Sonsuz merhamete Malik olanın 99 adı ile…

Lügatte “sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek; yumuşaklık, kolaylık” gibi anlamlara gelen huşû kelimesi, terim olarak Allah’ın huzurunda olduğu bilinciyle tevazu gösterip boyun eğmeyi ifade eder.
İsra suresi 107-109. ayetlerde “huşû” kelimesi isim olarak, on altı ayette de kökün türevleriyle kullanılmıştır.
İsra/ 107:
De ki: “Siz ona inanın veya inanmayın, şu bir gerçektir ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere (Hakk’ın kelâmı) okununca derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.
İsra/ 108:
Ve “Rabbimizi tesbih ederiz, rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir” derler.
İsra/ 109:
Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar; Kur’an onların saygısını arttırır.
Al-i İmran/199:
Ehli-i Kitap’tan öyleleri vardır ki hem Allah’a hem size indirilene hem de kendilerine indirilmiş olana inanırlar, Allah’a karşı saygı duyup Allah’ın ayetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah hesap görmekte çok çabuktur.
Enbiya/89:
Zekeriyya’yı da an! Hani o, rabbine şöyle niyaz etmişti: “Rabbim! Geride kalanların en hayırlısı sensin, yine de sen beni yalnız (çocuksuz) bırakma!”
Enbiya/90:
Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahya’yı verdik; eşini de bunun için elverişli kıldık. Onlar, hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin saygı içindeydiler.
Mü’minûn/2:
Ki onlar (Mü’minler), namazlarında derin bir saygı hali yaşarlar;
Hadîd/16:
İman edenlerin, Allah’ı anmak ve vahyedilen gerçeği düşünmekten dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilmiş ve üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu yoldan çıkmışlardır.
Bu yazdığımız ayetler işaret etmektedir ki; huşû kelimesinin terim anlamını “Allah karşısında duyulan saygı ve ta’zimden dolayı her türlü benlik iddiasını terk ederek O’na boyun eğme ve bunun hareketlere yansıyan tezahürü” şeklinde belirlemek mümkündür. Gerçekte huşu kelimesi “hem kalpte belirtisi olan hem bedende belirtisi olan” şeklinde ikiye ayırmak da mümkündür. Kalple ilgili olan yönü, Allah’ın azameti karşısında kulun büyük bir saygı hissiyle edep haline geçmesi; hariçle ilgili yönü ise bu saygı ve edep duygusunun organlara yansımasıyla sükûnet ve vakar ifade eden bir görünüş, duruş ve davranış sergilemesidir. Meselâ namazda kulun kalbinde hissettiği huşû gözlerin sadece secde yerine bakıp sağa sola kaymaması şeklinde tezahür eder. Bilhassa mutasavvıf müelliflerin kalbe ait fiillerden saydıkları huşû, her şeyden önce kişinin Allah’a karşı son derece saygılı olması, kendini O’nun huzurunda hissedip sükûnet ve vakar içinde boyun eğmesi şeklinde manevi bir durum olduğuna göre yalnız belirli ibadetler esnasında değil hayatın her anında Allah’ın huzurunda kulun takınması gereken bir kulluk tavrı ve edebidir.
Bununla birlikte huşû denince ilk akla gelen şey namazdaki duruştur. Çünkü namaz hem şekil hem de muhteva olarak kulluğun derinden yaşanmasına ve hareketlerle ifade edilmesine en uygun ibadettir. Bu sebeple namazın temeli huşû ve ihlâstır. “Gerçekten namazlarında huşû içinde olan müminler kurtuluşa ermiştir” (Mü’minûn, 1-2) mealindeki ayet namazda huşûnun önemini göstermektedir. Bundan dolayı Ebu Bekir el-Vasıtî huşûyu, “bir karşılık beklemeden Allah için tam bir ihlâsla namaz kılmak” şeklinde tanımlamıştır. Bazı Müslüman âlimler namazdaki huşûyu, kişinin namaza durduğu zaman sağında solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyecek derecede kendisini ibadete vermesi şeklinde anlamışlardır.
