Muhalif Olamama

Dünyanın birçok bölgesinde bağımsızlık mücadelesi deyince akla gelen ilk dini topluluk Müslümanlardır. Osmanlı Devleti Emperyalistler karşısında havlu atmak zorunda bırakılınca yeryüzüne çekirgeler gibi yayılan sömürge öncüleri işgal ettikleri toprakların bir kısmından henüz ayrılmadılar. Bir kısmından ise fikirleri ile imal ettikleri kuklalarını yönetimlere getirerek ayrıldılar. Yani “ha kel Hasan, ha Hasan kel “örneğinde olduğu gibi, sömürge görmüş Müslüman ülkelerde değişen bir şey olmadı. Başka bir söyleyişle yönetimler halka daima yabancı, halk ise daima muhalif. Neticede, Müslümanların son dönem tarihleri zaferlerle, fetihlerle yazılacağı yerde, bağımsızlık mücadeleleri ile yazılmaya mahkûm edilmiştir.
Son iki asrın sosyal çalkantılarının toplumsal sonuçlarını toptan ele almayı sosyologlara havale ederken, bu çalkantıların bizlere ne gibi avantajlar sağladığına biraz eğilmek durumundayız. Hiç kuşku yok ki, sosyal olaylar toplumu iyi ya da kötü yönde değişikliğe sürükleyen en önemli saiklerdir. Hareketsiz toplumlar, statikleştiklerinden kültür aktarımı durmuş toplumlardır. Bu ise o toplum için hayra alamet olmaz. Sosyal çalkantıların pozitif tarafı fikri olan tarafların çatışmasının bir sonucu olmasıdır. Yani, yeni fikirler nedeniyle çatışma gerçekleşmektedir. Fikir, hareket demektir. Ayrıca unutulan düşünce geleneklerinin ya da kaynaklarına hapsedilmiş kavramların tedavüle çıkması yine toplumsal tartışmalar sonucunda gerçekleşmektedir. Şu anda akılımıza gelmeyen birçok sosyal olgu da, fikri kapışmaların bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde bir taraftan Osmanlı bakiyesi olan düşünürlerin, diğer taraftan gelenekten fikir emen yeni nesil mütefekkirlerin yaptıkları mücadeleler ve telif ettikleri eserleri vesilesi ile sundukları kavramlar, bizlerin düşünce donukluğuna saplanmasını engellemiştir. Bu bağlamda, kökleri daha öncelere giden ancak bizlerin daha çok son yarım yüzyılda aşina olup kullandığımız kavramlardan birisi de “muhalefet” kavramı olmuştur.
İnanç esaslarımızdan kelime-i tevhidin ilk harfinin (cinsini nefyeden, olumsuzlayan, reddeden lâ’nın), karşı olmayı ifade etmesi, muhalefet konusunda nerede olmamız gerektiğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna ek olarak Yüce Kur’an ve Sünnet-i seniyyenin hükümleri de muhalefet etmenin gerekliliğini ve metotlarını bizlere arz etmiştir. Koca bir İslâm tarihi, şirke zulme ve bütün kötülüklere karşı durmanın en güzel örnekleri ile doludur. Bu konuda meşhur olan sahabe ve ulularımızı hafızanızda canlandırmanızı salık veriyorum.
Muhalefeti iç ve dış olarak sınıflandırmak yanlış olmasa gerek. Yani, inancın gerektirdiği, şirke, küfre ve bilumum zulme muhalefet dış muhalefeti, inananlar arasında oluşabilecek haksızlıklara karşı çıkmak da iç muhalefeti oluşturmaktadır. Mü’min olan herkes imanının gerektirdiği karşı duruşu gerçekleştirmek zorundadır. Yine, mü’minlerin kendi aralarında da haksızlıklara ve ahlaksızlıklara karşı durma vazifelerini yerine getirmek durumunda oldukları gerçeği ortadadır.
Müslümanların birbirlerine muhalif olmaları, istişare sonucu elde edilen kararlara bile muhalefet şerhi koyabilmeleri yasaklanmamıştır. Bunu Asr-ı Saadet döneminde bizzat Efendimizin uygulamalarından görmekteyiz. Bir kere hadis-i şerifler haksızlık karşısında susanları dilsiz şeytan olarak nitelemektedir. Ek olarak bir ganimet dağıtımı sırasında, kendi payının eksik ve yetersiz olduğunu iddia ederek çıkışan kişiye karşı tutumu, hendek savaşında sahabenin muhalif görüşüne göre savaş planı hazırlaması ve benzer bir sürü olay Hz. Peygamber’in karşı düşünceye ne kadar önem verdiğini anlatmaya yeterli olacaktır. Hz.Ebubekir’in halife seçildiğinde irad ettiği hutbede beyan buyurduğu, “Ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?” sorusuna, İkrime bin Ebicehil’in ayağa kalkıp, kınından çektiği kılıcını sallayarak “Böyle bir durumda seni şu kılıcımla düzeltirim, ey mü’minlerin emiri “ diyerek cevap vermesi de oldukça muhalif bir tavır olarak tarihe geçmiştir.
