Şükreden Bir Kul Olmak

Kur’an-ı Kerim’de 114 sure vardır. Bunlardan bir tanesi de “İNSAN” suresidir. İnsanın yaradılışından, yaşam tercihlerinden, ahiretten, iyilerin dünyadaki davranış biçimlerinden, ahiretteki mutlu yaşamlarından, Allah’ın rızasından… bahseder. Tabi ki bu arada kötülerin düşünce ve yaşam tarzları ile ahiretteki feci durumlarından da bahseder. Kur’an-ı Kerim’de insan için en önemli tavsiyeler de bu surede verilir.
“Kuşkusuz biz insana yolu gösterdik; ister şâkir olur ister kâfir olur.” (İnsan, 3)
Şâkir ya da kâfir olmak! Bu iki kavram; hayatı ve sonrasını içerisine alır. İnsanın irade kullanmasının iki ucunu da bütün özgürlüğü ile açık bırakan ilahi irade insandan, inancını ve amelini sürekli olarak değerler terazisinin ölçülen kefesinde tutmasını ister. Bu bakımdan şükran-ı nimet ve nimete karşı nankörlük hali Kur’ân’î tabirlerin hepsi ile irtibatlı yegâne anlam örüntüsüdür.
Şükür hali; imanı, ibadeti, pozitif düşünceyi, ameli, ahlakı… kısaca iyi ve güzele ait ne varsa hepsini içerisine alan bir hayat biçimini temsil eder. Bu hal bazen merhametli bir cümle, bazen bir tebessüm olurken; namazda kıyam, oruçta açlık, sofrada besmele, kurbanda tekbir her halükarda Allah’a hamd olarak vücut bulur.
Küfür hali; inkârdan, nankörlükten, isyandan, düşüncedeki bozukluktan, yanlış davranıştan ahlaksızlığa… kötü ve kötülük adına ne varsa hepsini temsil eden karanlık bir hayat biçimidir. Bu ruhun sahiplerini; başta Allah’a isyan olmak üzere, anne ve babaya isyana teşvik edenler olarak görürüz. Aileleri birbirine düşüren, “insanları özgürleştiriyoruz, onları tebaalıktan çıkarıp birey yapıyoruz.” diye önce onları tarih ve kültürlerinden koparan, yalnızlaştıran sonra da uyuşturucu ve her türlü istismara açık hale getiren, iyilik ve güzellik olarak ne varsa ona saldıran, nimet şımarığı canavarlar olarak görürüz.
Kur’an-ı Kerim bu iki hali de din olarak tanımlar. Allah katındaki din, şükran-ı nimet içinde olanların dini olan İslam’dır. Diğer yaşam biçimleri küfran-ı nimet olarak reddedilmiştir. O hayatlar israf edilmiş, heba edilmiş ahirette de karşılığı olmayan yaşamlardır.
“O, kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allah’ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız!” (İbrahim, 34)
Yüce Rabbimiz Kevser suresinde “Muhakkak biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.” buyurur. Bu kısacık surede Rabbimiz ihsanı olan nimetlere nasıl şükredeceğimizi özetler. Kevser kavramı Kur’an’da zikredilen hayırların hepsini içerdiğinden sure-i celile kendinden önceki ve sonraki ayet ve surelerin de özeti sayılır. Elbette sure Efendimizi muhatap almaktadır. Ancak onun şahsında ümmete de yol göstermektedir.
“Yüce Rabbimizin ikram ettiği nimetlerine karşı şükür nasıl edilmelidir” sorusunun gerçek cevabı buradadır. Bu kısacık, üç ayetlik mucize cümleler bize; nimet şımarığı olmamayı, zenginleştikçe zenginliği vereni unutup firavunlaşmamayı, bilakis alçakgönüllü olmayı, ibadet ve itaati artırmayı, özellikle namaza devamı ve kurbanı kesmeye teşvik eder.
Önderimiz olan Efendimiz ve kardeşleri Peygamberler hep şükreden kişilerdi.
“… Doğrusu Nuh çok ŞÜKREDİCİ bir kuldu.” (İsra, 3)
“İbrahim, Allah’ın nimetlerine ŞÜKREDENDİ…” (Nahl, 121)
Rabbinizin verdiği nimetleri O’nun istediği yerde kullanmak bir şükürdür. O’nun verdiği hayatı, O’nun için yaşamak, O’nun istediği yolda yıpratmak ve O’nun istediği zamanda emanetini teslim etmeye çalışmak bir şükür halidir.
