KAPAK – Zülkarneyn Kıssası

Kur’an’da yer alan Zülkarneyn kıssasıyla ilgili ifadeler oldukça veciz ve müphemdir. Bu durum kıssayla ilgili tarihî bir çerçeve belirlemeyi güçleştirmektedir. Biz burada siz kıymetli okuyucularımıza güvendiğimiz bazı kaynaklardan; gerek İslam Ansiklopedisinden gerekse Diyanetin Kur’an Yolu tefsirinden aktarımlar yaparak konuyu izaha çalışacağız.
Hazreti Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli hâdiseleri anlatırken Yahûdîler ve İranlılar, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini kendilerine göre anlatmaya başladılar. Medîne’de ahir zaman Peygamberi’nin kendi içlerinden çıkacağına inanan Yahûdîler vardı. Bunlar, Mekkeli müşriklere: “Orada bir peygamber çıkmış, eğer o hakîkî bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, hakîkaten peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse, yalancıdır!” dediler.
Mekkeli müşrikler de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Kehf Sûresi nâzil oldu.
“(Ey Resulüm!) Sana, Zülkarneyn’i sorarlar. De ki: Size, onun (hâlinden)de, haber söyleyeyim: Hakikaten biz, onu, yeryüzünde büyük bir kudret sahibi kıldık ve ona, (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep (bir yol) verdik. O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihayet, güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara bir balçıkta batar buldu. Bunun yanında da, bir kavm buldu.
(Kendisine) dedik ki: Zülkarneyn! (Onları) Azaba uğratmanda da haklarında güzellik (tarafını) tutmanda da serbestsin! Dedi ki: Amma kim zulmederse, biz onu, azaba uğratacağız.
Sonra da, o, Rabbine döndürülür de O da kendisini, şiddetli bir azâba duçar eder. Amma kim de imân eder, güzel de hareket eylerse onun için en iyi bir mükâfat vardır.
Ona, emrimizden kolay (taraf)ını da söyleyeceğiz. Sonra, o, başka bir yol tuttu. Nihayet, üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu, öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık. (Ne elbiseleri vardı, ne evleri) İşte (Zülkarneyn’in işi) böyle idi.
Hâlbuki onun yanında (neler vardı) ki, biz, hepsini, İlm(imiz)le kuşatmışız. Sonra (o), yine bir yol tuttu. Nihayet, iki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde, hemen hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar: Zülkarneyn! Hakîkat, Ye’cüc ve Me’cüc, bu yerde fesad çıkaran (kabile)lerdir. Bizimle, onların arasına bir sed yapman üzerine, sana bir vergi verelim mi? dediler. (Zülkarneyn):Rabbimin, beni, içinde bulundurduğu (nimet, sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydin, siz, bana bedenî kuvvetle yardım ediniz de, sizinle onların arasına sağlam bir mani yapayım.
Bana, demir kütleleri getiriniz! (O karşılıklı iki dağın) İki yanı, tam denkleştiği vakit: Lifleyiniz, dedi. Nihayet, onu (demiri) bir ateş haline koyduğu zaman da: Getiriniz bana, üstüne, erimiş bakır dökeyim, dedi. Artık, onu, aşmaya da güç yetiremediler, onu delmeye de, muktedir olamadılar. Bu, Rabbimden, bir merhamettir. Fakat Rabbimin va’di gelince, o, bunu, dümdüz yapar. Rabbimin va’di, bir haktır, dedi.”(Kehf: 83-98)
Yüce Allah, Zülkarneyn’i yeryüzünde güç, kuvvet, ilim, irfan ve her türlü maddî ve manevî imkâna sahip bir lider kıldı. Bu imkânlar sayesinde dilediğini elde edebiliyor ve dilediğini yapabiliyordu. O bu imkânları Allah yolunda kullanmak üzere cihad ve fütuhata çıktı. Tefsirlerde nakledildiğine göre Zülkarneyn, batıda Atlas Okyanusu’na veya Karadeniz’e kadar gitti. Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Güneş, sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki balçıklı bir su gözesine veya sıcak su gözesine gömülür gibi batıyordu. Kur’an burada coğrafî ve kozmografik bilgi vermemiş, bakanın ufukta gördüğünü tasvir etmiştir.
Tefsircilerin kanaatine göre Zülkarneyn’in sahilde karşılaştığı kavim inkârcı bir topluluk idi. O yüzden Allah Teâlâ onu, bu kavmi cezalandırmak veya eğitmek ve böylece iyilikle yola getirmek arasında serbest bıraktı. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: III/494.)
