KAPAK – Ticareten Lentebur

Kâbe-i Muazzama, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapıldıktan sonra “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.” (Bakara, 128) diye dua etmeleri üzerine Rabbimiz Zül Celal onlara hac ibadetinin nasıl yapılacağını Cebrail vasıtası ile öğretmiş ve “İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac-27) buyurmasıyla bu ibadet başlamıştır.
Hac ibadeti kimi zaman putperest gelenekler de karıştırılarak Peygamberimiz aleyhisselam’a kadar gelmiştir. Peygamber Efendimiz aleyhisselam bunları temizlemiş, haccı tevhit inancına uygun hale getirmiştir. Hicretin dokuzuncu yılında “Orada apaçık deliller vardır, İbrahim’in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kâbe’yi haccetmesi gereklidir. Kim inkâr ederse bilsin ki doğrusu Allah âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmran, 97) ayetiyle Müslümanlar üzerine farz olmuştur.
Bu farziyetle beraber tüm inananların gönlüne düşen ateş benim de içime çoktan düşmüştü. Ben de uzun yıllar boyunca maaile gidip en azından bir umre yapmak, Rasulullah’ın ayak izlerini sürmek istiyordum. Bunun için mütevazı bütçemizden her ay düzenli para ayırmaya başladım. Bu kararı aldıktan sonra aradan geçen beş altı yıl zarfında o vakitler dört kişiden oluşan ailemden ancak iki kişiyi umreye götürebilecek kadar bir birikim yapabildim. Bu sıralarda daha önce Medine Türk Okulu’nda görev yapmış olan muhterem İbrahim Çiftçi Hocamızdan da etkilenerek bana haccın ve sayısını hatırlayamadığım kadar umrenin kapısını açacak olan yurt dışı öğretmenlik sınavına girdim. Birkaç deneme sonunda barajı aşmak için gereken puanı alarak bu sınavı geçebildim.
Güç yetirebilene/yol bulabilene Allah’ın üzerimizdeki hakkı olan bu arınma yolculuğuna bir yol da ben bulmuştum. Bir yol bularak beytini ziyaret etmemizi isteyen ‘Yüce Kudret’ bir yol da bana açmıştı. Yıllardır dualarımı süsleyen Kâbe artık hayat sayfalarımı süsleyecek, her müminin görmek isteyeceği yerleri görecek ve bulunmak istediği yerlerde bulunacaktım. Güzel haberler üst üste geldi. Arabistan’a görevlendirilen öğretmenler arasında benim görevlendirildiğim yer de dâhil birkaç bölgenin işleri erken bitmiş, normalde Ekim başını bulan yolculuklar Eylülün ortasında gerçekleşmişti. O yıl hac Eylül ayının son çeyreğinde yapılacağı için daha Arabistan’a varır varmaz hac yapabilecektim. Arabistan’a ulaştığımda bizi karşılayan öğretmenler ile tanıştıktan hemen sonra “Hacca nasıl giderim?” sorusunu sormaya başladım. Buradaki arkadaşlar hac yapmak isteyenlerin günler öncesinden gittiğini, benim ise buraya henüz gelmiş birisi olarak elimde sadece pasaport ile yol, dil, iz bilmeden yaklaşık 1300 km. uzaklıktaki Mekke’ye gitmemin çok zor olduğunu söylediler. Buna çok üzülmüştüm.
Bütün dünyadan Müslümanların hac için Arabistan’a geldiği günlerde ben Arabistan’daydım ve hac için Mekke’ye gidemeyecektim. Buradaki arkadaşlar “Üzülme, daha yeni geldin, önümüzdeki yıl yaparsın.” deseler de şartlar oluşup da önümüz açılınca yani ilk fırsatta haccı yapmam gerektiğini düşünüyor, aksi halde zamanın ne getireceğini bilemediğimiz için bu fırsatın elimden kaçabileceğinden korkuyordum. Hac mevsiminde Cidde havaalanı hacılar dışında kalan yolculara yasaklandığı için karayolu ile gidebilmenin yollarını aradım. Haccın, imkân elde edildiğinde yapılmasının farz olduğunu bildiğim için artık hac bana da farz oldu düşüncesindeydim. Çünkü imkân vardı. Bana bu kutlu zaman diliminde bütün yolları kolaylıkla açan, dahası normal zamandan önce buraya gönderen Rabbimin Mekke’ye gitmemi de kolaylaştıracağı ümidini hiç kaybetmedim.
