MAVERADAN MACERAYA-Çok Okuyan mı Çok Gezen mi?

Sevgili İlkadım Dergisi Okurları! Yıllardır bu mektebin içinde yazıp çizdik, okuyup geçtik. Söz uçtu lakin yazı kaldı. Her ay yeni bir makale mihverinde cedit bir konuya dikkat çektik. Sonra Maveradan Maceraya Makaleler’in bir bölümünü E-Kitap üzerinden yayınladık. İnternet ortamında “www.hamdioz.net” adresi üzerinden sevenlerimizle paylaştık. Makalemizi kaleme alırken basın ve medyada Kazakistan’a darbe planları konuşuluyordu. İktidar değneğini içten içe kemiren güvelerden bahsediliyordu. Bizdeki 17-25 Aralık ve Gezi Olayları gibi güya masum bir görünüm ile sokağa dökülenler, Azerbaycan Zaferinden sonra ayağa kalkan ve şahlanan Türk Dünyasının Birliğini dağıtmak, Rusya’nın SSCB’den ayrılan Türkî Cumhuriyetler üzerindeki vesayet ve gücünü deklare etmek, sözde Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasını engellemek istiyorlardı.
Osmanlı Ordusu Filistin Cephesi kumandanlarından merhum Kolağası İbrahim Ağa’nın damadı Çanakkale Harbi Şehitlerinden olan Molla Mehmet oğlu Mustafa Akçay dedem anlatmıştı. Zamanın behrinde gaile-i saltanattan usandım diyen bestekar, şair ve hattat olan Sultan İkinci Mahmud, veziri Alemdar Mustafa Paşa ile tebdil-i kıyafet memleketi gezmeye, halkın yaşantısını yerinde görmeye karar verir. Çamlıca yokuşuna atını sürer. Ormanlık araziyi aşınca koca bir yoz sürüsü, aralarında birkaç kangal köpeği ve Çoban Mehmet Ağa ile karşılaşır. Selam kelam derken tanışırlar. Sultan Mahmud kendini ipek yolu tüccarı, vezirini de ortağı olarak takdim eder. Hoş beş sohbetten sonra yalnızlığını gidermek isteyen Mehmet Ağa misafirlerine mükellef bir kahvaltı hazırlar. Ada çayı, kekik suyu, keçi sütü, sele zeytini, yayla balı, tandır çöreği ve tulum peynirinden oluşan zengin bir sofra ile güzel bir şekilde ağırlar. Karşılama ve ağırlama güzel olunca uğurlama da güzel olur. Madem yola gidiyorsunuz Mahmud Ağam! Lütfen hediyemi reddetmeyin der ve padişahın atının terkisindeki nakışlı heybeyi hediye ile doldurur. Sultan tam atına deh derken, Mehmet Ağa iade-i ziyaret amacıyla ikamet adresini sorar. O da çaktırmadan İstanbul Topkapı Sarayı’nı Mahmud Ağa’nın Konağı diye tanımlar ve oraya davet eder.
Gel zaman git zaman Mehmet Ağa koyun sürüsünü satar, heybesini omzuna atar ve doğru Topkapı’nın yolunu tutar. Zihninde kalan adres Mahmud Ağa Konağı’dır. Tam sarayın kapısına gelir fakat orada nöbet tutan inzibatlar halveti dervişi gibi ortalıkta adres sorup duran Mehmet Ağa’dan şüphelenir ve sarayın önünden kovar. Orada sesler yükselince sarayın penceresinden çıkan arbedeyi dinleyen Sultan Mahmud, Çoban Mehmet Ağa’yı içeriye buyur eder ve onu sarayın girişinde karşılar. Ne de olsa bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Mehmet Ağa, padişahı kucaklar ve der ki: Mahmud Ağam! Maşallah çok azgın köpeklerin varmış. Nerdeyse beni yiyeceklerdi. Bizim Karabaş ve Kangal bu kadar vahşi değildi.
Mehmet Ağa; sarayın merdivenlerinden çıkarken üzerinde yürüdüğü kırmızı halıları, duvarlardaki asılı tezhip ve hat sanatının eşsiz örneklerini görünce mekânın debdebe ve ihtişamından sarhoş olmuş bir edayla uzun bir ıslık çalar ve “Mahmud Ağam! Bu Konağı siz mi yaptırdınız yoksa babanızdan mı kalmadır?” diye sorar. O da babası Sultan 1. Abdülhamid’den kaldığını söyler. Mehmet Ağa henüz uyanmamıştır. Hele canım senin gözün avda gönlün tavda diyerek söylenir. Sarayın toplantı salonundan geçerken hizaya giren erkan-ı devlet, omuzu kalabalık rütbeli zabitan ve paşaları görünce Mehmet Ağa’nın sezileri duyularının önüne geçer ve uyanır. Zira; herkes Mahmud Ağa’ya: “Padişahım! Misafiriniz galiba” deyip hoş geldiniz demeye başlar. Mehmet ağa padişahtan özür diler. Fakat olan olmuştur. Padişah toplantıya çağırdığı vezirler ile yeni düzenlenecek seferler ve Devlet-i Âliye’ye isyan bayrağı çeken Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı verilecek mücadele üzerine fikir alışverişi yapmaktadır.
