Mehmed Göktaş Hocamızla Söyleşi

“Özgürlüğün zirvesi Allah’a kul olmaktır. Çünkü Allah’a kullukla birlikte bütün kulluklar düşer, iptal olur.”
Genç Adamların tanımasını ve takip etmesini istediğimiz isimlerden birisiniz. Bize kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
1952 yılında Kayseri’ye bağlı Kıranardı Kasabası’nda dünyaya gelmişim. İlköğrenimimi kasabamda, orta öğrenimimi İmam Hatip’te daha sonrasını Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde 1973-78 döneminde okudum. Bitirdikten sonra Diyanet’te görev almayı uygun buldum. Çünkü öğrenciyken sakalım vardı. Başka kurumlar sakallı kabul etmiyordu. Müftülük sınavına girerek kazandım ve ilk görev yeri olarak Antalya Akseki’yi tercih ettim. Merhum Aksekili’nin yeri diyerek orayı seçtim ama baktım ki Hasan Hüsnü Erdem de oralıymış. Yani iki diyanet işleri başkanının çıktığı yerde üç yıl görev yaptım.
Görev yaptığım dönemde rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti de oradaydı ve hayatının son zamanlarına yetiştim. O üç yıl boyunca Serdengeçti merhumla epeyce beraberliğimiz oldu. Ondan alacağım şeyleri almaya gayret ettim. Sonra Sivas Gürün’de dört yıla yakın görev yaptım. Daha sonra Niğde Ulukışla’da üç yıl, ardından da Kayseri Felahiye’de bulundum ama fazla görev yapmadım, istifa ettim. 1989’da istifa ederek biraz daha hızlı olmak ve İslam adına koşuşturmak adına görevi bıraktım, Kayseri şehir merkezine geldim. O günden bu yana Kayseri’deyim.
Birkaç dönem İstişare Kitap Evi’ni işlettim ve yayın evi olarak devam ettim. Sonra gençlerle Okyanus Kitap Evi’ni kurarak, devrettim. Sürekli koşuşturmaya çalıştım. Bir ara haftalık Selam gazetesinde yazı yazdım. Daha sonra Ribat’ta, Vahdet’te yazdım. Ama yazmaktan ziyade koşturmak, sohbet etmek bana daha uygun geldi. Bu arada gençlere yönelik risalemsi -yani çok ilmî ve kalın hacimli değil de- küçük çalışmalarım oldu: “İslam’ın Genç Davetçilerine, Yeniden Doğmak, Cihad Zikir Ayrılmazlığı, Nasıl Bir Rasul’e İnanıyoruz?, Gençlerle Tevhid Dersleri, Namaz Gözaydınlığım, Örtünme Çağrısı, Sakal Risalesi, Allah İle Güçlenmek, Kema Salleyte” gibi on beşe yakın çalışmam oldu. Bunlardan epeyce baskı yapıp etkili olanlar oldu. Belki çok basitti ama elhamdülillah şunu gördüm; camialar bu kitapları ders kitabı gibi işlediler.
Fakat bu çalışmaları bir tarafa bırakarak daha önemli gördüğüm için kendimi Kur’an-ı Kerim’e vermeye çalıştım. Yani bir tefsir yazmak falan değil de, kendimi Kur’an merkezli çalışmalara adadım. Riya olmasın, söylemekte fayda var; otuz yaşında hafız oldum. Kur’an’ı daha iyi anlamak ve hayatımın, çalışmalarımın merkezine almak adına hafızlık yaptım. Koşuşturmam devam ediyor. Bazı TV kanalları çağırıyor, haftada bir sohbet ediyorum. Doğru Haber gazetesinde genel yayın yönetmeniyim ve orada yazı yazıyorum. Bir takım aylık dergilerle ilgileniyorum ve çağrıldığım yerlere gidiyor, konuşuyorum. Ömür böyle geçiyor.
