Teyemmüm Taşı

“Ana rahminden geldik pazara, bir kefen alıp döndük mezara” diyor Allah dostu, gönül eri Yunus Emre. Deverân eden zamanın değirmen taşı gibi öğüttüğü geçen ömrümüze dönüp bir baktığımızda ne görüyoruz acaba? Ne yaptım, ne kazandım, nereden kazandım, ne harcadım, nereye harcadım, ne kaybettim, neden kaybettim? Ve bunlara benzer onlarca soru! Kiminin cevabı hazır, kiminin cevabı meçhul ya da gizli!
Dünya, mesûliyeti olmayanlar hariç her insanın mutlaka bir şeyler ektiği bir tarladır. İnsanın yaşadığı coğrafya, bulunduğu çevre, yetiştiği aile ekilen bu tarlaya atılan tohumda az ya da çok etkisini göstermektedir. Hasadı ahirette yapılacak olan bu tarladan çıkan mahsuller nice yüzleri ağartırken, nice yüzleri de karartacaktır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur: “Oysa o gün bir kısım yüzler rablerine bakarak mutlulukla parıldayacaktır, bir kısım yüzler ise o gün insanın belini kıracak bir felâketi sezerek sararıp solacaktır.” (Kıyame, 22-25)
Allah’a ve ahiret gününe iman eden, hak ile batılı birbirinden ayırarak sıratı müstakîm üzere yaşamaya gayret eden Müslümanlar için hem dünyada hem de ukbada endişe edilecek bir durum yoktur. Cenab-ı Allah’ın “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 2) ayet-i kerimesini gerçek manada anlayan Müslüman, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu bilir ve hayatını ona göre şekillendirir. Allah’tan gelen ve gelebilecek olan her bir şeye hazırdır. Kimi zaman illet, kimi zaman zillet kimi zaman da gılleti yaşar ve tüm bunları imtihanın bir parçası olarak değerlendirir.
İnsan yokluktan var edilmiş, varlığından haberdar eden Yüce Allah’ın emri ile çoğalmış ve birlikte yaşama melekesini kazanmıştır. Bu meleke aile ile başlamış zamanla kabileler, köyler, şehirler derken insanlar tüm dünyayı birlikte paylaşır hale gelmiştir. Bu birlikte yaşama zorunluluğundan bazı ortak paydalar etrafında toplanma ihtiyacı hasıl olmuş. Bu paydanın adı vatandır, dindir, dildir, kültürdür, cemaattir, vakıftır…
Her birey nasıl ki bir birlikteliğin müntesibi ise bizde İslam sancağı altında, ortak paydası rıza-i ilâhî olan, insanı eğitme, eğitirken de eğitilme gayesi olan bir toplulukla zor zamanlarımızda, dar zamanlarımızda, mutluluklarımızda, üzüntülerimizde yıllardır beraberiz. Bu beraberliğimizin en son tecellisi ise çok kıymetli bir kardeşimiz olan Yusuf Şibik abimizin vefatı nedeniyle ona son görevimizi ifa etmek üzere oldu.
Klasik bir söz vardır: İnsan sevdiğinin kıymetini öldükten sonra bilir. Bizler merhum Yusuf abimizin kıymetini yaşarken de biliyorduk. Fakat bir daha dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığında onun yerinin dolamayacağını da çok iyi biliyorduk. Evet dostlar, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” sözü mucibince Müslümünın iyi bir hayat yaşaması icap ediyor.
Yusuf abi ile tanışmışlığım 20 yıl öncesine dayanıyor. Üniversitede okuduğum yıllarda beraber aynı evde kaldığım öğrencilerin sorumluluğu vesilesiyle kendisiyle sık sık bir araya gelme fırsatımız olurdu. Hayatı hep bir mücadele içerisinde geçen kıymetli abimizi ta o zamanlardan iyi bilirdim. Kendine has duruşu, konuşma üslubu, tavizsiz yaşantısına her zaman şahit olmuşumdur. Görevim icabı birbirimizden bir müddet ayrı kalsak da iletişimimiz her daim devam etmiştir. Merhumla son beş yılımızı ise aynı ortamda, aynı binada, aynı sohbet halkaları içerisinde geçirdik. Yusuf abinin İslamî hassasiyetine, hizmetlerine, fedâkarlıklarına, azmine ve gayretine asıl tanıklığım ise bu son beş yıl içerisinde oldu.