Sırtı sarı bazı paşalar toplantıyı kaynatmak için eğlence fırsatı bulmuştur. Padişahtan misafirinin de toplantıya katılmasını isterler. Padişah, Mehmet Ağa’yı toplantı salonunun bir köşesine oturtur. Mehmet Ağa pür dikkat bütün oturumu izler. Padişah yapılan istişare ve değerlendirme toplantısından bir netice çıkmayınca üzülür. Zira erkan-ı devlet fitneci hareketin etkisiyle ikiye bölünür. Şura-yı devlet üzerinde hala Patrona Halil ve Muslu Beşe zihniyeti hakimdir. Toplantı sonunda ne şiş yansın ne kebap sönsün, laf olsun torba dolsun kabilinden “Mehmet Ağa’nın da bir fikrini alalım padişahım” derler. Islahatçı ve yenilikçi bir padişah için gavur padişah yaftasını vuranların önergesi üzerine Mehmet Ağa ayağa kalkar; “Padişahım! Bana 24 saatliğine mührü hümayunu verir misiniz? Benim de bir hayalim vardı. Galiba o hayalim bugün gerçek olacak” der. Teklif oylamaya sunulur ve kabul edilir. Mühür, padişah tarafından Kaymakamlık Kethüdası eliyle Mehmet Ağaya tutanakla teslim edilir. Mazbata verilir. Artık Mehmet Ağa, Devlet-i Âliye’nin başıdır.
“Paşalarım!” diye söze başlar. “Bu akşam sabaha kadar hepinizle Teke tek görüşeceğim” der. Ve görüşme başlar. Mehmet Ağa, paşaları kendisine tahsis ettiği özel bir odada kabul eder. Odasının çıkışında iki kapı vardır. Birisi celladın önüne açılan ölüm kapısı, diğeri de sarayın kilerinden bahçesine açılan kurtuluş kapısı. Ferman kesindir. Yolu celladın önüne çıkanların kapıdan dönüşleri olmadan kelleleri alınır. Mehmet Ağa, toplantı esnasında Padişah konuşurken alaycı tavırlarından ve yaptıkları aykırı konuşmalarından hainleri zihninde fişlemiştir. Onlara birebir görüşme faslının başında kendisinin de iyi bir Osmanlı Düşmanı olduğunu söyleyerek tereddüt içinde kaldığı kişileri iyice deşifre etmiş ve yedi kişinin infazı gerçekleşmiştir. Kapının altından kan yürüyüp de giden geri gelmeyince kışlanın önünden redif sesleri gelmeye başlar.
Padişahı fayton ile payitaht köşkünden apar topar geri getirirler. Onlara göre; Mehmet Ağa güç zehirlenmesine tutulmuş ve cinnet getirmiştir. Fakat Mehmet Ağa; kestirdiği paşaların cesetlerinden sünnetsiz gavur olduklarını, Enderun’daki Acemi Oğlanlar arasından sarayın mutfağına, oradan da Bab-ı Âli’ye kadar sızdıklarını padişaha göstermiş, akabinde de sabah olmadan mührü teslim etmiştir. Eğer acele etmeseydiniz padişahım henüz işim bitmemişti, alınacak birkaç kelle daha vardı demez mi? Padişah “Bu tecrübeyi nasıl edindin Mehmet Ağa? Demek ki biz bu devletin başında otuz yıldır boşuna bostan beklemişiz” der.
Mehmet Ağa tecrübesini konuşturmaya başlar: “Ben her üç senede bir davar köpeklerini değiştiririm. Soyu kangal cinsi köpek de olsa üç sene sonra kurt ve çakal taifesiyle emmilik-dayılık ve kuzenlik yakınlığına dayanan muhabbet başlar. Anaç kurtlar yozun başındaki nöbetçilere: “Yahu Emmioğulları! Sizin aklına yanıyoruz. Akşama kadar bir tas yal uğruna her gün kan ter içinde karın buzun üzerinde kovalamaç oynuyoruz. Halbuki biz akrabayız. Siz ara sıra kaybolun biz de mor koyunu veya kısır keçiyi dereye indirelim kalanından siz de yersiniz. Nasıl? Bir düşünseniz iyi olur diye akıllarını çelerler ve anlaşırlar. Çobanı bile yanıltırlar. Sonra mal sahibi, köyün çobanı ve muhtarı birbirine girer. Bu olay üzerine Sultan İkinci Mahmud ıslahat fermanını yayınlar: Öyleyse Yaşasın İdari Adli Mali Askeri Dini ve Siyasi Rotasyon!
Çoban Mehmet Ağalar uyanık olsa benim de birkaç sorum olacaktı. Mesela; şu Eczacılar Birliğinin logosunda defne dalı ve zehir çanağı hikayesini anladım. Ancak; Eczacılar Birliğinin amblemindeki yılan ile Tabipler Birliğinin logosundaki yılanlar aynı mıdır? Hangisinin zehri daha tesirlidir? Kara Yılanın mı, Kıraç yılanın mı? Engereğin mi, Pitonun mu? Çok okuyan mı, çok gezen mi daha iyi bilir? En tehlikeli yanlış, doğruya en yakın olan mıdır? El cevap: …
hamdioz1@hotmail.com