Daha fazla etkin olma adına Doğu ve Güney Doğu’da Kutlu Doğum Haftası’nda Peygamber Sevdalıları olarak miting denecek büyük çalışmalarımız oluyor. Bunları artık sadece Nisan ayında Kutlu Doğum’da değil, daha başka şeyleri de bahane ederek –bahane diyorum, doğru kullanıyorum- yapmaya çalışıyoruz. Mesela Zilhicce’nin ilk on gününde Hz. İbrahim’i anma ve anlama etkinlikleri yaptık. Yani günleri bahane ediyoruz.
Hatta şöyle bir başlık kullanmıştım: ‘Gasp Edilmiş Günlerimizi Geri Alma’. İşgal edilmiş günlerimizi geri alma adına takvime bakacağız, ne varsa Allah’ın izniyle geri alacağız. Bu rejim bizim elimizden her şeyimizi almış. Haftalarımızı, günlerimizi… Biz bunu geri alacağız. Her şeyi bahane edeceğiz. Ebu Hanife’nin vefatını, İmam Şafi’nin doğumunu, Bediüzzaman’ı, Şeyh Said’i, İskilipli Atıf’ı, Mekke’nin Fethi’ni… bahane edeceğiz. Biz, zamanı Müslümanların doldurması gerektiğine inanıyoruz. Bu istikamette de çalışmalarımız var ve mesele bundan ibaret. Dört çocuk babasıyım.
‘Özgürlük’ deyince aklımıza neler gelmeli ve aklımıza gelen şeyleri nasıl muhafaza etmeliyiz?
Özgürlük güzel bir kelimedir. Arapçası hürriyet’tir. Ama İslam, hürriyeti çok ideal ve kendisine yegâne bayrak edinmemiştir. Çünkü birileri karşı çıkıp bizi hemen susturabilir; “Senin dininin adı İslam’dı. İslam, teslim olmaktı. Hem teslim oldum diyorsun hem özgürlükten bahsediyorsun.” derler. Onun için “İz kâle lehû rabbuhû eslim kâle eslemtu li rabbil âlemîn/Hani Rabbi ona; ‘Teslim ol’ buyurunca o da; ‘Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi.” (Bakara, 131). Bunu Hz. İbrahim söylüyor.
Zaten insan mutlaka bir yerin kölesidir, kuludur. Kesinlikle şu anda bütün insanlar bir yerlerin kuludur. Burada önemli olan kime kulluk edildiğidir. Efendi ne kadar büyükse senin de çapın o kadar büyüktür.
Özür dileyerek söylüyorum, kendisini çokça özgür zanneden insanlar bile en basitinden nefsine, uçkuruna, alkışa, topluma, modaya, tağuta, paraya, kadına… her şeye kuldur. Bütün bunları tepelemenin adı Allah’a kul olmaktır. Bütün bu kullukları reddettiğiniz zaman özgürlüğün zirvesinde olursunuz. Bundan daha büyük bir özgürlük tasavvur edemiyorum. Özürlüğün zirvesi Allah’a kulluktur. Çünkü Allah’a kullukla birlikte bütün kulluklar düşüyor, iptal oluyor. Allah’a kul olunca tabiri caizse öteki yularlar, bağlar çatır çatır kopuyor.
Allah Teâlâ, Nur Suresi’nin 55. ayetinde buyuruyor ki “Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere vaat etti ki, sizi yeryüzünde halife kılacağım, iktidara getireceğim.” Yani Allah size devlet ve hilafet vaat etti. Bu vaadine nail olabilmenin işaretlerini de veriyor ve buyuruyor ki “Sizden öncekileri yeryüzüne halife ve hâkim kıldığım gibi sizleri de kılacağım.” Ve o zaman siz korkuyla emniyeti değiştireceksiniz. Yani korku sizden gidecek ve emin olacaksınız. Ve özellikle, Allah’ın razı olduğu dini yaşayacaksınız. Yani hilafetten maksat budur.
