Türk Dış Politikasına Genel Bakış

Türk Dış Politikasının başat unsurlardan birisi elbette Türkiye’nin coğrafi ve bundan hareketle jeopolitik konumudur. Öncelikle, Feroz Ahmad’ın klasik ifadesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden zümrüd-ü-anka misali yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti, devraldığı miras itibariyle komşularının hemen tamamı yüz yıl öncesine kadar imparatorluk halklarının bağımsızlıklarını kazanmasıyla kurdukları devletlerden oluşmaktadır. Türkiye hem coğrafyası hem de tarihi serüveni bakımından hem doğulu hem de batılı olan bir ülkedir. Bir Batılı tarihçinin dediği gibi Türkiye, Ortadoğu’nun tek Avrupa ülkesi, Avrupa’nın da tek Ortadoğu ülkesidir. Cumhuriyet sonrası Türkiye, muasır medeniyet seviyesini yakalama hatta geçme hedefinin gereği olarak Batı’nın bir parçası olmak bağlamında BM ve NATO gibi Batı ittifaklarına girmekte tereddüt etmeyip AB’ye de üyelik yolunda iradesini hükümetlerden bağımsız bir devlet politikası olarak ortaya koymuştur. Diğer yandan, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki yadsıma ve engelleme politikalarına rağmen Doğulu kimliğini bulunduğu coğrafya ve tarihsel bağları gereği de asla terk etmemiş, terk edememiştir.
Anadolu, kadim zamanlardan göç yollarının üzerinde olması ve farklı medeniyetlerin kesişme noktası olması itibarıyla zengin bir medeniyet tecrübesi gibi avantajlar sunarken her dönemde farklı güçlerin ilgi alanına girerek tehditlerine de maruz kalmıştır. Her ne kadar silah teknolojisindeki ve lojistikteki hızlı gelişmelerin etkisiyle jeopolitiğin/coğrafi konumun dış politikadaki belirleyici etkisinin belli ölçüde azalması sözkonusu olsa da önemini tam olarak kaybettiği söylenemez. Dünyanın halihazırdaki tek süper gücü ABD’nin NATO’dakiler de dahil olmak üzere binden fazla askeri üssü olması ve bölgesel ittifakları canlı tutmadaki çabası bunun en açık delillerindendir.
Türklerin yaklaşık bin yıl önce İslamiyet’i kabul etmeleri ile İslam Anadolu’da hakim renk haline gelmiş, bu durum konumu itibarıyla Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında bir medeniyet ve kültür köprüsü haline de getirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Batılılaşma ülküsünün belirleyici paradigma olması, bu toprakların Müslüman rengini törpülemeye çalışırken devrimlerin bir bölümü doğrudan bu amaca matuf olmuştur. Fakat zaman içinde su yatağını yeniden bulmuş, eğitimden günlük hayata her alanda toplum kendi normaline dönmüştür. Bu sürecin Türkiye’nin dış politikasına yansımalarını net olarak takip etmek mümkündür. Örneğin Türkiye 1948’de kurulan İsrail’i ilk tanıyan halkı Müslüman ülke olurken 2010’da Başbakan Erdoğan’ın “one minute”çıkışıyla ise Filistin davasında ağırlığını net olarak koymuştur. Her ne kadar Cumhuriyeti kuran irade bu toprakların bu özelliğini yadsımış olsa da bugün Türkiye Cumhuriyeti için bu yönün önemi artarak devam etmektedir. İkinci milenyuma girdiğimizden bu yana artan ivme AK Parti iktidarı ile de pekiştirilmiştir.
Türkiye’nin dış politikası, her ulus devlette olduğu gibi, ideallerden ziyade önemli ölçüde milli menfaatler/ulusal çıkarlar tarafından belirlenegelmektedir. Genelde ulus-devletlerin kadim imparatorluklardan ve özelde Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nden dış politika anlayışında ayrıştığı en önemli nokta belki de burasıdır. Klasik dönem Osmanlı devletinin ve idarecilerin ana gayesi Fatih’in ifadesiyle “din-i İslam’ın mücerred gayreti” ile imparatorluğun devamı için elzem Osmanlı hanedanının devamından, Cumhuriyetin kuruluşuyla ulusal çıkarların korunmasına ve geliştirilmesine dönüşmüştür. Bunun bir ufuk daralması olduğu izahtan varestedir, ne var ki zamanın ve ulus devlet paradigmasının gereği de budur. Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar geniş bir alanda adalet ve huzurun teminatı olan Pax Ottomana’dan (Osmanlı barışı), Anadolu’ya sıkışmış bir Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlı menfaatlerini korumaya ve güvenliğini sağlamaya kadar gerileyen bir dış politika vizyonu, XX. yüzyılın bu topraklara hediyesidir.