Şükür sadece içte yaşanan bir hal değildir. Nasıl ki rabbimizin nimeti görünür halde ise şükrün de yaşanan hayatta görüntüleri vardır. Surede bunlardan iki tanesi örnek ve özet olarak sayılmıştır. Bunlar namaz ve kurbandır. Namaz kılmayan mü’min, ne kadar şükreden bir kul olduğunu iddia etse de Rabbimizin istediği şükrü yapmamakta, kendine göre bir şeylerle meşgul olmaktadır ve bir çeşit nankörlük içerisindedir. Zira verilen nimetlere karşı yapılması istenen hareket ve gerçekleştirilmesi istenen tavır namaz kılmak ve fedakârlık göstermek, diğerkâmlık yapmak gibi kelimelerle özetleyebileceğimiz kurban kesmektir.
Bu iki ibadetle birlikte; oruç, zekât ve sadaka ibadetleri Adem aleyhisselam’dan beri Allah’ın kullarından talep ettiği bir haktır. Hatta hac ibadeti için “…Ona bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır…” (Âl-i İmran, 97) buyrulmaktadır. Her ümmet namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât ve sadaka vermiştir.
Bu surenin içine aldığı emirlerin en önemli yönü tevhit ve ihlâsı içermesidir. Rabbin sana Kevser’i, bolluğu ve bereketi verdi. Sende -Lİ RABBİKE- “Rabbin için” yani sırf Allah rızası için muvahhit bir müslüman olarak ihlâsla ve nimete şükür sadedinde namazını kıl. Rabbin için maddi ve manevi neyin varsa şükür nişanesi olarak kurban et. Peki
KURBAN NEDİR?
“Elbette kurbanların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Allah’a sizin takvanız ulaşacaktır…” (Hac, 37)
Kurban; asıl manası itibarı ile Allah’a yaklaşmak için sunulan herhangi bir şey demektir. Örfümüzde de Allah’a yaklaşmak için kesilen hayvana (kurbanlığa) isim olmuştur. Bu anlamıyla kurban diğer sadakalardan daha genel ve Allah’a yakınlık ifadesi arayışında daha kapsayıcı bir ibadettir.
Allah için kurban kesmek demek aslında içimizdeki manevi yakınlığı ifade edebilmek için semboller kullanmaktır. Pek tabidir ki bu semboller malın, mülkün, canın ve her sevginin Allah yolunda kurban edilişidir. Elbette kurbanlarımızın etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Allah’a bizim takvamız, ihlâs ve samimiyetimiz ulaşacaktır.
İnsanoğlunun dünyada geçirdiği ilk imtihanlardan birisi Kurban ibadeti ile ilgilidir. Âdem aleyhisselam’ın çocukları, ilk kurbanları ve kurbanlarıyla imtihanların sonucu ortaya çıkan Allah’a itaatsizlik, anne ve babaya saygısızlık, kardeşlerini ve yaptıklarını kıskançlık, kibir ve sonunda yeryüzünde işlenen ilk cinayet olarak bilinen bir kıssadır. Yani aslında kurban içerdeki duyguların bir nevi dışa vurumudur.
Merhum Seyyid Kutup’un dediği gibi “Zenginlik ve refah, bazılarının kalbini katılaştırır, hassasiyetini yok eder, fıtratını bozar ve perdeler. Öyle ki, artık hidayet yollarını göremez, batılda ısrar eder, Hakk’a karşı kibirlenir, yolu aydınlığa açılamaz olur, geçmiş büyükleri ve onların yaptıklarıyla övünüp kendi yaşantılarına gerekçe olarak öne sürer. Oysa
MÜLK ALLAH’INDIR!
diye düşünmeli ve dua etmeli değil miydi?
“Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin de.” (Âl-i İmran, 26)
Doğrusu gücümüze bakıp aldanıyoruz. Bize bu derece güç ve kuvvet verenin yüce Allah olduğunu unutuyor, mala sıkı sıkı yapışıyor zekâtı ve yardımlaşmayı unutuyoruz. Oysa bu malı bahşeden yüce Allah’tır. Doğrusu; babalarımız, oğullarımız, kardeşlerimiz, kadınlarımız, akrabalarımız, kabilemiz, elde ettiğimiz mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaretimiz, evlerimiz, bize çok sevimli gelmeye başladı.
Oysa Kureyş suresine biraz yakından bakarsak; özelde Kureyş Kabilesine verilen nimetler, kazandırılan itibarları sayarak başlar ve bu ihsanların karşılığı ve insanlığın fıtri gereği olarak kendilerine bu nimetleri veren, cömert ve merhametli olan; Kâbe’nin, Kureyş’in ve tüm insanlığın sahibi ve yaratıcısı olan Allah’a ibadet etsinler buyurur.
Sure-i celilenin girişinde Kureyş kabilesine verilen ticaret ve seyahat sevgileri, ticaret cesareti ve kabiliyetleri, ticari itibar, ticaret antlaşmaları ve güvenlik işbirliklerinden özet olarak bahsedilir. Hemen arkasından da bütün bunların bir insan ya da bir kabilenin marifeti ile olabilecek şeyler olmadığı bunun Rabbi Zülcelal’in Kâbe’yi o beldede konuşlandırmasının, O beldeyi “Haremen âminen” “Kan dökmenin yasak olduğu emin bir bölge” ilan etmesi, İbrahim Peygamberin duasına icabet gibi birçok rahmani sebebin olduğuna işaret eder.
