Sinemada Tebliğ Metodu, İNSANIN DEĞİŞMEYEN İÇ GERÇEĞİ

Kuşkusuz, bir müslümanın şu iki düstur üzere hayatını tanzim etmesi gerektiği malumunuzdur: İslam’ı yaşamak ve yaşatmak!..
İlki, içte nefse karşı büyük bir mücadeleyi gerektiriyor, diğeri de dışta inkar ve dejenerasyona karşı çetin bir mücadeleyi…
Bunun her ikisi de “cihad” ve “tebliğ” kavramında düğümlenir.
“Cihad”, üzerinde bütün müslümanlarca ittifak edilen bir tavırdır. Daha açık ifadesi ile “Nefse karşı İslam ahlakı ile karşı alış.” demek olan cihad’ın temellendiği hikmet şudur: Hassasiyet, soğukkanlılık, merhamet, sadizm, öfke, kin, intikam, bencillik, cömertlik, pasiflik, aksiyonerlik, acelecilik, cesaret gibi kişinin karakterini oluşturan duygu birikimleri, her insana, ideal dozda değil, az ya da çok değişik dozlarda verilmiştir. Bir insan korkaktır, ama öte yandan son derece ideal bir merhamet anlayışına sahiptir. Cesaretli biri de belki bir intikam budalasıdır. Oldukça cömert birinin, kimi zaman oldukça öfkeli olduğu çok görülmüştür. İnsanlara, bu duyguların bazen az, bazen çok verilmiş olmasının, düşünen kafalar için ilahi bir hikmet olduğu açıkça ortadadır. Bu durum, insanların kendi içlerinde iyiliğe ve kötülüğe meyilli olduklarını, sağlam bir sistem ve mantık ile, kendine az verilmiş olan iyi duygularını ideal seviyeye çıkartmak, kötü duygularını da sıfır noktasına doğru azaltmak için çalışmaları gerektiğini göstermektedir. İşte, insanların neden bu dünyada “imtihan” üzere olduklarını, giderek İslâm’ı ve cihadı daha iyi anlayabilmek için bu basit diyalektiğe dikkat etmek yeterlidir. İşte, insanın iç gerçeği budur. Bu gerçek, yüz bin yıl önceki insan için de, yüz bin yıl sonraki insan için de aynı anlamı taşır. Yani insanoğlu, değil Ay’a, Güneş’e de gitse, bilim ve teknikte akıl almaz keşiflere gebe de olsa, insanın bu iç gerçeği kıyamete dek değişmeyecektir. Ve bu gerçek üzerine temellenmiş olan İslam, insanlığın tek hayat nizamı olarak önemini koruyacaktır.
Zaten, beşeri doktrinlerin geçersiz kalmalarının ve mütemadiyen fert, grup ya da toplum emperyalizmine yol açmalarının en önemli sebeplerinden biri de, insanı hep dış yapısı ile ele almış olmaları değil midir?
İNSAN VE GELİŞEN İLİŞKİLERİNDE, TEBLİĞ ARAÇLARININ YENİLENMESİ
İslam’ın yaşatma yönüne taalluk eden “tebliğ” ise, sosyal realitelerle direkt ilişkide bulunduğu için, gelişen ilişkiler mekanizması ve değişen bilim ve teknikle birlikte, gelişme ve değişme zorunluluğu taşımaktadır. Ancak, bu gelişme, en ufak reformist davranıştan uzak, İslam’ın siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai hiçbir ana prensibine zarar vermeden, her yeni değişimi içine ala ala ilerlemek anlamındadır.
Bu değişimler, tebliğ araçlarını yenilemiştir. Bugün, artık ezan ve hitabet hoparlörlerle yapılmaktadır. Keza, her gün yüz binlerce kişinin eline ulaşan basın, modern çağın getirdiği Asr-ı Saadet’te yer almamış olan bir tebliğ aracıdır.
Ancak, bu tebliğ araçları, tebliğ metotlarında da birtakım değişimleri beraberinde getirmektedir. Örneğin, basının ve sinemanın zorunlu olarak resme dayalı olması, tebliğ metodunun çehresini değiştirmiştir. Bilindiği gibi, haramlığı ve helalliği noktasında kesin ittifak kazanılmış bir konu değildir resim. Böyle olduğu ve bunca yıldır meseleye tam açıklık getirilmediği için de, bu konudaki görüş farklılıkları alabildiğine büyümeye başlamıştır. “Üzerinde resim bulunan bir araçla tebliğ yapılabilir mi, yapılamaz mı?” sorusu, değişik açılardan ele alındığı için farklı anlayışlara yol açmaktadır.
