Mecnun Juliet’i Severse, Romeo da Leyla’yı İstetir mi?

Amr bin Luhay 5. yüzyılda Şam ziyareti sırasında putlara
tapan bir kabile ile karşılaşır. Bunların ne işe yaradığını ve neden bu
heykellere bu kadar saygı gösterdiklerini sorduğunda ‘Bunlardan yardım isteriz,
yardım görürüz, yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz.’ cevabını alır. Bunun
üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için put ister, talebi kabul edilir ve Hübel
isimli put kendisine verilir. Luhay elinde Hübel ile Mekke’ye girer, halk görerek
inanmanın dayanılmaz rahatlığının farkına varır ve artık putperestlik Mekke’de
resmen başlamıştır.
Rotterdamlı Erasmus 15. yüzyılda elinde insan putuyla
dünyaya sesini Hollanda’dan duyurur, ‘İnsan her şey için tek ölçüdür başka bir
otorite, disiplin ve varlık aramaya gerek yok.’ sözü artık batının virdi olur. Bu
sese en hızlı yankı İtalya’dan gelir, sonra İspanya, Fransa, İngiltere bu sese
müzikle, resimle, heykelle cevap verir.
Çünkü onlarca yıl süren Haçlı Seferleri (1096-1204) kiliseye
güven bırakmamıştı. Kudüs alınacak, doğunun zenginlikleri batının olacak,
yoksul Avrupa halkı refaha kavuşacak diye çıkılan seferleri kim kazanırsa
kazansın din hep kaybetmişti. Fransa ve İngiltere gibi iki Hristiyan ülke arasında
toprak sebebiyle olan yüzyıl savaşları (1337-1453) batı insanına ‘Hangi
Hristiyanlık?’ dedirtmişti Din adamları dışında kimse bilimle uğraşamazdı,
kilisenin onaylamadığı bir fikir, bir icad, bir eser halka ulaşamazdı. Hıristiyanlık,
Eflatun ve Aristo’nun görüşleri ile harmanlanıp hegemonya halini almıştı, eğer
bir düşünce bu ideolojiye aykırıysa problem mutlaka bu yeni çıkan şeyde
olmalıydı, kilise yanılamazdı.
Her yüzyılda halkın güvenini biraz daha kaybeden kilise
adeta kaybettiği gücünü sert önlemlerle tekrar kazanmak istiyordu. Kilisenin
konumunu sorgulayanlar için ENGİZİSYON mahkemeleri vardı. Bazen ‘Dünya kendi
ekseni etrafında dönüyor.’ demek bile büyük günah olabiliyordu çünkü zaten tüm
hakikatleri ruhban sınıfı biliyordu!
İdam edilemeyenler AFOROZ ediliyordu, yani muhalif şahıs
dinden çıkarılıp toplumdan dışlanıyordu. ‘İsa nasıl hem tanrı hem insan
olabiliyor, insan niye Adem peygamberin günahıyla doğuyor?’ sorusu önce aforoz
sonra engizisyonla sonuçlanabiliyordu. Bir ülke, bir şehir ya da bir topluluk
kiliseye itaatsizlik ettiği anda ENTERDİ (toplu halde dinden çıkarılmak) uygulamasına
maruz kalıyordu. Pişman olanlar için tevbe kapısı hemen açılmıyordu, belli bir
meblağ karşılığında kiliseden alınan ENDÜLÜJANS BELGESİ alınabilirse belki affa
layık olunuyordu.