Yusuf abi omuzunda iki yük taşırdı. Birincisi, Sincan Enderûn Sevgi, Dostluk ve Yardım Derneği diğeri ise Enderûn İslami İlimler Akademisi’ydi. Hem dernek hem de akademinin iş ve işlemlerini beraberce yürütüyordu. Onun için Akademi çok önemliydi. Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla yıllarca gecesini gündüzüne katarak Akademi öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için uğraştı. Akademinin işletilmesinin çok hassas olduğunu ifade ederdi. Her yaptığı işi en sağlam şekliyle yapmaya çalışır, en ince ayrıntısına kadar hesap ederdi. Çalıştığı ortamdaki kişilerin çoğu bayan olduğundan mahremiyet hususuna ayrı bir itina gösterir, şüpheye mahal verebilecek durumlardan kaçınırdı. Bayan hocalara ve öğrencilere karşı laubalilikten, boş konuşmaktan her daim imtina ederdi. Tüm bu sebeplerden Akademi öğrencilerinin gerçek bir abisi oldu. Bu abiliğinin semeresine de kendisinin cenaze defin işleminden önce bizzat şehadet ettik.
Vefatının duyulmasının hemen akabinde Akademi öğrencileri hatimler, yasinler okumaya başladılar. Vefakâr öğrenciler sabahtan ikindi vaktine kadar yani cenazesinin defnedileceği saate kadar onlarca hatm-i şerif ile yüzlerce yasin-i şerif okumuşlardı. Kısaca daha henüz naçiz bedeni toprağa girmeden yapmış olduğu hizmetlerin karşılığını görmeye başlamıştı.
Şimdi Akademi öğrencileri mahzun, suskun ve de üzgün. Akademinin binasına her girişlerinde Yusuf abilerinin hayali canlanmakta gözlerinde. Ama nafile, Allah tarafından bahşedilen ömür nimeti Yusuf abimiz için nihayete ermiştir. Bizlere ise, yapmış olduğu hizmetlerle birçok örneklikler bırakarak aramızdan ayrılıp gitti. Onun vefatı, Din-i Mübîn-i İslam için yapılan hizmetlerde gevşeklik gösteren, dünyevî kaygılar sebebiyle yıllarca beraber hizmet ettiği kardeşlerine yüz çeviren, çok afâki bahanelerle sohbet halkalarına katılmayan ve yine dünyevi hesaplarla malım, mülküm, maaşım, param azalacak endişesiyle eli sıkı olan kardeşlerimize çok büyük bir nasihat oldu.
Ümit ediyoruz ki, Yusuf abimizin ahireti de dünyası kadar neşeli olur. Konuşmayı, gülmeyi, yemeyi, yedirmeyi çok severdi. İbadet hayatı da -ailesi kadar bilemesek de- tanık olduğumuz kadarıyla çok samimiydi. Sağlıklı iken edinmiş olduğu bu ibadet hali hastalık halinde de devam etmekteydi. Bu duruma hastanede kaldığı sürede refakatçi olarak yanında kalan birçok arkadaşımız şahit olmuştur.
Vefatından birkaç gün önce refakatçilik nöbeti bana geldiğinde biraz ümitlenerek biraz hüzünlenerek sabaha kadar onun halini müşahede etme fırsatı buldum. O haliyle bile insanî duygularından taviz vemeksizin “Sen uyu, ben idare ederim” demesi, ikide bir “Ah Bekir’im!” diye iç çekip sanki dünyada yapılacak birçok işinin yarım kaldığını ifade etmesi ve en önemlisi de sabah namazı vakti girdiğinde, abi müsaden olursa ben namazımı camide eda edeyim dediğimde “Kuzum şurada teyemmüm taşım var bana ver öyle git” demesi beni çok etkilemişti. Namazımı eda edip döndükten sonraki gördüğüm manzara da bir hayli düşündürücü ve de etkileyiciydi. Elindeki teyemmüm taşını sıkıca tutmuş ve o şekilde uyuya kalmıştı.
Evet dostlar, acaba bizim de bir teyemmüm taşımız olacak mı? Veya bir teyemmüm yapabilecek kadar vaktimiz ve imkanımız olabilecek mi, bilmiyoruz. Ama şunu çok iyi biliyoruz ki, bu dünya hayatı gelip geçici. Bugün Yusuf abimiz için duyduğumuz üzüntüyü yarın bir başka abimiz, kardeşimiz için duyacağız. Önemli olan şu fani dünyada hoş bir seda bırakabilmek.
Ne mutlu Allah’ın vermiş olduğu ömrü hayır yollarında tüketenlere, ne mutlu öldükten sonra gerçekten yokluğu hissedilen o insanlara, ne mutlu hayat boyu Allah için yaşayan o sevgili kullara. Rabbim Yusuf abimize ve tüm geçmişlerimize rahmet eylesin…