HATIRLATMAK MÜ’MİNLERE FAYDA VERİR.
“Öyle ise onları açken doyuran ve korkudan emin kılan. Kâbe’nin Rabbine ibadet etsinler!” (Kureyş, 3-4) yüce buyruğu öncelikle bütün gafil mü’minlere Rabbi Zülcelal’imizin verdiği nimetleri hatırlatmak sonra da şükrün gereğini yapmak üzere bir çağrıdır.
Nimete teşekkür kulluğun bir gereğidir. Verdiği nimete şükredilmesini istemekte Rabbi Zülcelâl’in kulları üzerindeki hakkıdır. Bazen ihsanlar başımızı döndürüyor ve ihsanın sahibini unutup her şeyi kendimizden ve aldığımız önlemlerden zannediyoruz.
Etrafımızda gerçekleşen kar, dolu, yağmurlar, seller, taşkınlar ve afetler… hep birer hatırlatmadır. Yanlış yapana bir öğüttür. Aslında biz ayağımızın altındaki toprağın bizi yutmayacağından, üzerimizdeki göğün parçalanmayacağından, hatta kapımızdaki köpeğin bizi parçalamayacağından emin değiliz. Bu emniyeti, güveni ve huzuru da biz sağlamadık. Bize bütün bunları sağlayan Kureyş kabilesine Kâbe’nin hatırı ve İbrahim aleyhisselam’ın duası hürmetine can güvenliği ve geçim bolluğu sağlayan Rabbimizden başkası değildir.
Bu nedenle Kureyş kabilesinin inkârcılarının iman etmesini ve verdiği nimetlere karşılık Allah’a kulluk etmelerini istemesi nasıl Rabbimizin bir hakkı ise bizden de kulluk görevlerimizi istemesi en doğal hakkıdır.
“Hatırlat, çünkü hatırlatmak inananlara yarar sağlar. Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızıklandıran da güç ve kuvvet sahibi olan da Allah’tır.” (Zariyat, 55-58)
“Öyle ise onları açken doyuran ve korkudan emin kılan Kâbe’nin Rabbine ibadet etsinler!” (Kureyş, 3-4) Burada anlatılan fil sahiplerinin etrafa saldığı korku ve bunu tamamen Rabbi Zül celal’imizin bir ihsanı olarak ebabiller ile def etmesi ve bunun sonucu oluşturduğu emniyetten bahsediliyor.
Bununla beraber “Görmediler mi çevrelerinde insanlar kapıl(ıp öldürülür veya esir edil)irken biz (Mekke’yi) güvenli bir bölge yaptık.” (Ankebut, 67) buyrulduğu üzere etraf da hiç güvenli değil. Etraftaki halk vahşet ve kötülük içinde çırpınıp dururken Kureyş kabilesi Allah’ın Beyti’nin civarında emin bir şekilde yaşıyordu. Onlar fark etmeseler de. Bu güvenlik kendilerinden değildi, Beytullah’ın sahibi Rabbi Zülcelal’dendi.
Kureyşliler emin belde olan Mekke ve civarında güven içerisinde yaşadıkları gibi ticari seferlerinde de Allah’ın bir lütfu olan ülfet ve sevgi diye ifade edebileceğimiz “ilaf” formülü ile korkudan emin olarak ticaret yapıyorlardı.
İnsanlar geçmişlerine, yaşadıkları çevreye bakmak zorundalar. Yani misyon ve vizyonlarının gereklerini yüklenmeliler. Tarih kendileri ile başlamadı. Ve kendileri ile de bitmeyecek. Bugünlerini güvenlik içerisinde bol ve bereketli yaşayanların aldıkları nefeste, yedikleri ekmekte ve içtikleri suda atalarının emeği, alın teri, kan ve gözyaşları içerisinde yaptıkları kabul olmuş duaları var.
Kâbe’nin ehli olmak için “Hadimül Haremeyn” diye anılmak yeterli olmaz. Harem’in ehli olabilmek için bütün dünyada cehalet ve kötülüğün ıslahı, insan ve diğer canlıların yaşam hakları ve can güvenliklerinin sağlanması, asayişin tesis edilmesi, anarşi ve yağmacılığın ortadan kaldırılması, ihtiyaç içinde kıvranan fakirlere ve miskinlere gereği şekilde yardım etmek gerekir. Allah’ı bir bilerek O’nun yolunda ve O’nun hükümlerini yerine getirme uğrunda mücadele ederek O’na layık kul olmak gerekir.
“Hatırlayın ki; Rabbiniz size şöyle bildirmiştir. Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)