O DA ÇOCUKLARI DA SUÇLU(!)

12 Mart İstiklal Marşı’nın milli marş olarak kabulünün 90. Yıldönümü olması münasebetiyle Akif bir kere daha hatırlanacaktır. Çünkü İstiklal Marşı’nın yazılışı kabulü ve şairi kıymet bilenlerce unutulamaz. Hatırlatalım o günleri ve sonra çocuklarına gelelim. Âkif, 10 yılı aşan uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döner. (16 Haziran 1936). Gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakıp, kavurmuştur. Ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik hâlinde kalmıştır. Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’nın loş ve sâkin bir odasında son günlerini yaşıyordur. Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdir. Söz İstiklâl Marşı’na gelir. İstiklâl Marşı denince Âkif’in gözleri büyür ve parlar. Hastabakıcının yardımıyla doğrulur, anlatmaya başlar:
“- İstiklâl Marşı… O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ızdırablar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur…” Bunu söylerken Âkif yorulur. Başı yastığa düşer.
Ismarlama ve para için şiir yazmayan Mehmet Akif, Maarif Vekilinin ısrar mektubu üzerine, o günkü heyecanlardan ilham alarak, Tacettin Dergahı’nın döşemesi bile bulunmayan odasında çok kısa zamanda yazdığı ve hem dil hem edebi sanatlar hem epik hem lirik unsurlar hem hissediş gibi birçok bakımdan bir şiir abidesi olan İstiklal Marşı 17 Şubat1921 Perşembe sabahı “Kahraman Ordumuza” ithaf edilerek, Sebilürreşad’ın baş sahifesinde, 21 Şubat 1337 Pazartesi günü de Kastamonu’daki Açıksöz gazetesinde(Mehmet Âkif bir nüsha kendi eliyle yazıp Açıksöz’e göndermiştir.) yayınlanır.
1 Mart 1337/1921’de Maarif Vekili Hamdullah Suphi, “İstiklâl Marşı”nı Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okuduğu zaman mebusların alkışlarından Meclis’in tavanları sarsılır. Ruhları heyecan kaplar, bütün Meclis yekpâre bir kalp hâlinde dalgalanır. Milletvekili Âkif ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokarak, sıranın üstüne kapanır.
Şairimizi bir sayımızda “Bir Garip Şair” olarak anlatmıştık. Az bilinen ya da bilinmeyen ve ona yapılan haksızlıkları ilgisizliği dile getirdiğimiz yazı oldukça dikkat çekti.” Bu da yapılır mı?” diye sordu şairi okulda tanıyanlar. Ama “kıymet olamayanlar, kıymet de bilmezler. Kıymet bilmeyenler de kıymet yetiştiremezler.” Son asra bakın, kökü Osmanlıya dayananlar hariç hangi kıymetli insanı yetiştirebildik? Ama son zamanlarda Akif’le ilgili olumlu çalışmaları duymak hepimizi memnun ediyor. Bir iade-i itibar niteliğinde olan 2011’in “Mehmet Akif Yılı” ilan edilmesi, Burdur’da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesinin kurulması, adına vakıf oluşturulması, bilinmeyen mektuplarının yayınlanması gibi çalışmalar çok hoş şeylerdir.
Bakın kıymetimize neler yapıyoruz? Sahi Akif Mısır’a gitmeye niye mecbur edildi? Mehmet Emin Yalman’a Hüseyin Üzmez suikast yaptığında cebinden “Büyük Doğu Dergisi” çıkınca rahmetli Üstad Necip Fazıl’ı, tutukladıkları gibi Mehmet Akif’in yazarı bulunduğu “Sebilürreşad Dergisi”, Şeyh Said arada sırada Sebilürreşad okuyormuş, o halde isyana senin dergin sebep oldu” denerek kapatıldı. Sahibi Eşref Edip Fergan’da İstiklal Mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere tutuklandı.