İslâm Toplumu günümüze gelinceye kadar muhaliflikle ilgili kötü örnekler göstermemiş de değildir. Muhaliflerini anlamaya çalışmadan katleden zalim liderler de olmuştur; neden muhalefet ettiğini iyice tartmadan, ya da kötü niyetle mü’min idarecilere isyan ederek fitneye sebep olan topluluklar da mevcut olmuştur. Tarihimizde hatırlanması bile insanı zorlayacak kanlı hadiselere neden olan muhalifliklerin en önemli sebeplerinin başında iktidar paylaşımı gelmektedir. Evet, bu önemli neden bütün hesapları alt üst etmektedir. Bu tür muhalefet biçiminde taraflar kendi haklılıklarını dini naslara dayandırarak ifade ettiklerinden kimin haklı kimin kasız olduğu konusu muallâkta kalabilmektedir. Tarihteki Hz. Ali-Muaviye çekişmesinin birçok yönünün hala muamma olarak zihinlerdeki yerini korumasının nedeni budur.
İslâm tebliğ edilirken, oluşturulan kurumların şuraya dayanması, muhalefetini kendi içinde üretmesi faaliyetin sağlıklı olabilmesi için olmazsa olmaz şartlardandır. Kendisine vahiy geldiği halde istişareyi hiç terketmeyen, yönetim erkini arkadaşları ile paylaşan bir peygamberin örnekliği asla geri plana itilemez.
Dini anlamdaki muhalefetin en can alıcı ve dikkate edilmesi gereken tarafı yönetime karşı yapılanıdır. Bu tür muhalefet iktidar nimetlerinden dolayı zordur: Ya hiç uygulanmaz; insanı dilsiz şeytan durumuna düşürür. Ya da dinin müsaade ettiği alan içinde kalmak gerekir. Bu alan aşıldığında isyan gündeme gelir. Büyük fitneler zuhur eder. Bu durumda tarafları uzlaştıracak üçüncü bir dindar topluluk olmazsa iş kötüye gider.
Bugün dindar kişilerin kurduğu bir hükümetin idaresi altında tebliğ faaliyeti gerçekleştirmeye çalışan cemaatlerin kahır ekseriyetinin muhalefet anlayışı çarpık bir durum arz etmektedir.
Görebildiğimiz kadarı ile ister küçük bir mevki sahibine, isterse yüksek makamlardaki birine muhalefet ederken ortaya sürülen iddiaların ana mantığını, eleştirilen kişilerin yerinde olamama anlayışı oluşturmaktadır. Yani neden ben ya da biz değiliz düşüncesi. Bu durumda sağlıklı bir muhalefet anlayışı üretilememektedir. Böyle bir düşünceyle muhalefet yapılması dikkate alınmadığından eleştirilen yöneticileri de yanlış yapmaya yönlendirebilmektedir.
Yanlış muhalefete örnek olabilecek başka bir uygulama da son elli yılda seküler ve laik yönetimleri anlatmak için düşünülmüş kimi kavramların mü’min kâfir ayırımı yapılamaksızın mevcut yönetenler için de kullanılıyor olmasıdır. Üstelik bu insanların Asır suresini okumamaları, Hucurat suresini duymamaları ihtimali de yok iken böyle bir muhalefet tarzı geliştirmeleri oldukça şaşırtıcıdır.
Yine, yakın tarihimizin sıkıntılı dönemlerinde zulme maruz kalmamak için, belki haklı gerekçelerle başvurulan takiyye anlayışının dindar yönetimlere karşı hala uygulanır olması da sağlıklı bir muhalefet üretilmesini engellemektedir.
Meşrebini koruma içgüdüsü ile muhalefet ederken sadece saldırarak bunu yapmak da, doğru ve dini bir karşı olma şekli değildir. Yine bazen hiçbir değere sahip olmayan ideolojik grupların politikalarını kullanarak muhalefet etmek de İslâmi anlamda bir anlam ifade etmez.
Uzatmadan, muhalefet kavramını yanlış kullandığımızı ve bu kavramın sınırlarını muhataplarını iyi belirlemenin biz mü’minlerin önemli görevlerinden olduğunu söylemekle iktifa edelim.