Zülkarneyn batıda işlerini bitirdikten sonra doğunun yolunu tuttu. Neticede, muhtemelen Afrika’nın veya Asya’nın doğu kıyılarına, Hint Okyanusu’na yahut Hazar denizine ulaştı. Âyetlerin akışından anlaşıldığına göre burada medenî hayat gelişmemişti. Zülkarneyn’in karşılaştığı insanlar, medeniyetten uzak olduklarından, güneşin sıcağına ve yağmura karşı korunmak için ne elbise dikip giymesini biliyorlardı ne de barınabilecekleri evleri vardı, topraklarında güneşe karşı koruyabilecek bitki örtüsü de bulunmuyordu. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: III/495.)
Zülkarneyn üçüncü defa ordusunu hazırlayıp seferlerine devam etti. Bu seferin hangi istikamete yapıldığı Kur’an’da açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, tefsirciler bunun kuzeye yapıldığı kanaatindedirler. Kâmil Miras da Zülkarneyn’in bu üçüncü seferinin güneyden kuzeye doğru gerçekleştiğini savunur ve bunun Kur’an’ın nazmından anlaşıldığını ifade eder. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 100)
Bir görüşe göre Zülkarneyn’in vardığı iki dağ arasından maksat Hazar denizinden Karadeniz’e doğru uzanan dağ sıraları arasında bulunan Demirkapı mıntıkasıdır. Bu dağların Ötesinde Ye’cûc ve Me’cûc bulunmaktadır. (Mevdûdî, III, 179) Diğer bir görüşe göre bu iki dağ doğuda, Türk yurdunun sona erdiği bölgede bulunmaktadır; meşhur Türk müfessirleri Zemahşerî ile Ebüssuûd bu kanaattedirler. Elmalılı da “Bu görüş Çin Seddi’ne bir işarettir” diyerek konuya biraz daha açıklık getirmek istemiştir. Ancak tarihçilerin verdiği bilgiye göre Çin Seddi’ni Zülkarneyn değil Çinliler yaptırmışlardır. Zülkarneyn’in ulaştığı bu iki dağ eğer doğuda ise bunların Tanrı dağları ile Altaylar, seddin de bu iki dağ arasında, Çin Seddi’nden çok daha önce yapılmış fakat zamanla yıkılmış bir set olması gerekir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: III/495.)
“Nerede ise hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu” diye tercüme ettiğimiz cümleye farklı okunuşa göre “Nerede ise hiçbir sözü anlatamayan bir kavim buldu” anlamı da verilebilir. Yani Zülkarneyn’in karşılaştığı kavim, kendi dillerinden başka dil bilmedikleri için Zülkarneyn’in sözlerini anlamıyorlardı veya kendi düşüncelerini ona anlatamıyorlardı. Ama kendisine her türlü imkân lütfedilmiş olan Zülkarneyn, onlarla anlaşma yolunu buldu ve onların teklif ve yardımlarıyla Ye’cûc ve Me’cûc’e karşı büyük bir set yaptı. Kur’an bu seddin nerede ve ne zaman yapıldığı konusunda herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak genellikle tefsirlerde Zülkarneyn’in karşılaştığı, söz anlamayan veya anlatamayan kavmin Türkler olduğuna işaret edilmiştir. (Zemahşerî, II, 498; Râzî, XXI, 169; İbn Kesîr, V, J91; Elmalılı, V, 3287) Bu durumda olay Orta Asya veya Kafkaslarda meydana gelmiş olmalıdır. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: III/495.)
Kur’ân-ı Kerîm, Ye’cûc ve Me’cûc’ün kimler olduğu, nerede ve ne zaman yaşadıkları hakkında bilgi vermemiştir. Ancak tarihçiler bunların Hz. Nuh’un oğlu Yâfes’in soyundan gelmiş iki kabile olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte “Yeryüzünde fesat çıkarıyorlar” mealindeki cümle, bunların birçok kabileden meydana gelmiş kalabalık bir kitle olduklarına delâlet eder. Nitekim yirmiden fazla kabileden meydana geldiklerine dair rivayetler de vardır. (Elmalılı, V, 3288)
Hintli âlimlerden M. Enver Keşmîrî, Rusların Ye’cûc, İngiliz ve Almanların da Me’cûc soyundan geldiklerini; bunların tarihte birçok defa çıkış yapıp yeryüzünde fesat çıkardıklarını, son çıkışlarının ise kıyamet alâmetlerinden olacağını ileri sürmüştür. (Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IX, İÛ1)
Ancak, bir milletin geleceğiyle ilgili böyle bir peşin hükümde bulunmak gerek ilmî gerekse dinî bakımdan isabetli görülemez. Birçok tefsirci ise Hunların, Moğolların ve Timurluların akınlarını ve savaşlarını göz önünde bulundurarak Ye’cûc ve Me’cüc’ün Moğollar ve Tatarlar olduğunu söylemişlerdir. Hatta Türklerin cengâverliğine bakarak bunların Türkler olduğunu ileri sürenler bile olmuşsa da. ( bk. Ateş, V, 330) Türklerin asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yaptıkları, Kur’an’ın değerlerini kıtalara yaydıkları dikkate alındığında, tamamen yıkıcı topluluklar olan Ye’cûc ve Me’cûc hakkında söylenenlerin Türklere yakıştırılması mümkün değildir.