Önce toprak sonra da vizyon anlamında küçülen devlet, geç Osmanlı’dan itibaren büyük güçlerle denge politikası çerçevesinde ayakta kalmaya yönelmiş ve bu yaklaşım da Cumhuriyet dönemi ulusal çıkar algısını şekillendirmiştir. Fakat bu noktada asıl problem, ulusal çıkarın nasıl ve kim/ler tarafından belirleneceği hususudur. Genellikle, ulusal çıkar adı altında dile getirilen ve savunulan değerler/koşullar ulusun tamamının hatta bir bölümünün bile değil, muktedir güçler ve onlar nezdinde lobi yapabilen menfaat çevrelerinin istekleridir. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Bir kere, iktidardakilerin haricinde görüş ve talepler ulusal çıkarlar sepetinin doğrudan dışında kalmaktadır. Hatta iktidar partisinin/partilerinin tabanlarının görüşünün de burada temsil edilmesi güvence altında değildir. İktidar içinde belirleyici olan hakim güç unsurları ve siyasal iktidarı etkileme gücüne sahip odaklar asıl belirleyici konumda olmaktadır. Örneğin, bugün ABD yönetiminde Demokrat Parti’den olan Başkan Obama’nın danışman çevresinin ağırlıklı olarak şahinlerden oluşması ile Yahudi lobisi ile petrol ve silah lobilerinin etkisi ile İsrail’e I. ve II. Bush dönemlerindeki desteği büyük ölçüde devam ettirmesi bunun bir örneğidir.
Peki bu kısır döngüden çıkmanın yolu nedir? Halkın sandıkta ortaya çıkan iradesinin dış politikaya olduğu gibi yansıması sağlanabilir mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, temsili demokrasilerde bunu tam olarak sağlamanın bir yolu yoktur. Zira yukarıda izaha çalışıldığı üzere temsili demokrasilerde yönetim aracılar üzerinden gerçekleşmektedir ve bu aracıların gerek kendi algıları gerekse bunları etkileyen unsurların istek ve öncelikleri önemli ölçüde belirleyici olmaktadır. Fakat tamamen olmasa bile, önemli ölçüde halkın taleplerinin dış politikaya yansıması temin edilebilir. Bunun en önemli şartı halkın taleplerinin ve eğiliminin tespit edilerek politika oluşturmada dikkate alınmasıdır.
Son on yılda Türk Dış Politikasının Filistin davasına açıkça destek vermesi ve Ortadoğu’daki halklarından kopuk rejimlere tepkisel söylemler geliştirmesinin tek nedeni budur. Artık Türk dış politikası yetişme tarzları ve eğilimleri itibarıyla ağırlıklı olarak batıcı ve halkın yaşam biçimine uzak olan bir avuç seçkin tarafından şekillendirilmemekte; toplumun hissiyatı, dünyayı algılama biçimi ve iktidarlardan beklentileri yeterince olmasa da dikkate alınmaktadır. Baş döndürücü bir hızla gelişen iletişim çağının bir ürünü olan sosyal medyanın etkisiyle sokaktaki insanın görüşlerini politikacılara doğrudan iletebilmesinin buna katkısı büyüktür. Siyasal iktidarın yapması gereken, bu iletişim kanallarını daha etkin kullanması, halkın nabzını daha yakından tutması ve karar alma sürecine daha fazla dahil etmesidir; zira dış politika diplomatlara bırakılamayacak kadar önemli bir meseledir. Son dönemde diplomatlık mesleği dışından gelen bilim adamlarına da otorite oldukları konularla bağlantılı olarak büyükelçilik payesi verilmesi bu bağlamda olumlu işaretlerdir.
Son dönem Türk dış politikasında yaşanan temel gelişme, küresel hegemon ABD’nin uydusu bir ülkeden, bölgesel stratejik bir güç olarak Türkiye vizyonuna doğru ilerleme iradesi ve bu yönde atılan adımlardır. “Komşularla sıfır sorun” mevcut dış politika anlayışının hülasasıdır. Her ne kadar küresel konjonktürdeki menfi bazı gelişmeler ve rakip devletlerin çabaları sonucu bu politikada tam bir başarı -en azından şimdilik- sağlanamamışsa da, bunun Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefi için doğru bir yaklaşım olduğu ve yanlışlardan ders alınarak devam ettirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Türk dış politikasına kafa yoranların zihnini meşgul eden güncel sorulardan biri şudur: Son dönemdeki bu yaklaşım, yukarıda izah ettiğimiz Türk dış politikasının genel çizgisinden bir kopuş, ya da bazılarının deyimiyle bir “eksen kayması” olarak nitelendirilebilir mi? Bunu da gelecek yazımızın konusu yapalım.
Kaynakça
1. Türk Dış Politikası I-II-III, Baskın Oran (2005) İletişim Yay.
2. The Making of Modern Turkey, Feroz Ahmad (1993) Routledge Press.