Tevbe

Allah, insanı yeryüzüne halife olarak seçmiştir. Yeryüzünü onun hayati tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatmıştır. Bu görevde sürekli kalabilmesi için onun yeteneklerini, zayıflıklarını ve üstün özelliklerini ortaya çıkaracak bir sınavdan geçmesi gerekiyordu. Bu nedenle o bazı zayıflıklarının yüzeye çıktığı bir sınava tabi tutuldu. O aldatma ve ayartmalara kanmaya eğimliydi. İtaatte sebat gösteremiyordu, unutması mümkündü. Çünkü çabucak hata yapıp yanılgıya düşebilecek bir fıtratta yaratılmıştır.
İnsan, hüküm gününe dek belli bir sınamaya tabi olacaktı ve bu dönemde hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaçlarını kendisi elde etmek zorundaydı. Ona tüm yeryüzü kaynaklarını tüketme ve diğer yaratıklara hükmetme yetkisi de verilmiştir. Yeryüzünde ne varsa hepsi insan denen eşrefi mahlûkat’a hizmet etmek için yaratılmıştır. İnsansa bir sınavdan geçmek için…
Sınav şuydu: İtaati veya isyanı seçme özgürlüğüne sahip olduğu halde Rabbine itaat edecek mi, yoksa etmeyecek mi? Eğer unutursa veya arzularına uyup kandırılırsa, hatasını fark ettiğinde uyarı ve öğütlerle pişman olup tevbe edecek mi? Salih ameller işleyerek imtihandan başarı ile çıkabilecek mi? Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an-ı Mübin’inde: “Gerçekten ben; tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayacağım.” buyuruyor. (Taha, 82) Bu ayete göre bağışlanma için dört şart vardır. Bunlar: tevbe, iman, salih amel ve hidayettir.
Tevbe: İsyan, itaatsizlik, şirk ve küfürden sakınmak. Kendimize şöyle bir baktığımızda göreceğiz ki birçok insan gibi biz de günahkârız, günah bataklığına dalmışız ve yaşadığımız her anımızda bir günahla iştigal etmekteyiz. Bu halimize çok üzülüyoruz. Böyle, günah işleyip kirlendikçe yaptığımız ibadetlerin bir değeri olmayacağına ve önce tevbe ederek günahlarımızdan el etek çekip bir daha işlemememiz gerektiğine karar vermemiz lazımdır.
İşte bu anda kendimizi tevbe geçidinde, kapısında buluruz. Şüphesiz, hedefimize ulaşmak için bu geçidi mutlaka aşmamız gerekir. Allah Teâlâ “Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki, felah bulasınız.” (Nur, 31) buyuruyor.
Tevbe ve istiğfar kelimelerinin Kur’an’da yoğun olarak geçmesi, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek için bunlara şiddetle ihtiyaç duyacağını göstermektedir. Dünya ve ahiret saadetini bu iki kelimenin muhtevasını kavrayarak elde edecek olan mü’min, şahsî, ailevî, toplum ve millet hayatında da bu iki kavramın derinliğine dalarak elde ettiği haz neticesinde ve ölçüsünde huzurlu ve mutlu olacaktır. Bu iki kavramın içeriğini kavrayamayan ve bunlara göre hayatını tanzim etmeyen bireylerin, ailelerin, toplumların ve milletlerin ruh ve kalpleri günah, isyan, zulüm gibi kavramlarla lekelenmiş ve vicdanları körelmiştir. Böyle bir toplum, günahların zifiri karanlıklarında boğulmaya, kaybolmaya mahkûmdur. Böyle bir çerçevede düşündüğümüz takdirde, günahların baş tacı edildiği hangi toplumun huzurlu ve güvenli bir şekilde hayat sürdürdüğünü veya sürdüreceğini söyleyebiliriz? Her türlü olumsuzlukların altında tevbe ve istiğfardan kaçışın aranması gerektiğini söylemek, abartılı değildir kanaatindeyiz.
Ebu Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: “Hz. Peygamber aleyhis salâtu vesselam buyurdu ki: “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af talep eder ve tevbede bulunursa kalbi cilalanır (leke silinir). Bilâkis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen leke kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk’ın: “Bilakis, onların irtikâp ede geldikleri, kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin, 14) ayetinde zikrettiği pastır.”
Yani tevbe etmedikçe, seherlerde “Aman Allah’ım!” diyerek gözyaşı dökmedikçe, “Rabbim ben acizim, ben hata yaptım” demedikçe felah bulmanıza imkân ve ihtimal yoktur. Bir başka ayet-i kerimede: “Ey iman edenler! Bir daha dönmeyecek tevbe ile Allah’a tevbe ediniz.” (Tahrim, 8) buyrulmaktadır.
Bir daha dönmemek üzere, diğer bir tabirle Nasuh Tevbesi ile günahı, kötülüğü tamamen bırakarak Allah’a tevbe ediniz buyuruyor. Bu bizim kendi menfaatimizedir. Çünkü günahta ısrar etmek, isyana devam etmek kişiyi hüsrana götürür. Yolumuz İslam yoludur. Bu yolun önderi bakınız hadis-i şeriflerinde ne buyuruyor: “Günahlarından tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.” Başka bir hadis-i şeriflerinde: “Ey insanlar! Allah’a tevbe ve istiğfar ediniz. Ben günde yüz defa istiğfar ediyorum.” buyuruyor.
Hazreti Mevlana -kuddise sirruh- tevbeyi şu şekilde anlatır: “Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak havalarda açar!” Tevbe ve istiğfar, fert ve milletleri selamete götürür. Gelecek bela ve musibetleri izale eder. İnsanın günahtan hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masum tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.
Evet, günümüz dünyası; çarşısıyla, pazarıyla âdeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her yer “Heyte lek” yani “Bana meyletmez misin?” diyenlerle dolmuş… Bu meyletme işini sadece şehvet noktasında değil; para pul, makam mevki ve tüm menfaatlerde de düşünebiliriz. İşin tuhaf yanı toplum artık bu durumu kabul etmiş, yadırgamamaya başlamış, sanki çok normal bir şeymiş gibi görmeye başlamıştır. İşte tehlike bu noktadan başlıyor. Bu, toplumun bozulmasının en belirgin özelliğidir.
Mü’min, böyle bir toplum içinde ne yapmalıdır? Bu sorunun cevabı “Maazallah!” yani “Allah’a sığınırım!” olmalıdır. Yusuf gibi… Züleyha: “Heyte lek” yani “Beri gel” dediğinde, Hazreti Yusuf “Maazallah!” demesini bilmiştir. Nefsine hâkim olmuş, Mısır’a sultan olmuştur. İnsan bir anlığına nefsine yenik düşerse kalitesini, onurunu ve haysiyetini ayaklar altına almış olur. Çok dikkatli olmak lazım. Hele hele şu ortamda…
Kaliteli insan, “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah’a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmeli ve “Allah’ım, bunu nasıl yaptım bilemiyorum! Böyle bir günah işlemekten dolayı senden çok utanıyorum.” deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun, bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.
Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, işlenen günaha hiç mi hiç hakk-ı hayat tanınmamasıdır. Mü’min, herhangi bir hata karşısında ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapmak adına da hiç vakit fevt etmemelidir. Zira ecel gizlidir. Her an gelebilir. Unutulmamalıdır ki taviz tavizi doğurur. Harama karşı tedbirli ve temkinli olunmalı ve asla taviz cihetine gidilmemelidir.