Keza, öte yandan, yine birtakım meselelere gereken açıklık kazandırılamadığı için, İslâm dışı bir düzende bir müslümanın nasıl mücadele vermesi gerektiği mevzuu gibi hayati önemi haiz mevzular da, çeşitli fraksiyonların (bölüngülerin) oluşmasına yol açmıştır. Bu millet, İslâm’ın tebliğini önleyen bir düzen içinde bunca kafir ve şeytan saldırıları karşısında yine varlığını korur ve bir gün kendiliğinden, yolu İslâm’a getirir mi?..
Solda da durum pek farklı değildir. Onlardaki pek fazla bölüngünün varlığı, inanınız yüzde doksan, hep bu farklı metot anlayışlarından ileri gelmektedir. Bir de buna lider ve çıkar farklılıklarını ekleyin, millet olarak bin bir parça oluşumuza en iyi teşhisi koymuş olursunuz.
Metot farklılıkları yüzünden, bin bir parçaya bölünmüşlük, kendini daha çok sanatta göstermektedir. Meseleyi bizim bu olaya kaydırdığımız zaman, sanatta oluşan bu farklılaşmaların özellikle şu iki şıkta odaklaştığını görebiliriz: Davamızı; olduğu gibi, bütün sivri yönleri ile, bütün açıklığı ile direkt olarak mı vermek; yoksa endirekt bir anlatım ve hoşgörü ile inançsızları ürkütmeden kendine çekmeye çalışmakla mı?…
YEŞİLÇAMIN GETİRDİĞİ BAĞIMLILIKLAR KISKACINDA TEBLİĞ..
“Tebliğ” olayı sinemaya geçince, birtakım özel şartlar kazanmaktadır. Sinemada diğer sanatlardan farklı olarak beraberinde getirdiği birtakım bağımlayıcı şartlar vardır ve bu tebliğ, metoda büyük farklılıklar getirmektedir.
En azından roman, şiir, resim, piyes vb. sanatlarda görülen sanatçının özgür davranış ortamının sinemada bulunmayışı, bu farklılıkları belirleyici etkenlerin başında gelir. Malumdur ki, yazarın konu tespit, yorum ve anlatımında; kendi duygu, tecrübe ve kültür kapasitesi dışında herhangi bir kayda bağlı bulunmadan yazısını yazabilmesidir özgürlük. Oysa yönetmen, sansür baskısından ticari endişeye kadar bir yığın bağımlılıkların tutsağıdır.
Kalıplaşmış, konu, oyun ve anlatımlara zorunlu bir piyasa yapısı, yüklü bir maliyetin geri toplanması telaşı, ilkel ve kaba algılamaya alıştırılmış, ilkel ve kaba bir seyirci kitlesini kendine çekebilmek için gerekli ilkel ve kaba anlatım zorunluluğu; köprübaşlarını tutmuş her türlü fikir ve estetikten yoksun eşkıya durumundaki işletmeciler, karikatürize edilmiş görüntülerle İslâm’a karşı önyargı içerisine sokulmuş batıcı kafaları gibi pek çok sebep, sinemada mücadele yapmaya çalışan bir müslüman için ağır birer baskı unsuru olma durumundadır. Bu baskı, eğer bugünkü şartlar içerisinde sinema yapılmak isteniyorsa birtakım tavizlerin kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Belki, piyasadaki güçlere karşı verilecek mücadele açısından ele aldığımız zaman bunları, birer taviz değil, “harp hilesi” ya da kullanıldığı vakit faydası zararından üstün bir davranış şekli olarak görmemiz gerekebilir.
Tavizsiz bir sinema ancak, yol selamete erdiği zaman mümkün olabilir.