Hatta Moğolların ve Tatarların torunlarının da Müslüman olup asırlarca İslâm’a hizmet ettikleri göz önüne alındığında bunların Ye’cûc ve Me’cûc oldukları iddiası da bir yakıştırmadan öteye gitmez. Sonuç olarak muhtemelen Ye’cûc ve Me’cûc ile ilgili anlatılan olay tarihin çok eski dönemlerinde meydana gelmiş; Zülkarneyn’in yaptığı set ise tarihî araştırmaların erişemediği herhangi bir devirde yer küresinin değişimi sonucu harabeye dönüşüp toprağın altında kalmıştır. Nitekim “Rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder” mealindeki 98. âyet buna işaret etmektedir.
Ye’cûc ve Me’cûc hakkında Hz. Peygamber’den birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah buyurmuştur ki, “Ye’cûc ve Me’cûc her gün seddi delmeye çalışırlar. Tam delip de güneş ışınlarını görecekleri sırada başlarında bulunan kişi, ‘Haydi gidin yarın delersiniz’ der. Fakat ertesi gün döndüklerinde seddin eskisinden daha sağlam hale gelmiş olduğunu görürler. Nihayet müddetleri dolup da Allah onları insanların üzerine salmayı dilediği zaman başlarında bulunan adam, ‘Haydi gidin inşallah yarın delersiniz’ der. “İnşallah” dediği için döndüklerinde seddi, bir önceki gün bıraktıkları biçimde bulurlar. Seddi delerler ve insanların karşısına çıkarlar; suları içerek kuruturlar, insanlar onlardan kaçıp kalelerine sığınırlar. Bunun üzerine onlar oklarını göğe atarlar. Attıkları oklar kana bulanmış olarak yere düşer. Daha sonra onlar, ‘Yerde olandan ezdik, gökte olanları yendik’ derler. Fakat Allah onların kafalarının içine bir kurt musallat eder, kurt onları öldürür.” Rasûlullah devamla şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki yeryüzündeki hayvanlar, onların etlerini yiyip kanlarını içerek semizleşir, şişmanlarlar. (Müsned, II, 510 İbn Mace, “Fiten”, 4079-4081; Tirmizî, “Tefsîr’ 19)
İbn Kesîr’e göre bu hadis Hz. Peygamber’e isnat edilemez. Zira söz konusu rivayette Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi delmeyi başardıkları belirtilmektedir. Oysa âyetin zahirine bakıldığında onların, çok sağlam olan bu seddi aşmaları veya delmeleri mümkün görülmemektedir. İbn Kesîr’in kanaatine göre muhtemelen Ebû Hureyre bu rivayeti, (Yahudi iken Müslüman olan) Kâ’b el-Ahbâr’dan nakletmiş; sonraki bazı râviler de bu sözü yanlışlıkla Hz. Peygamber’e isnat etmişlerdir. Çünkü (İsrâiliyyât türü rivayetleriyle meşhur olan) Kâ’b, Ebû Hureyre ile sık sık birlikte oluyor ve ona rivayette bulunuyordu. (V, 194)
Aşağıdaki hadis de bu görüşü desteklemektedir. Rasulullah’ın eşi Zeyneb bint Cahş şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Peygamber yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir halde uykudan uyandı, şöyle diyordu: ‘Lâ ilahe illallah! Yaklaşan bir kötülükten, büyük bir fitneden dolayı Arapların vay haline! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şunun gibi bir delik açıldı!” buyurdu; daha sonra başparmağıyla onu takip eden (şehâdet) parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeyneb, “Yâ Rasûlullah! İçimizde bu kadar sâlih kimseler varken biz helak olur muyuz?” diye sordu. Rasûlullah, “Evet! Kötülükler çoğalırsa” diye cevap verdi (Buhârî, “Fiten”, 4)
Aslında Kur’an bu seddi, Ye’cûc ve Me’cûc’ün açmasına ebedî olarak engel olacağını bildirmiş değildir. Allah’ın takdir ettiği zaman geldiğinde seddin tarihî hayatını tamamlayıp yerle bir olacağını bildirmektedir; “Zülkarneyn; Bu, rabbimden bir rahmettir. Fakat rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır, dedi.” Şeklindeki 98. âyet bunun gerçekleştiğine işaret ediyor.