Gazzâlî namazdaki huşûnun önemine işaret ederek, “Namaz kılan kimse rabbi ile gizli konuşur” (Buhârî, Mevâḳīt, 8; Ṣalât, 33) mealindeki hadisi açıklarken namazın özü ve esası olan zikrin Allah ile konuşma anlamına geldiğini, gaflet içinde kelimeleri ve harfleri telaffuz etmenin ise Allah ile konuşma sayılamayacağını söyler. Çünkü ayet ve duaların anlamı düşünülmediği sürece kalp de gaflet içinde olacaktır. Bu sebeple namazda huşû olmayınca namaz sırt ve başın hareketinden, vücudun eğilip doğrulmasından ibaret kalır. Hatta Hasan-ı Basrî rahîmehullah’dan “Huzursuz kılınan namazın sevaptan ziyade ukubâta müstehak olacağı” bile rivayet edilmiştir.
Bazı fıkıh âlimleri huşûyu namazın şartlarından kabul etmişlerse de büyük çoğunluk, huşûnun irade dışı yönlerinin bulunduğu, kazanılmasının belli bir terbiye sürecini gerektirdiği, dolayısıyla her Müslümanın namaz esnasında kalp huzurunu sürekli korumasının mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle huşûnun namazın şartlarından değil kemalini sağlayan sünnetlerinden olduğunu belirtmişlerdir. Bunun için de kişinin bütün kalbiyle Allah’a yönelerek her türlü dünyevî düşünceden uzak durmaya çalışması, okuduğu ayetlerin manasını düşünmesi, secde yerine bakması ve gereksiz hareketlerde bulunmaması tavsiye edilmiştir.
Mevlana Celâleddin Rûmî de “huşû” hakkında harika tespitler ortaya koymuştur. Bu konuda Mesnevi’den birkaç alıntı yapmak çok yerinde olacaktır.
“Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla… Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yani namazdan manen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allah’ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.”
“Ey Hak talibi can! Önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen sevgili Peygamberimizin ‘Namaz, ancak kalp huzuru ile tamam olur’ hadisini hatırla da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalp huzuru ile namaza başla.”
‘Dostların yanına eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenab-ı Hak, mahşer gününde halka: ‘Kıyamet günü için ne armağan getirdiniz?’ diye soracak. ‘Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza muhtaç bir halde geldiniz’ diye buyuracak. ‘Haydi, söyleyin kıyamet günü için armağan olarak ne getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan ahirete dönmek ve Allah’ın huzuruna çıkmak ümidi yok muydu? Kur’an’ın kıyamet hakkındaki haberi, size boş mu görünmüştü?’
Rasulullah Efendimiz aleyhisselam da diğer ibadetlerde olduğu gibi namazda da huşûya çeşitli vesilelerle dikkat çekmiş, huşû halini zedeleyecek şekilde namaz kılanları ikaz etmiş, bizzat kendisi gözünün nuru saydığı namazda hem zihnini hem de bedenini gafletten ve gafilce hareketlerden uzak tutarak huşûda ümmetine örnek olmuştur.
Rasul-ü Ekrem Efendimiz namazda ilâhî rıza ve rahmete nail olabilmek için yüzünü sağa sola çevirip bakmaktan, yani namazın ruhu olan huşûyu zedeleyecek hareketlerden kaçınılmasını istemiş. Ayrıca yemek hazırken namaza durmak, namaz vaktinin çıkması söz konusu olmadığı halde sıkışık abdestle namaz kılmak gibi adaba aykırı olan davranışlar namaz kılanın zihnini meşgul edeceğinden böyle durumlarda namaza başlamayı uygun bulmamıştır.
Bu konuda Rasulullah aleyhisselamın şu tespiti kâfi olacaktır :
“Kul namaz kılar fakat namazının ancak onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât)
Abdullah bin Mes’ûd r anh, dostlarına şöyle derdi:
“–Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve daha çok gayret gösteriyorsunuz. Lâkin onlar sizden daha faziletliydiler.”
“–Ne ile bizden daha faziletli oldular?” denilince de:
“–Onlar dünyaya karşı sizden daha zâhid, ahirete karşı sizden daha rağbetli idi.” derdi.
Yazımı Nurettin Topçu hocamın şu sözüyle bitirmek istiyorum.
“Kalple yapılmayan her bir ibâdet, faydasız bir yorgunluk veya alışkanlıktır.”
Kaynakça
TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, HUŞÛ’ MAD.
HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ
İHYÂ ULÛMÛ’D DÎN
MESNEVÎ
BUHÂRÎ, EBÛ DÂVÛD
EL MÜFREDÂT FÎ ELFÂZİL KUR’ÂN