Önce şundan mümkün değildir: Bir müslümanın ideal planda çatışmasız, mütevazı ve sade bir hayatı vardır. Bu hayat belki TV’ye belgesel yapılabilir. Ama sinema dendi mi, bir takım kişilerin bazı psikolojik sebeplere bağlı olarak çatışmaların öyküsünü görmek istediği melodrama, güldürüye ya da polisiye serüvene dayalı bir temaşa akla gelir. Böyle bir temaşaya ihtiyaç duyuran sebeplerin başında eğlence tutkusu, efkâr, can sıkıntısı, merak, sevilen oyuncu ve öğrenme psikozları bulunmaktadır. Hiç kimse bir filme salt eğitilmek, nasihat almak ve belli bir ideolojinin propagandasını dinlemek için gelmez. Hatta kaçar bunlardan. Müslüman bir sinemacının yapacağı, onun sinemaya olan bu ilgisini ürkütmeden, ustaca ona İslam’ı anlatabilmektir. Bu “ustalık” sözü üzerinde ısrarla durmak gerekir.
GÜNÜMÜZDE SİNEMA FİLMİ İÇİN MÜSLÜMAN BİR YÖNETMEN NE GİBİ KRİTERLERİ GÖZÖNÜNDE BULUNDURMALI..?
Bugünkü kanımızı bozmuş olan ahlaksızlık, beynimizi parçalamış olan fikir keşmekeşi hep ustaca oyunların, bizi içten yıkma taktiklerinin sonucu değil midir?
İşte bu ustacılık, belgesele kaçan, sade, mütevazı, durgun ve ağır tempolu bir anlatımı mümkün kılamaz. Zira, sinema tarihinde İslam’ı öğrenmek için sinemaları dolduracak yüz binlerce, üstelik İslam dışı seyirci rağbeti hayal etmek oldukça ütopik bit tutum sayılmalıdır.
O halde, bugünkü sinemada yapacağımız bir film, ille de Kur’an-ı Kerim’le başlayıp, Kur’an- ı Kerim’le bitsin, salt namazın, orucun haccın ifası ve faziletleri üzerine kurulu olsun denemez. Ne yazık ki “Lanet”in ve “Gençlik Köprüsü”nün, özel gösterileri esnasında, bu tür yargılarla yetersiz kaldıkları yolunda ithamlara maruz kaldığı ve mahkûm edilmeye çalışıldığı görülmüştür.
Bu tür istekler, kendi halinde namazını kılan bakkal efendi gözüyle değerlendirildiği zaman haklı görülebilir. Fakat bakış açımız, Türk sinemasının bugünkü şartları olmalıdır.
Sinemadaki tebliğ harekâtında dışa yönelik tebliğ, İslam dışı kişilere ve güçlere karşı günün sosyal problemlerine müslümanca bir yorum getirebilme çabasını taşıyan, normal ticari kanallarla pazarlanabilecek, 35 mm’lik konulu, uzun (en az 90 dakika) filmlerin çekimidir ki, haliyle bunlar sansür korkusunu ve ticari endişeleri içinde taşıyacaktır. Haliyle hem kozmopolit inançsız kişilere daha rahat ulaşabilmek, hem de iş garantisi sağlayabilmek için, filmde çok tutulan bir oyuncuya (star) yer verecek, gerilime ve seyirciyi koltuğunda tutacak melodram ya da güldürü öğelerine ağırlık kazandıracaktır.
Bu endişelere, zorunlu bir filmde, öncekinde olduğu gibi sivri bir ideolojik tavır, slogan ya da kahrolsun edebiyatı beklemek haksızlıktır. Bu yüzdendir ki, “Gençlik Köprüsü” de, “Lanet” de yanlış atılmış adımlardır. Faydaları olmamış değildir: Ama sivri ideolojileri yüzünden etki alanlarını daraltmışlardır. Bu tür filmlere düşmana içten yaklaşmak taktiği olarak bakmalıyız.
MESUT UÇAKAN
1953 yılında Keskin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kırıkkale’de tamamladıktan sonra İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nu bitirdi. Bir müddet M.T.T.B Sinema Kulübü’nde faaliyet gösterdi (1973-1976) ve sinema yazarlığı da yaptı. Mutlak Fikir Estetiği ve Sinema adlı bir dergi çıkardı. Aynı dönemlerde Türk Sinemasında İdeoloji isimli incelemesi yayınlandı (1976). Türk sinema piyasasında reji asistanlığı ve senaryo çalışmaları yapan Mesut Uçakan, daha sonra birkaç arkadaşı ile birlikte Sûr Filmi kurdu. Sonraları çoğunun senaryolarını da kendisinin yazdığı filimleri ile izleyicinin karşısına çıktı. En son “Ankå Kuşu” adlı filmi ile izleyecileriyle buluştu.