Böyle bir düzende tabi ki Erasmus’un insan putu hemen kabul
gördü. Copernicus ‘Evrenin merkezi dünya değil Güneş.’ diyerek kiliseyi
şaşırttı. Yani dünya evrendeki gezegenlerden birisi, insanda tabiatta ki
canlılardan bir canlı idi. Zaten dünya dönüyordu, dünyadaki nesnelerin hareketi
ile gökyüzündeki nesneler aynı yasa ile yönetiliyordu, demek ki tabiatta
azizlerin anlattığı gibi pek de öyle olağanüstü şeyler olmuyordu. Leibniz ve
Descartes’la artık evren matematik formülleri ile açıklanır oldu. Belki de
yaratıcı fikri açıklanamayan doğa olayları için mecburen ortaya çıkmıştı ama
artık buna ihtiyaç yoktu. Tanrı ya yoktu (ATEİZM) ya da evreni yaratıp ortadan
kaybolmuştu (DEİZM). Bunca şeyi düşünen akla sahip olan insanın hiçbir otorite
karşısında başı önde olmamalıydı, hatta belki de Tanrı’dan kalan boşluğu insan
doldurmalıydı. (HÜMANİZM)
Fizikten sonra sıra edebiyattaydı; Dante, Cervantes, Shakespeare,
Montaigne, Voltaire ve diğerleri yüzyıllarca kilisenin karşısında küçültülen
insanı yücelttiler. Mancınıkla zorla geriye doğru itilen bir cismin serbest
bırakıldığı an ilk olduğu yerden bile çok çok ilerilere gitmesi gibi, asırlarca
papalık tarafından ebedi cehennem korkusuyla geriye doğru çekilen batı insanını
fazlasıyla ileri götürdüler.
Sonra sırayı felsefe aldı; İmmanuel Kant Almanya’dan
seslendi: ‘Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu erginleşmemişlik
durumundan kurtulmasıdır. Haydi insan! Artık aklını Tanrı ya da peygamber ya da
bir başkasının kılavuzluğuna ihtiyaç duymadan kullan.’ Descartes Fransa’dan
isyan etti: ‘Eğer gerçekten hakikati aramak istiyorsan, her şeyden şüphe et.’ İngiltere’den
Bacon kilisenin akla ve kalbe sığmayan dogmalarına karşı, gözlem ve deneyin
önemini vurgulayıp ‘bilgi güçtür.’ dedi ve herkesi etkiledi. Almanya’dan Martin
Luther ‘Din insan içindir, tüm dini kurumlar ve din adamları insana engeldir, Allah
kulunu cehenneme atmayacak kadar merhametlidir.’ diyerek ibadetsiz, taatsiz bir
insanlık dinini müjdeledi.
Ancak hayat boşluk kabul etmiyordu, yenisi alınmadan atılan
eskinin yeri başka bir eskiyle hatta bazen daha da eskiyle doldurulabiliyordu.
Tarihi M.Ö. 6. yüzyılda Thales’e hatta Buddha’ya, Konfüçyüs’e dayanan Hümanizm’in
tekrar dirilmesi gibi.
Hümanizm popüler kültürde insan sevgisi olarak bilinse de;
insan merkezcilik demektir, bir fiilin değerlendirilmesinde Tanrı’nın
hoşnutluğunu değil, insanın görüşünü önemseyen, kaderin olayların üzerindeki
etkisini kabul etmeyen, insanı evrendeki en yüce ve tek değer kabul edip
dinlerin insana verdiği aşkın yönü inkâr eden bir akımdır. Siyasette niteliğin
değil, çoğunluğun iradesi, istişare değil demokrasi, sınıfta saygı duyulan bir
öğretmen değil öğrenci ile eşit bir eğitici, aracısız, ibadetsiz direkt kutsal
kitaptan alınan dini bilgi, bunlar hümanizmin bizde ki izleri. Tevfik Fikretler,
Ziya Gökalpler, Abdullah Cevdetler, Nurullah Ataçlar da hümanizmin çıkış
sürecini, nasılını, niçinini bilmeden sahiplenenleri… ‘Benim bedenim benim
kararım, benim hayatım bana karışamazsın, cinsel tercihimi sorgulayamazsın.’
15. yüzyılın bugüne kalan kırıntıları.