Eğer Allah yeryüzünde bizi/mü’minleri iktidara getirmişse bunun en büyük işareti, Maide Suresi 3. ayette buyuruyor ya “Razı olduğum dini” eksiksizce yaşayacaksınız. “Siz ona ibadet edeceksiniz, hiçbir şeyi şirk koşmayacaksınız.” Sizin sorunuzun cevabı burada. Bir zirveye çıkmışsak o zirveden inmemektir, özgürlük. Yani yakayı başkalarına tekrar kaptırmamaktır. Kulluk hususunda başkalarına fırsat vermemektir. Bu zevki, mutluluğu, saadeti devam ettirmek, kaybetmekten korkmak. Buna dikkat etmemiz lazım. Özgürlüğün muhafazası deyince aklımıza gelen şeyler bunlar.
İnsanoğlunun hakiki manada kendini dünyada özgür hissettiği bir dönem oldu mu? Olduysa bu dönemin özellikleri nelerdi?
Mecelle’de/Şeriatta şöyle bir kural vardır: “Bir şey tamamen elde edilemezse, tamamen de terk edilmez.” Bu, şu anlama geliyor; ulaşabildiğimiz kadar ulaşmışızdır. Yani %100, çok ideal bir noktaya gelmesek bile ciddi yerlere gelinmiştir. Bizim için model asr-ı saadettir, ashab-ı kiramdır. Bana deseler ki “Hocam, toplumsal hayatta asr-ı saadetten bir örnek ver.” şunu söylerim; bunu tâbiînden biri soruyor, sahabeden biri cevaplıyor: “Biz öyle bir dönemde yaşadık ki, bir komutanın elinden kırbacı düşse atından inip kendisi alıyordu.” Ben bunu ciddi bir seviye olarak görüyorum. Özgürlüğün de seviyesi budur. Bir insan, toplum İslami konuda böyle bir zirve yapabilir.
Asr-ı saadet yeniden okunmalı. Herkes belki kendisinin dikkatini çeken yönünü yakalamıştır. Ama Allah’ın Resulü’nün hayatını bir daha, bir daha okuyacağız. Her okuyuşumuzda yeni tespitler ve espriler göreceğiz. Şu ana kadar görmediğimiz ya da görüp de geçtiğimiz, dikkat etmediğimiz çok şey göreceğiz. Ben asr-ı saadeti böyle görüyorum ve asr-ı saadetin yeniden yaşanabileceğine inanıyorum. O günlerin geleceğine inanıyorum. Bunun da insanların koşuşturmasıyla, Allah’ın kitabına ve Resulü’nün sünnetine klasik anlamdan çok daha öte sarılmasıyla olacağı kanaatindeyim.
“Ben özgürüm” diyebilmek için nereden başlamak ve neler yapmak gerekiyor?
Dikkat ederseniz, Allah Teâlâ bizi biyolojik ve fizyolojik olarak yaratırken bize bir boyun vermiş, bel vermiş, diz vermiş. Kırılan, kırılabilen, yere çökebilen bir diz… Eğilebilen bir bel… Bükülebilen bir boyun… Bunları ben çok önemsiyorum. Eğer biz bunların sahibini bilirsek, bunları nerede kullanacağımızı bilirsek özgürlüğün ucundan tutarız. Biz bu beli Allah Teâlâ’nın önünde bükmediğimiz takdirde mutlaka birilerinin önünde bükülecektir. Çünkü bel, bükülmek için vardır. Diz, çökmek için vardır. Boyun da eğilmek kelimesiyle birlikte vardır. Allah Teâlâ bizim boynumuzu, belimizi “Sadece benim önümde eğilsin, bükülsün, diz çöksün” diye yaratmıştır.
