MUHAMMED HANEFİ’NİN MÜCADELESİ

(Bu anlatılanlar Muhammed Hanefî’nin “dinî-destânî” hayâtıdır. H. Ali Buruk’un (Orhaneli/BURSA) sözlü anlatımına dayanmaktadır. Gerçek hayâtı ise, İslam Ansiklopedisi’nin otuzuncu cildinde (s. 537) Prof. Dr. Mustafa ÖZ tarafından anlatılmıştır. Hz. Ali’nin (RA) oğlu olan Muhammed Hanefiyye, babası halife olduğunda yirmi yaşındadır. Âilesinin başına gelenlere rağmen Emevî sultanlarıyla iyi geçinmiş, lütuflarını kabûl etmiştir.
“Hz. Ali Efendimiz Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i de yanına alarak küffârla/kâfirlerle cenge giderdi. Küçük oğlu Muhammed Hanefî’yi de avlansın diye Medine civârında bırakırdı. “Sen daha cihad edecek yaşa gelmedin” derdi. Muhammed o zaman ondört-onbeş yaşlarındaydı.
Günün birinde Muhammed Hanefî her zamanki gibi Medine civarında avlanıyordu. Gözüne bir geyik ilişti. Atını o tarafa sürdü ama, bir ok atımı yaklaştığında kayboluverdi. Geyik bu hareketi tekrarlaya tekrarlaya Muhammed’i Taput Gavur’un çayırına kadar götürdü. Burası çok güzel ve büyük bir çayırdı, on kişi tarafından korunurdu.
Muhammed, atını çayıra saldı, kendisi de oraya yattı. At, O’nun güneşte kalmaması için çevresinde otluyordu.
Derken bekçiler durumu fark ettiler, Muhammed’in başına üşüştüler. Muhammed başından geçenleri anlattıysa da söz dinletemedi. O’nu, ille de Taput Gavur’un huzûruna götürmek istediler. Muhammed de gitmemekte direndi. Aralarında bir silahlı mücâdeledir başladı. Hepsini kırdı geçirdi Muhammed Hanefî.En iri kafayı da babasıyla ağabeylerinin geçeceği yolun üzerinde bir sırık üzerine yerleştirdi. Hz. Ali (RA) diğer iki oğluyla, cenk dönüşü yoldan geçerken durumu fark etti. Atından inerek Muhammed’in yanına geldi, neler olup bittiğini sordu. Muhammed başından geçenleri anlattı. Hz. Ali Efendimiz; “oğlum buraların kâfiri çok kalabadır, biz bile çekiniyoruz, bir daha sen bu taraflara gelme” dedi.
Beraberce memleketlerine döndüler.
Aradan bir zaman geçti. Muhammed Hanefî yine ava çıkmıştı. Aynı geyik, aynı şekilde Muhammed’i aynı çayıra çekti. Bu defâ çayırı kırk kişilik bir ekip bekliyordu. Muhammed kırkıyla birden cenge girmek zorunda kaldı. Korkusuz ve çok ustaca çarpışıyordu. Pek çoğunu kırdı ama yorgun düştü.Sağ kalanlar elini kolunu bağlayıp Taput Gavur’un huzuruna götürdüler. Taput dedi ki; “bunun yaşı müsâit, öldürmeyin de dinimize döndürelim, babasına karşı savaştırırız.”
Sarayda Muhammed’e izzetü ikrâmda bulundular, lezzetli yemekler getirdiler, hizmette kusur etmediler. Muhammed ne yemeklerini yedi, ne dinlerine döndü. Ne dedilerse iknâ edemediler.
Bu arada Taput Gavur’un kızı da Muhammed’i gördü. Muhammed, yakışıklılığı, terbiyesi, edâsı, cana yakın duruşuyla kızın gönlünü çoktan kapıp-götürmüştü.
Baktılar ki Muhammed’in iknâ olacağı yoktur, dininde sâbit kademdir, zindana attılar. Kapısına kırk kişinin kaldırabileceği bir taş dayadılar, girişe de bir bekçi diktiler.
Muhammed Hanefî’ye gönlünü kaptıran kız gizlice iki kişilik silah, iki de at hazırladı. Gece yarısı zindana vardı, bekçiyi bertaraf etti. Taşı çekmek imkânsızdı. Muhammed Hanefî’ye seslendi; atlarla silahlarla geldiğini söyledi. “Nöbetçinin işi tamam, bu taşı ne yapacağız” dedi. Muhammed ism-i âzam duâsını okudu, kıza, “taşı serçe parmağınla ittirtiver” dedi. Kız söyleneni yaptı ve kapı açıldı.
Silahları kuşanıp atlara bindiler, dört nala Medine yolunu tuttular.
Yarı yola varmışlardı ki arkalarından bölük bölük askerlerin geldiğini gördüler. Kız; “bu gelenler babamın savaşçıları. Çok kalabadırlar. Savaşa berâber girelim” dedi. Muhammed râzı olmadı. “Sen kenarda dur, duâ et, ben onlara yeterim” dedi.
Amansız bir cenk başladı. Kılıç şakırtısından, at kişnemesinden meydan çınlıyordu. Kız hem duâ ediyor, hem de olup-bitenleri izliyordu.
Muhammed, babasının öğrettiği gibi çok ustaca ve korkusuz çarpışıyordu ama Taput Gavur’un askeri kır kır bitmiyordu.
Muhammed çok yorulmuştu. Kız da durumun farkındaydı. “Ya Rabbî! Yardımına muhtâcım” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvardı. Yüce Kudret, ânında Hz. Ali’yi durumdan haberdâr etti. Hz. Ali, Hasanla Hüseyin’e “elinizi çabuk tutun, Muhammed zor durumda” dedi. Atına atladı, bir nâra attı. Bu sesi Muhammed üç günlük mesâfeden duydu, yüreği serinledi. Sanki zaman kısaldı, yollar dürüldü. Kısa zamanda babası ve ağabeyleri yetiştiler. Önce kızın yanına vardılar, “neler oluyor” diye sordular. Kız “sonra anlatırım, siz hemen yardıma koşun” dedi. Bir cenk başladı ki azîzim, akıllara zarar. Sanki yer yerinden oynuyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyordu. İkindiye varmadı ki bütün küffâr ordusunu yerle bir ettiler.
Hz. Ali, Muhammed’e, “yavrum ben sana dememiş miydim? Buraların kâfiri çok kalabadır. Biz bile cesâret edemiyoruz. Sen nasıl oldu da tekrar buraya geldin?” diyerek tebessümle Muhammed’in omzuna vurdu.
Hz. Ali ve üç oğlu bir de kız oturup biraz dinlendiler. Olup bitenleri konuştular. Sonta Taput Gavur’a gelerek O’nu İslâm’a dâvet ettiler.
Taput, Hz. Ali’ye, “senin yeni yetme oğlun benim şu kadar askerimi kırsın, ceylan gibi kızımı alsın gitsin, bir de ben Müslüman olayım öyle mi?” dedi ve Hz. Ali’nin üzerine yürüdü. Hz. Ali O’nu da lâyık olduğu yere indirdi. Oğullarını, gelinini alarak Medine’ye döndü. Yolda oğluna takılıyordu:
“Oğlum o geyikte bir kerâmet olmalı. Hesapta kitapta yokken bir de gelinimiz oldu.”
Muhammed çaktırmadan kıza bakıyor, hafiften gülümsüyordu.