Bu akımın yücelttiği akıl coğrafi keşifleri, Fransız
devrimini, Rönesans’ı, reformu, sanayi devrimini gerçekleştirmiştir ancak
insanın sınırlı aklının ürettiği her sistem gibi 100 yıl bile geçmeden hümanist
batılı insan daha önce uğradığı belanın daha fenasını insanlığa uğratmıştır.
Çünkü Batı insanı özgürlüğü, adaleti, eşitliği kanıyla-canıyla kazanmıştır o
halde insanlar eşittir ama batı insanı daha çok eşittir. Bilim şu anki konumunu
Avrupa insanına borçludur, bu gelişmeye katkısı olmayan akıllara sahip topluluklar
pek te insan sayılmasalar yeridir. O halde gelsin sömürge sistemi, işgaller ve
soykırımlar… Sistematik olarak yapılacak zulümler evrensel yerleşik bir
eğitim paradigması ile müfredat olarak süslü, güzel paketlerle sunulur, eğitilen
beyinler hırsızı suçlamayacak şekilde düşündürtülür, herkes ev sahibinin ilkel
ve geri kalmışlığına yoğunlaşır, artık katil masumdur.
Hâlbuki batının ilkel toplum olarak gördüğü doğu da yıllarca
her meşrepten, her mezhepten, her dinden âlim bilgi üretmiştir. Harizmiler, Şiraziler,
Firdevsiler, Uluğ Beyler ilmi bir ırmak gibi görüp bizim de bir katkımız olsun
diye düşünmüşlerdir. Çoğu zaman bilimde devrim sayılan kitaplarını, teorilerini
isimsiz yayınlamışlardır. 7. ve 17. yüzyıl arasında batı kendini ararken
Müslümanlar kendilerini aşmıştır. Ne zaman ki doğu, mancınıkla çok gerilerden
önüne düşen batı insanının buhranlarıyla kirlenmiş zihninden çıkan ama dışardan
bakınca göz kamaştıran yenidünya görüşünü rehber yaptı kendine, o gün geri
kalmaya başlamıştır.
İnsan ve Nas isminde sureleri bulunan, ‘Ya Eyyühel Kafirün’
diyerek kâfirleri bile muhatap alan bir kitaba iman eden Müslümanlar olarak
yine yanlış reçeteyi sahiplendik. Batının yaşadığı geçmişi bir batılı gibi yaşamadan
onların sonucuna imrendik. Mevlana’dan, Yunus’tan hümanist; Akşemseddin’den, Ebus
Suud’dan dogmacı ruhban sınıfı; bazı ilahiyatçılardan da Martin Luther
çıkardık.
Hâlbuki bizim hiç giyotinimiz olmadı ki, şeyhülislamın
ağzından çıkan bir kelime ile soykırımlar yapılmadı ki, her yüzyılın başında Kur’an
değiştirilip tanrı sayımız arttırılmadı ki, insan onuruna yakışmayan
yasaklar-kurallar Allah’ın emri olarak sunulmadı ki, kadının insanlığı
tartışılmadı, ten rengi farklı olanlar kafeslere koyulmadı ki.
Evet, Mevlana ‘İnsan’ dedi ama Allah’tan taşıdığı öze layık
olduğu kadar insan, Yunus ‘İnsan’ dedi ama Allah yarattığı için insan, Hacı Bektaş-ı
Veli ‘İnsan’ dedi ama eşref-i mahlûkat olmaya çalıştığı kadar insan.
Bir yazarın dediği gibi; ‘Mecnun, Leyla’yı görmek için
çöllere düştü, sevdası dillere düşsün istemedi, başını Leyla’yı görmek için
kaldırdığında Allah’ı gördü. Romeo, Juliet’in balkonunun altında serenat yaptı,
tüm dünyaya aşkını duyurdu, başını kaldırınca Juliet’i gördü. Sevgi anlayışımız
bile insanı aşıp ötelere giderken biz kimin hümanizmine imreniyoruz Ya eyyühen
nas?