Dikkat ederseniz canlılar içerisinde insan, yiyeceğini eliyle alır ve ağzına götürür. Bazı haller istisna olmak üzere bizim dışımızdaki bütün canlılar, hayvanlar eğilirler. Ağızlarıyla alırlar. Biz elimizle alırız, dik dururuz ve ağzımıza götürürüz. Buralarda özgürlüğü görmeliyiz. Bu çok önemlidir. Alakası yok gibi belki ama ben alaka kurabiliyorum. Derler ki, bir insan elini uzattığı yere dilini uzatamaz. Dilini uzattığı yere de elini uzatamaz. Ama Müslüman bir âlime yakışan dilini uzatmaktır. Yani bir yerleri eleştirmektir. Bir yerlere öğüt vermek, nasihat etmektir. Ama elini uzattığı takdirde aynı yere bir daha dilini uzatamaz. İyi dikkat ediniz.
Pratik hayatımızda gerçekten özgür olabilmemiz için sözü itaat kelimesine getirmek istiyorum. Özgürlükle itaatin yakından alakası vardır. Kur’an-ı Kerim’de anne baba konusunda aklıma şu anda beş yer geliyor. Allah Teâlâ o ayetlerde anne babaya iyilikten bahsediyor. Onlara iyilik yapın diyor. Anne ve babaya itaat kelimesini göremezsiniz Kur’an-ı Kerim’de. Çok ilginçtir. İtaat kelimesi yoktur, iyilik vardır. Ve özellikle yanlış anlaşılmasın diye olur ya onlar İslam’a mugayir, tevhide aykırı bir şeyler emrederlerse kesinlikle onlara itaat etmeyin der. Zaten başta da itaati emretmiyor ya, olur ya “Sen ey kulum benim bu tavsiyemden itaat anlıyorsan, sakın ha” demek istiyor. Onun dışında annenin babanın sözü yerine getirilir. İtaat ayrı, bu ayrı bir şey.
Aslında -kelime belki eksiktir ve kötü olabilir ama- Allah Teâlâ kıskançtır. Yani kullarının asla birilerine kul olmasını istemiyor. Allah Teâlâ’yı en çok öfkelendiren olay kullarının bir başkasına kul olması. Bunu asla affetmiyor, bağışlamıyor. Onun dışında her şeyi affedebiliyor. Şirk hariç, Allah Teâlâ dilediği günahı affeder. Özgürlüğün ne olduğunu anlayabilmemiz için önce Rabbimizi, sonra kendimizi, ardından da Rabbimizin katındaki değerimizi anlayacağız.
Günümüz insanı evlatlarına çok önem veriyor. Onlar gibi sınava giriyor, onlar içeride ter dökerken bunlar dışarıda terliyor, onu kurstan kursa gönderiyor… Şimdi size soruyorum; üzerine titrediğiniz evladınızı sabah dışarı çıktığınızda -özür dileyerek söylüyorum- ciğeri beş para etmeyen, uyuşturucu madde bağımlısı, şucu bucu çocuklar “Gel şuraya! Al şu parayı! Bana sigara getir! Alkol getir!” diyerek düdükle yatırıp kaldırıyorsa, evladınız da onların önünde iki büklüm oluyorsa böyle bir fotoğraf karşısında ne yaparsınız? Çıldırırsınız. Evladınız böyle bir sokak çocuğunun kumandasına girmiş, oradan oraya koşuyor. Ne yapacağınızı şaşırırsınız. Özgürlüğü de böyle anlıyorum. Bu çocuk istediği kadar ‘Ben özgürüm!’ desin. Kimin düdüğüyle yatıp kalktığını gördük. Bu nasıl özgürlük?