Zilhicce ayının dokuzuncu gününe birkaç gün kala otobüs ile Riyad’a, oradan da kurduğum bir bağlantı ile Mekke’ye gitmeyi düşünürken bulunduğum yerden bir öğretmen arkadaşımın özel arabasıyla birlikte gitme teklifi yapması o sıralar başıma gelebilecek en güzel şeydi.
Hac yolculuğum başlamıştı. Arabistan’ın en doğusundan en batısına gidiyordum. Büyük Arabistan çölünü baştanbaşa aşarken içimde kâinatın merkezine yolculuk yapmanın tarif edilemez heyecanı vardı. Bu çıktığım yolculuğun riskleri de vardı. Evet, Mekke’ye giremeyebilir, girsem dahi Arafat’a çıkamayabilirdim. Gönlüme bu sevdayı düşüren, yolları ve imkânları tek tek önüme seren, beni şehirlerin anası olan Mekke’nin yakınlarına kadar getiren Âlemlerin Rabbi burada da değişik vesilelerle önümüzü açmış, yol arkadaşımla beraber okuya okuya, ağlaya ağlaya İfrad Haccına (umresiz, kurbansız ferdi olarak yapılan hac çeşidi) niyet ederek Mekke’ye girmiştik. Birlikte “Allah’ım hac yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve kabul buyur.” diye niyet edip telbiyeler getire getire ihrama büründük.
“Devlet, babadır.” diyerek orada bulunan Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığımızın merkezine aracımızı bırakıp Arafat için yola çıktık. Arafat’a kadar yürümeyi göze almıştık. Fakat daha yola çıkar çıkmaz sadece kalan son görevlileri almak için tahsis edilmiş olan otobüs boş olduğu için yolda gördüğü ihramlıları da topluyordu. Otobüs boştu. 50 kişilik otobüs ile on, on beş kişi Arafat’a varmıştık bile. Daha sonraki yıllarda öğrendiğim Arafat’a çıkmanın zorluğunu o gün hiç yaşamadım. Zaten bu araç da üç beş görevli için gelen son araçmış. Biz girişte geciktiğimiz için öncekileri kaçırmışız. Mekke’ye ulaştığımızda ortalıkta pek hacı yoktu. Arafat’a ulaştığımızda mahşeri kalabalığı görünce anladım ki biz epey gecikmişiz.
Hac her yanı, her şeyi sembollerle dolu olan bir ibadet. Mikat, ihram, telbiye, Arafat, reym-i cimar, Kâbe, tavaf, remel, ıztıba, Hacerül Esved, İstilam, zemzem, Safa-Merve, saydan kurban ve tıraş olmaya kadar haccın şart, rükün, vacip ve sünnetlerinin her birinin bize ve insanlığa verdiği birçok mesaj ve ders vardır. Allah azze ve celle ve Resulünün aleyhisselam bu vazifelerden muradının ne olduğunu anlamaya çalıyor, bunları doğru yapabilmek adına Harem’den Arafat’a, ihramdan tavafa aklıma ne gelirse hem yol arkadaşıma hem de telefon ile daha önce hac yapmış olan arkadaşlara sürekli sorular soruyordum. İhram cezaları nelerdi? Arafat’tan ne zaman çıkılırdı? Bulunduğumuz yerin özelliği neydi? Tavaf nasıl yapılır? Say nasıl yapılır? Arafat’tan Müzdelife’ye nasıl, ne zaman gideceğiz? Müzdelife’den Mina’ya ne zaman geçeceğiz? Şeytan taşlama nasıl yapılır? … gibi yüzlerce soru vardı, bir kısmı aklımda çoğu da dilimde.
Acaba Peygamberimiz aleyhisselam burada neler yapmıştı? Çünkü namazı benim kıldığım gibi kılın diyen Allah Resulü aleyhisselam hac için de “Hac menasikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın.” (Müslim) buyurmamış mıydı? Sorulardan artık bıkan bir arkadaşım “Soru sormayı bırak, kalabalığı takip et. İnsanlar ne yapıyorsa yap. Nereye gidiyorsa git. Böylece hacı olursun.” dedi. Bundan sonra içerisinde bulunduğum zamanı ve mekânı iyi değerlendirmek için arada sırada hacılar ile muhabbet etmek dışında namaz, dua ve zikir ile vakit geçirmeye gayret ettim. Öğle namazının arkasından orada bulunan Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in duasıyla Arafat vakfesini yaptık. Arafat’taki bu çok uzun ve bir o kadar da feyizli olan dua sırasında insan gerçekten hacda olduğunu idrak ediyor. Vakfe sırasında ağlayanlar, gözünü hiç açamayanlar, dudakları kıpır kıpır duaları tekrarlayanlar içinde Peygamberimizin aleyhisselam “Hac, Arafat’tır.” sözü tam olarak yerini buluyor. Hele ki dua sonrası çadırda bulunan hemen herkesin birbirilerine sarılarak çoğu zaman gözyaşlarıyla tebrikleşmeleri hiç unutulamayacak bir sahneydi.
