrağıyla şehit olan aslan gibi kükreyerek savaşan, şehitlerin babası Hamza’yı anlat. Efendimizi korumak için kollarını, bacaklarını kalkan yapan, bu yolda kolunu kaybeden Talha’yı anlat. Safiyye’nin kardeşi Hz Hamza’nın paramparça olmuş cesedini gördüğündeki teslimiyetini anlat.
Ensar’dan bir kadın olan Hint bin Amr’ın babasının, kardeşinin ve kocasının mübarek cesetlerini devesine yüklemiş, kurbanlık koç gibi kanları akarak çekip götürürken Harre mevkiinde Hz. Aişe (radıyallahu anha) validemizle karşılaşıyor. Aişe validemizin: “Geriden ne haber?” sözüne “Allahın Rasülü sağ ya gerisinin ne önemi var…dik duruşu nasıl bir teslimiyettir, Ya Rab! Nasıl bir Peygamber aşkıdır bu… Nasıl bir Peygamber aşığıdır bu…
Efendimizin mübarek dişi kırıldığında bağrında sen saklamışsın müşriklerden, kızı Fatıma mübarek babasının kanayan yanağını da bu mağarada tedavi etmiş. Bugün milyonlarca müslüman bu mübarek mağarayı görmek için tırmanıyor sana. O’nun dinlendiği bu mağarayı sırf görmek için… O’nu gören dağı taşı görmek için… O’nun 1430 küsur yıl önceki has kokusunu hala canlı olarak almak için… İşte bu kadar hasretiz, bu kadar muhtacız O’na.
Yetmiş tane sahabe şehit olmuş Allah yolunda, senin üzerinde mübarek canlarını vermişler. Müşrik kadınlar nasıl da iğrençlikler yapmışlar sahabelerin cesetlerine, nasıl kıymışlar, nasıl yapabilmişler bu çirkinlikleri. Nasıl bir kin, nasıl bir nefrettir bu. Nasıl bir cahillik, nasıl bir nasipsizliktir bu. Sen nelere şahit olmuşsun Ey Uhud.
Efendimiz, ömrü boyunca bu savaşı, bu savaşta şehit olan mübarekleri unutamamış. Vefatına kadar Uhud şehitlerinin kabirlerini her Perşembe günü ziyaret etmiş. Bugün ise o mübarek şehitlerin kabirlerini Ümmet-i Muhammed ziyaret ediyor.
Asırlardır ziyaretine gelen Müslümanların hepsi, sana, tıpkı benim şu anda baktığım gibi baktılar. Tüm bunları görmek ister gibi, bugün Uhud savaşının tek şahidi olan senden duymak ister gibi baktılar. Bir dile gelebilsen kim bilir neler anlatırsın bize Ey Uhud!
Uhud günü halk şehidleriyle meşgul olurken, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:
— Sa’d b. Rebi’in ne yaptığını, diriler içinde mi, yoksa ölüler içinde mi olduğunu görüp bakacak bir kişi var mıdır ki, gelip bana bildirsin?
Ensâr’dan bir adam dedi ki:
— Ya Rasûlallah, ben senin için gidip Sa’d’ın ne yapmakta olduğuna bakarım.
Gitti, baktı ve onu ölmek üzere olan maktuller arasında yaralı olarak buldu. Adam dedi ki: “Ona şöyle dedim:
— Rasûlullah, bana senin diriler arasında mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu araştırıp bulmamı emretti. Sa’d b. Rebi dedi ki:
— Ben ölülerin içindeyim. Rasûlullah’a benden selam söyle ve ona deki: Sa’d b. Rebi sana şöyle diyor: ‘Allah bizden yana. Seni ümmetinden bir peygamber olarak en hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın. Kavmime de benden selam ilet ve onlara de ki: Sa’d b. Rebi size şöyle diyor: ‘Bir an peygamberinize düşmanlar tarafından yol bulunursa, Allah katında sizin için hiçbir mazeret kalmaz.’ Ensâr’dan olan adam dedi ki: “Sonra ölmesine kadar orada kaldım. Rasûlullah’a geldim ve durumunu ona anlattım.”
Şairin şu içli sözleri her şeyi anlatıyor sanırım.
Uhud’u görünce bir başka oldum
Habib’in kokusun orda da buldum
Hamza’ya bakınca doldukça doldum
Ayneyn tepesinde kırılmış oktum
Ben şah-ı Rasüle içimi döktüm.
Rabbim, Efendimizin ve o mübarek beldelerin muhabbetini gönlümüzde ziyadeleştirsin ve o beldelere defalarca defalarca gidip o muhteşem havayı teneffüs etmeyi cümlemize nasibi müyesser etsin inşaallah…
Amin.