Dikkat ederseniz, sahabe öyle bir ahlakla yetiştirilmiştir ki hepsi Allah’a ve Resulü’ne kesinkes itaat etmekle beraber yine de “Ey Allah’ın Resulü, bu söylediğini Rabbim mi vahyetti yoksa kendi görüşün mü?” dediklerinde Efendimiz aleyhisselam “Kendi görüşüm.” demişse sahabe de konuyla ilgili fikirlerini ifade etmişlerdir. Özgürlük budur. Hz. İbrahim’in aleyhisselam Bakara Suresi’nde geçen kalbinin mutmain olması için “Rabbim, sen ölüleri nasıl diriltiyorsun?” diye Allah’la yaşadığı diyaloğu hatırlarsak eğer hâşâ, yanlış anlaşılmasın ama Allah’a bile soru sorma hakkımız var gibi anlaşılıyor. Hz. İbrahim’i aleyhisselam azarlamamış, huzurundan kovmamış. Havariler de öyle. Gökten sofra inmesini istediklerinde Hz. İsa aleyhisselam biraz korkmuş. Hz. İsa’ya, şüphelerinden değil de ‘Şahit olmak istiyoruz’ demişler. Rabbimize soru sorma hakkımızın olması özgürlükte zirve yaptığımızı gösterir. Eğer gerçekten kul olursak. Ama sormadan, soruşturmadan başkalarına kul olursak hiçbir şeye hakkımızın kalmayacağı kesin bir itaat çıkar ortaya.
Bugün Türkiye’de yanlış anlaşılan meselelerden birisi de ‘Cuma namazında çıt çıkarmayacağız’. Bir yönüyle doğru, birbirimizle konuşmayacağız. Ama imamla bal gibi konuşabiliriz. ‘Hocam, öyle diyorsun ama bu nedir?’ diyebiliriz. Demeliyiz de. Yeter ki kötü niyetli olmasın. Ama şimdi öyle bir şey yapsan tepene çökerler, tuttukları gibi seni dışarı atarlar. O şuurlu imam, o şuurlu cemaat gelecek inşallah.
Özgür imam ve özgür cemaat diyelim.
Liberalizm adı altında menfaatleri için özgürlük edebiyatı yapanlara karşı tavrımız nasıl olmalı?
Bu kelimeler bizim kelimelerimiz değil ama hayatımızda tedavüldeler. Biz genellikle ‘dünyevileşme’ diyoruz. Dünyevileşmenin fetvalarıdır, liberalizm. Yani ekonomik gerekçeleridir. ‘Niçin böyle yapıyoruz?’ diyenlere ‘Şundan dolayı, bizim de bir bildiğimiz var.’ der gibi gerekçelere biz liberalizm diyoruz. Yoksa bu, ta ezelden beri dünya muhabbeti. İnsanın imtihana çekildiği bir alandır. Ama bugün bu biraz daha formüle edilmiş, kurallaştırılmış ve karşımıza liberalizm olarak çıkmış. Daha çok dış dünyadan geliyor.
Müslümanlar burada gerçek bir eğitimden geçmeli. Sadece reddetmekle kalmıyor. Neyi, nasıl reddedeceğimizi de bilmeli. Karadenizli’nin biri birini mahkemeye vermiş. ‘Ben buna şu kadar para vermiştim, şöyle yalvarmıştı. Şimdi de inkar ediyor.’ demiş. Hakim ötekine dönüp ‘Ne diyorsun?’ demiş. Adam da ‘Ben bunu hiç tanımıyorum.’ demiş. Para isteyen de bakmış ‘Ben de seni hiç tanımıyorum…’ demiş.
İşte bizim halimiz buna dönmemeli. ‘Bir şeyin neyini reddedeceğiz ve neyini kabul edeceğiz?’ bunu bilmemiz için eğitimden geçmemiz gerektiğine inanıyorum. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafi fıkhı tarif ederken birçok tanım yapmışlar, tariflerden biri de şu; ‘fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.’ Biz lehimize olan şeyleri yani hakkımızı ve hukukumuzu, haram çizgilerini bilmezsek kaybederiz. Böylece hakkını reddeden Karadenizli adam gibi fıkralık oluruz.