Milyonlarca insan buradaki kardeşlik ve hac ruhunu kuşanıp memleketlerine dönse dünyada bir dönüşüm başlar, dünya hac ile değişirdi. Şafi mezhebine mensup olan kardeşlerin çok iyi bildiği ve sıkça yaptığı namazları cem ederek kılmayı da ilk defa burada, Arafat’ta tecrübe ettim. Öğle ve ikindi namazlarını birleştirerek kıldık. Öğlenin son sünneti ile ikindinin sünneti kılınmadan iki farz arasına başka namaz alınmadan namazların farzlarının peş peşe eda edilmesine “Cem-i takdim” deniliyor. Arafat gerçekten hac ibadetinin en mühim ayağı idi. Çünkü bayram sabahına kadar Arafat’ta kısa da olsa bir müddet bulunmayan kimse bundan önce ve sonra her şeyi yapmış olsa da hacca yetişmiş olmuyor. Arafat vakfesini sünnet olduğu üzere “Cebel-i Rahme” adı verilen tepenin kara taşları yanında yapmak istesem de kalabalık nedeniyle bunu ne yapabildim ne de dile getirebildim. Ama daha sonra Türk hacılarının bulunduğu yerin oraya yakın olduğunu öğrendiğimde yine de çok sevindim. Arefe günü ve Arafat Meydanı, Allah ile olağanüstü bir bağ kurmanın tam zamanı ve yeriydi. Bundan sonra gün batana kadar aklıma ne geldiyse öylece dualar ettim. Tekbirler, telbiyeler, tehliller, tespihler, zikir, salavat ve istiğfar; Kur’an ve namaz ile meşgul oldum.
Arafat’ta güneşin batışıyla beraber, geldiğimiz gibi kolay ve hızlı bir şekilde Müzdelife’ye gittik. Niyetimiz; Peygamber Efendimizin yaptığı gibi geceyi burada geçirip güneşin doğmasına yakın Mina’ya hareket etmekti. Öyle de yaptık. Önce yatsı namazının vakti gelince akşam ve yatsı namazını “Cem-i tehir” ile birleştirerek kıldık. Yatsı namazının farzından sonra isteyen istediği kadar namaz kıldı. Bulunduğumuz çadıra sabaha kadar yüzlerce, binlerce insan girdi ve çıktı. Sabaha karşı buralarda Türkiye’den hiç hacı kalmamıştı. Diyanet, bütün Türk hacıları izdiham olmasın diye aynı gece Müzdelife’den Mina’ya, oradan da şeytan taşlamaya yönlendiriyordu. Aldığı fetvalar ile bu yönlendirmeyi yapan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne kadar haklı olduğu en çok da bu hac döneminde anlaşılmıştı. (Buralarda kolaylaştırmak adına mezheplerin birbirlerini taklit ettiklerine sıkça şahit oldum.)
Bu hac döneminde adeta felaketler birbirini izlemişti. Terviye gününden aşağı yukarı bir hafta önce Kâbe’de vinç devrilmiş, yüzden fazla hacı hayatını kaybetmişti. Bu facia henüz soğumadan bayramın birinci günü Suudi yetkili ve görevlilerinin şeytan taşlamadan dönen ve taşlamaya giden hacıları yanlış yönlendirmesi neticesinde tünellerde izdiham yaşanmış 700’den fazla hacı oracıkta can vermişti. Diyanet’in önlemi sayesinde vefat eden Türk hacı yok denecek kadar azdı. Münferit hareket eden hacılardan dört veya beş kişi vefat etmişti. Biz de birçok hacı gibi geceyi Müzdelife’de geçirdik. Şeytan taşlamak için burada taşlar toplayıp pet şişelere doldurduk. Müzdelife vakfesi ve dualar ile geceyi burada geçirip vakit kaybetmemek için sabah namazını Müzdelife-Mina sınırında kılabilecek şekilde yola koyulduk. Sabah namazından sonra güneş doğarken Mina’ya hareket ettik. Ben ve yol arkadaşım bu felaketi (öncelikle Allah’ın izni ve dilemesi ile) hızlı hareket edebildiğimiz için (sadece iki kişi ve genç) kıl payı atlattığımızı da daha sonra anlayacaktık. Biz bu tüneli geçtikten kısa bir süre sonra kalabalık iyice artmış, aynı tünele bir de dönenler yönlendirilince izdiham kaçınılmaz olmuştu.