Merhum Zeki Soyak hocamızın Kur’an ve Hadis’te Kıssalar Hisseler isimli eserinin birinci cildinde yer alan Zülkarneyn Kıssası’nın “Kıssadan Hisseler” bölümünden bir kısmı alıntılayarak yazımızı sonlandırıyoruz.
ZÜLKARNEYN KISSASINDAN HİSSELER
1- Aziz kardeşim! Mülk Allah’ındır. Varlık âleminde ne mevcutsa hepsi O’nun mülküdür. Gerçek hükümdar Allah Teâlâ’dır.
Kendisine çok büyük bir mülk ve saltanat verilen Zülkarneyn aleyhisselamı düşünelim. Şarka ve garba hâkim, yenilmeyen orduları var. Nur ve zulmet emrinde, Hızır aleyhisselam ordusunda komutanlık yapıyor. Ne müthiş bir güç ve kuvvet. Ne muazzam bir mülk ve saltanat. Gözleri kamaştıran bir ihtişam.
Şu husus kesin olarak bilinmelidir ki, bir idareci Rabb’ine karşı vazifelerini en iyi bir şekilde ifa ediyorsa, böyle bir yönetici milletine karşı da vazifelerini en mükemmel bir şekilde yerine getirir. Âdil olur. Asla zulmetmez. Vatan ve milletine hizmeti kendine şiar edinir.
Rabb’ine karşı nankörlük eden, isyan eden bir idareci de idaresi altındaki insanlara karşı nankör olur. Haksızlık yapmaktan, zulmetmekten asla fütur etmez.
Zülkarneyn aleyhisselam kendisine verilen mülk ve saltanatının, çeşit çeşit dünya nimetlerinin şükrünü eda etti de bahtiyarlardan oldu.
Ya diğerleri? Nemrut ve benzerleri, sahip oldukları mülk ve saltanatı kötüye kullandılar. Şükrünü eda etmek şöyle dursun, mülk ve saltanatları onları azdırdıkça azdırdı da gazab-ı ilâhîyeye uğradılar ve ebediyyen kaybettiler.
2- Her devirde iyiler ve kötüler olagelmiştir. Hakkın tarafında olanlarla, batıl tarafında saf tutanlar hep mücadele halinde olmuşlardır. Kimileri kötülerin ve kötülüklerin önüne set çekerken, kimileri de iyilerin ve iyiliklerin önüne set çekmişlerdir.
Zülkarneyn aleyhisselam yeryüzünde fesat çıkaran kötü bir kavim Yec’üc ve Me’cüc’ün önüne aşılmaz, yıkılmaz bir set çekerek Allah Teâlâ’nın takdir ettiği bir zamana kadar onların kötülüklerine mani olmuş, şer ve fesatlarını önlemiştir. Diğer taraftan da mazlum ve mağdurlara yardım etmiş, onları zâlim ve şerirlerin tasallutundan korumuştur.
Nemrutlar, firavunlar da iyilerin, iyiliklerin önüne set çektiler. Kötülere ve kötülüklere yol verdiler. Onların başını çektiler. Neticede helak olup gittiler.
3- Aziz kardeşim! Zülkarneyn seddinden kendi nefsimiz için de hisse almalı, ders çıkarmalıyız. Nefsimizle, günahlar arasına bir set çekmeliyiz. Öyle bir set ki, ne nefsimiz günahlara ulaşabilsin, ne de günahlar bize bir yol bulabilsin.
Hani Zülkarneyn aleyhisselam iki dağ arasını demirle doldurmuş, sonra körükleyip kor halinde bir ateş olunca üzerine eritilmiş bakır dökmüştü ya.
Gel can kardeşim! Biz de öyle yapalım. Biz de nefsimizle, kötülükler, günahlar arasına demirden, çelikten daha muhkem Kur’an ahkâmını, Kur’anî hakikatleri koyalım. Sonra iman körüğüyle üfleyip aşk ve muhabbet ateşi haline getirelim, üzerine de sünnet-i seniyye, ahlak-ı Muhammediyye iksirini dökelim. Böylece öyle bir set yapalım ki o seddi aşmaya cüret eden, yıkmaya yeltenen her kötülük, her kötü, her âsî, her günah, hasir olarak geri dönsün. Nefsimiz kötülük yapmak, günahlara dalmaktan ümidini kessin.