Tabiat ve Yalnızlık Özlemleri

Tabiat ve Yalnızlık Özlemleri

“Önce bu dünyâya âit olmadığımızı bilip, her ân yola çıkacak, sorumluluk sahibi titiz bir yolcu gibi davranmayı öğrenmemiz gerekiyor.”              

(A.Bulaç, Özgün Duruş Gazetesi, 5-11 Mart 2010)

Ayrılmak, yolda yalnız kalmak demek. Yalnızlığın o muhteşem sessizliğine gömülüp, sükûnet içinde hayâtı, yapıp-ettiklerini düşünmek, gözden geçirmek, bence dünya yolunun yolcularına verilen en büyük nîmet.  …Yalnız kalmazsan kalabalıklar içinde erirsin.

Çoğunluğun çözümü, çoğunluğun içinde kalmaktır; yâni hiçbir şeyin farkında olmamaktır.

Sorun, neler olup-bittiğinin farkında olanlarda. Bir kısmı farkındadır bir şey yapmaz, diğer kısmı çırpınır durur.

(D.Cündioğlu, Düşünce Düşlenir, s.84,85, 1. Baskı İst. 2005;)

“Kendini dağlara vurmak, İbrâhimî bir gelenektir.” (M.İslâmoğlu)

Muhammet İkbâl, Hz. Muhammed’e hitâben, “Gel benim gönlümde konakla, çünkü yeryüzünde benden daha yalnız bir Müslüman yoktur.”

(“A. N Tarlan”, Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, İst 1989, Kültür Bak. Yay. S.?)

Dünyâ bizim nihâî vatanımız değil. Bir gün bırakıp gitmek zorunda olduğumuz fânî bir mekân. Yollardayız. Geçip gidiyoruz. Tedirginliğimiz yollarda oluşumuzdan kaynaklanıyor. Mâlumdur ki, kişi aslî mekânına varıncaya kadar hep endişeler içindedir. Rolümüzü oynayıp süremizi bitirdikten sonra çekip gideceğiz. Belki terimiz bile kurumadan yola revan olacağız.

Rolümüzü doğru tesbit edip, güzel oynamak diye bir meselemiz var. Hayattaki ana misyonumuz, temel vazifemiz doğru tesbit edilmeli, görev bi hakkın ifâ edilmelidir.

Kalabalıklar içinde dikkatimiz dağılabilir, gözümüz ve gönlümüz hedeften kayabilir. Meselesiz, dertsiz, çilesiz yığınlar içinde sürüklenip gitmek, su üzerindeki çöplere dönüşmek kime ne kazandıracaktır? Yalnız kalmazsan derinliğine yol alamazsın. “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” suâlini kendine soramazsan rolünü doğru belirleyemezsin. “Yaşadığım hayâtı kime beğendirmek zorundayım?” diyemezsen, bulunduğun nokta, “Uydum kalabalığa!” noktasıdır. Bunun adına kula kulluk derler.

Yanlış yaşanan bir hayatta hak ve hakikatin talibi olmak yalnız kalmaktır. Yolda avâl avâl bakanlar, yola yatanlar, yolu satanlar, yol arkadaşı, can dostu olamazlar. Ayağa takılmaktan, sinir germekten başka bir işe yaramazlar. Yana-tüte gidenleri, eriyip bitenleri anlamazlar. Şu ağıta kulak verir misiniz?

“Kimse benim hâlimi anlamıyor

Kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor.”

Ne olup bittiğinin farkında olanlar, içten içe yanmağa başladılarsa… Serin yağmurları gönder Mevlam.  Şöyle bulutlar dolusu, gökler dolusu.  Yoksa bu yangınlar nasıl söner?

Kendini dağlara vurmayı, Hira’larda, “arayış” dağlarında günlerce kalmayı nasıl izah etmeli.

Olan ne, olması gereken ne?

Bu suâle doğru cevap bulmalı. Aksi takdirde işimiz “Yandım Allah!” türküleri söylemektir.

“İnsan ya problemlerini unutmasını, ya da mezarını kazmasını bilmeli” demişler.

Ya diyalog kuracak dost bir gönüle ermeli, ya da kendi alevimizi kendimiz içmeyi öğrenmeli.

 Kim bilir? Belki de Allah’tan gayrı hiçbir yakınımız yoktur.

Ya deryâlara ulaşıp sükûnete ereceğiz, ya da hırçın nehirler gibi çağlaya çağlaya, başımızı nice bin taşlara vura vura akmayı sürdüreceğiz. Üçüncü bir yol yok.

***

“Eskişehir’deyken (tabiata), dozlara, iklime dikkât ettiğimi hatırlıyorum. Şâir olmak için her hâlde tabiat ortasında olmak lâzım. Şehir, dikkâti ve düşünceyi başka yerlere götürüyor. Şimdi ne Allah’ı ne tabiatı ne de nâ mütenâhiyi düşünüyorum. Cemiyet içinde yaşamak düşünmemekle müsâvi. Hisler, fikirler, dikkâtler dakîkada bir değişiyor. Ben buna bakarak, insanların fikirlerinin ilerlediği için değil, hayatları değiştiği için Allah’ı unuttukları fikrine sâhib oluyorum. Newyork’ta değil, burada da artık Allah’ı düşünmeye vakit yok.

(M. Kaplan’ın “Ali’ye Mektuplar” isimli eserinden)

“Şimdi şehirler, içinde evcil, dayanıksız ve rahatlık bağımlısı bir tuhaf cinsi barındıran, dev kuş kafeslerine benziyor.”

(A.T. Alkan, Tartışmacı Arkadaşlara Başarılar Dilerim, s. 10, Timaş, 2002, İst.)

“Şehirler bir kitap gibi okunabilir ve içinde yaşayanların hâllerinden haber verir; benim, şehirlerin yüzünden okuyabildiklerim içimi kasvetle dolduruyor.

Ne yalan söyleyeyim, apartman denilen gönüllü mahpushânelerden nefret ediyorum.”

(A.T Alkan, Kalem İşleri, s. 46,143. Ötüken, İst. 2002)

İdeolojilere göre değil de, bilimin rehberliğinde fıtrata uygun bir dünya kursaydık daha mutlu olacaktık. Mâlesef günübirlik yaşardık. Uykumuz dar, vicdânımız susmuştu. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünerek bir dünyâ kurduk. Kurduğumuz dünya fıtratımızla örtüşmedi. Şimdi her tarafımız yara-bere. Vücûdumuz da gönlümüz de kanıyor.

Kafası ve gönlü güzelliklerle dolu olmayanlar güzellik üretemezlermiş. Anladık ama iş işten geçti. Artık kendimizi “Kuş kafeslerinde” mi, “Modern hapishânelerde” mi kabul ederiz bilmem. Bildiğim bir şey varsa sıkıntıdan patlıyoruz. Bundan kurtulmak için televizyon ve internetlerin eğlence dolu programlarına kaçırıyoruz ama… Heyhât! Bu defâ da rûhumuz kanamaya başlıyor.

Eh,  problemlerinin  çözümünü yabancılara havâle edenler gele gele buralara geleceklerdi. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi ama ne görecek göz, ne akledecek öz vardı.

Şimdi hep berâber dişimizi sıkalım; bu trajedileri yaşamak, bu acılara katlanmak zorundayız. Başa gelen çekilir.

Yeni baştan ilk düştüğümüz yere, ilk sebebe gitmekten başka çâremiz yok.

İşe nasıl başlamalı?

İlk düğmeyi yanlış iliklememenin formulü nedir?

Bu, birinci şart.

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.