Bu hakkı bize liberalizm değil Allah vermiştir, ticareti helal kılmıştır. Birileri Deli Dumrul gibi senin bazı faaliyetlerine damga vuruyorsa, haraç alıyorsa; bunları reddediyorum diyerek ticaret hakkımı mı reddedeyim ben. Allah Teâlâ, Araf Suresi 32. ayette “Allah’ın helal kıldığı rızkı kim haram kılabilir?” buyuruyor. Bütün bunları kullanırken liberalizmin sunduğu imkan olarak değil Allah’ın verdiği haklar olarak görmeliyiz. Bunu bana kimse vermemiş ki, bundan dolayı kimseye bir fatura ödemem, teşekkür de etmem. Bu benim yaratılıştan gelen hakkım. Haram olmayan bir takım şeyleri kullanırken de çok doğal bir şekilde istifade ederim. Bundan dolayı da kimseye bir eyvallahım olmaz. Çünkü bütün bunları bana veren Rabbimdir. Sınırlandıran ise başkalarıdır. Vergi alan ve buna benzer şeylerle önümü kesmeye çalışan…
‘Ben bir şeyler yapmak, dükkan açmak istiyorum’ dediğinde tepene çullanıyor. Halbuki devlet bundan dolayı sevinmeli. İşçi bulma kurumu gelip kapıyı aşındırmalı. Bu adam bağırmadı, çağırmadı, gösteri yapmadı. ‘Ben ticaret yapacağım ve sana da vergi vereceğim.’ dedi diye bana teşekkür etmesi gerekirken tepeme çullanıyor. Şu belgeyi getir, şunu getir diye… Sanki cennete sokacak beni. Yani biz hakkımızı kullanırken bunun hakkımız olduğunu bileceğiz. Allah’ın izniyle o zaman liberalizm, şu, bu falan problem olmaz. Hakkımızı bilirsek liberalizme bulaşıp bulaşmadığımızı fark ederiz. Bizim bunu yapmamız vatandaşlık hakkı falan değil, Allah’ın verdiği haktır. Rabbim bizi böyle yaratmıştır. Gasp edenler, suçlu olanlar başkalarıdır.
Hocam son olarak Genç Adam Dergisi’nin okurlarına ve çalışanlarına neler tavsiye edersiniz, kendilerini nasıl yetiştirsinler?
Özellikle gençlere en çok söylediğim şey Peygamberimizin aleyhisselam hayatını ayrı ayrı ebatta ve hacimdeki kitaplardan seri olarak bitirmeleri. İlk olarak ellerine şöyle 100 sayfalık küçük bir siyer kitabı alsınlar. – Kitaplar sahih olsun.- Ondan sonra 250 sayfalık, sonra Asım Köksal hocanınkini alsınlar ve bitirsinler. Bitirdikleri bölümlerden evde sofrada kendi ailelerine veya sınıflarında, işyerlerinde arkadaşlarına kesinlikle bir şeyler anlatsınlar. Ama anlatırken “Yahu ne zaman okudun, ne zaman başımıza hoca oldun…” gibi cümlelerle karşılaşabilirler. Bunları bir hoca edasıyla değil de bir haber verir gibi, hani trafik kazasını gören biri nasıl anlatıyorsa, -hoca edasıyla konuşmuyorsa- işte öyle bir muhabir edasıyla anlatacaklar.
Bu sizin ilminizi, imanınızı, irfanınızı geliştireceği gibi anlattığınız şeyi de unutulmaz yapacak. Bir şey anlatılırsa kolay kolay unutulmaz. Allah’ın izniyle İslam Tarihi üzerinde kardeşlerimizin yoğunlaşmasını istiyorum. Yani hadisten ziyade İslam Tarihi. Hâşâ hadislere düşman olma değil. Bir insan İslam tarihini ciddi olarak anlayamazsa hadis-i şerifleri nereye koyacağını bilemez. Allah Resulü’nün sözlerinin, hadislerinin anlaşılabilmesi için hayatı iyice okunmalıdır. Öncelikle bunu tavsiye ederim.