Akif de ”Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum” diyordu ( Akifname, s. 505 ) Orada ne yedi, ne içti, nasıl bir hayat yaşadı? Mısır nasılmış o zaman? Mısır’dan yazdığı bir mektubuna bakalım:
“Gelelim eczâcı dostunuzun mes’elesine. Evlâdım, Mısır bu son senelerde pek fenâlaştı. Eskiden gelenler bile bir ekmek parasını bin belâ ile çıkarıyorlar. Yeniden gelenlere kat’iyyen iş yok. Binâenaleyh kendisine bu tarafa geçmeyi aslâ tavsiye etmem. Parasızlık yüzünden işler tamamıyla durgun. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, İtalyanların burada mükemmel teşkilâtı olduğu halde onlar bile pek müşkilât ile iş bulabiliyorlar. Hiçbir teşkilâtı olmayan Türklerin ma’rûz kalacağı sıkıntıyı artık bir kıyâs edin!”
Anne, ağır ve eziyetli bir hastadır. A.Ulvi Kurucu hatıratında Mısır’da eşi İsmet Hanım’ın ağır psikolojik sıkıntılarla Akif’e çok çektirdiğini yazmaktadır. Oğlu Su’ad’a yazdığı bir mektup da bunu doğrular niteliktedir.
“Annen hayli zamandır pek iyi idi. Sıkıldı bir kerre göğsü tuttu. İki-üç gündür de parmaklarında dolama gibi şişlikler hâsıl oldu. Zavallıyı uyutmuyorlar. Bir gün gidebilirse hekime parmaklarını gösterip ilaç alacak.”
11 yıl Mısır’ da sefil hayatı sürdü. 63 yaşında çok hastayken, vefat etmesine yakın İstanbul’a geri dönmeye karar verdi. Yöneticiler bin bir rica ile dönüşüne razı oldu. Öyle ki onun geri gelişini hazmedemeyen kişiler ona vize veren konsolosluk hakkında tahkikat başlatmış ve bu tahkikat vefatına kadar sürmüştür. Milli mücadelenin önderlerinden Mehmet Akif Ersoy, kendi vatanında vatan haini muamelesi görüyordu. Kendi vatanında böyle aşağılanmanın burukluğuyla, İstanbul’a geldikten 5 ay sonra vefat etti. ( Akifname, s. 508 )
ÇOCUKLARI
Emin Ersoy: Akif’in vefatından sonra ondan hıncını alamayanlar Akif gibi çocuklarına da çektirdiler. Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu.
Akif’in yakın arkadaşlarından Ali İlmi Fani bir gün bir mektup alıyor. Mektup Kırıkhan hapishanesinden geliyor. Yazan Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy’dur. Akif’in Mısır’da yaşadığı bir dönemdir:
“… Bir gün elime Bereketzâde Cemil Bey’e hitaben yazılmış bir mektup tutuşturuyorlar. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan hapishanesinden Mehmet Akif Beyin mahdumu Emin.’okudum. Diyor ki: ‘Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhaneden şimdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, oradan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken jandarmalar halimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan’a gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz.
’Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu aşmıştı. Bilmem ne ceza verecekler? Akif Bey’e yazmadım. Çocuğunki divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir okunur mu? Bugünkü inkılâb rejiminden bu derece gafletin manası ne? Sonra Kırıkhan’da yakalanan Emin ve arkadaşı Türkiye’ye iade edilir. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşar. Bunalım içinde yaşadığı bir gün Gazeteci Yazar Çetin Altan’ a gider. Çetin Altan o anı bakın nasıl anlatır;
” Yıl 1966 sonları, bir öğle sonrası odamdayım. ”Sizi biri görmek istiyor” dediler. Buyursun… Dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırol’u andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:“ Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum.” dedi.
Bir anda ne olduğumu şaşırdım… Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ”Oooo buyurun buyurun, nasılsınız? ” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı: “Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi.
Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum… Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla:-‘Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ”Durun bakalım neyimiz varmış” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu. Elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10 yahut 20 lira aldı.“ Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu…
Suat Ersoy: Babası Mehmet Akif’in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti. Ancak ekonomik sıkıntılar ailenin yakasını bir türlü bırakmadı. Evini satmak zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Bu evde zor günler yaşadıktan sonra hayata veda etti.
Tahir Ersoy: Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Tahir Ersoy’un cenaze törenine ise ne yazık ki çok az insan katıldı.
Not: Ersoy’un kızlarından Cemile eski milletvekili ve yazar Ömer Rıza Doğrul, Feride ise işadamı Muhittin Akçar ile evlenerek hayatlarını kurmuşlardır.