Hac her yanıyla çok farklı ve özel bir ibadet. Her bir menasikte, yerine getirilen her bir davranışta Yaratan ile farklı bir bağ kuruluyor. Yeni yeni sözleşmelere imza atılıyor. Şeytan taşlama da haccın en önemli vacipleri arasındadır. Bana müthiş keyif verdi. Hz. İbrahim’in şeytanı görerek taşladığını düşünüp onun birer şubesi olan nefisleri taşlarken insan adeta kanatlanıyor, uçuyor. “Attığın zaman sen atmadın! Allah attı.” ayetini de düşünerek bir daha dönmemek üzere zulümleri, seyyieleri, gıybetleri, kibirleri de taşlayıp arkanda bıraktığın, adeta insanı deşarj eden, yeniden iman yüklemesi yapılan müstesna bir yer.
Buradan Kâbe’ye geçiyoruz. Asıl film de burada kopuyor. “İlk görüşte aşk” dedikleri tam da bu olsa gerek. Kâbe çok azametli bir yapı. Televizyondan izlendiği gibi değil. Sanki yeryüzü ile gökyüzünün birleştiği bir yer. Onu görür görmez edeceğim, ezberlediğim bütün duaları unutuyorum ve “Allah’ım burada edeceğim bütün duaları kabul et.” diye dua ediyorum. Her insanın, nereli ve hangi ırktan olursa olsun kendini evine gelmiş gibi hissettiği bir yer Kâbe. Evinden ayrılıp gurbete çıkan insan nasıl hüzünlenirse, gurbetten sılaya dönen insan nasıl sevinirse Kâbe’de öyle oldu bizim için. Bundan sonraki her buluşmamızda ve her ayrılmazımızda bu duyguları yaşadık. Burada bir yandan Allah’ın bunca nimeti ve haccı nasip etmesinden dolayı verdiği mutluluk ile gönül coşuyor. “Rabbim beni evinde misafir ettiyse beni seviyor. Bana ona kul olma payesi, şerefi ve arınma fırsatı veriyor.” diye düşünürken, bir yandan da “Ya bunca nimete layık olamazsam!” diye bir endişe insanın yakasını bırakmıyor.
Bu duygularla tavaf ederken Hz. Âdem’den beri gelip geçmiş, insanlığın yüz akı olan cümle peygamberlerin ve daha nice Allah erinin orada döndüğünü düşünerek “Acaba bir ayak izim de efendimizinkine denk gelir mi?” diye tavafa devam ediyoruz. Atomlardan gezegenlere, galaksilere varana kadar bütün mevcudatın yaptığı bu eylemi bitirirken kendini hem bu mahlûkatın bir parçası olarak dünyaya hem de sadece Allah için eylemde bulunuyor olmanın hazzı ile ahirete ait hissediyorsun. Tavaftan sonra Efendimiz’in aleyhisselam “Ne niyetle içilirse ona yarar sağlar.” (İbn Mace, Menasik 78) buyurduğu Zemzem suyunu “Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım; senden yararlı ilim, geniş rızık ve her türlü dert ve hastalıktan şifa dilerim.” diyerek soğuk soğuk içmenin verdiği huzur, bütün yorgunluğumuzu unutturuyor. Zemzemden sonra Hz. Hacer annemizden kalan diğer bir yadigâr olan “Say” için Safa ve Merve’ye geçiyoruz. Orada say yaparken “Öyleyse git ey İbrahim! Sana ihtiyacımız yoktur. Allah istediyse bizi koruyacaktır. Haydi git, Allah bize yeter.” deyip Allah’a kayıtsız şartsız teslim oluşunu düşünerek kendimizi teslimiyet testinden geçiriyoruz.
Mekke’de yorulan hacıları Medine misafir eder ve dinlendirir. Medine-i Münevvere’nin insanı dinlendiren bir yanı var. İbadet ederek ve vakit aralarında hepsi de Mescid-i Nebevi’ye yakın olan ziyaret yerlerine gitmek, huzur çarpanlarınızı katbekat arttırıyor. “Kim ki vefatımdan sonra beni ziyaret ederse, sağlığımda beni ziyaret etmiş gibidir.” diyen Allah’ın Resulüne aleyhisselam selam verdiğimiz, cennet bahçesinde gözyaşı döktüğümüz o kutlu mekânı ne kadar anlatsak yine de azdır.
Hac sırasında sıkıntılar da olmuyor değil. “’Hac meşakkattir.” buyuruyor Peygamber Efendimiz aleyhisselam. Bu zorluklar da insanların gerçek niyetlerini ortaya çıkarıyor kimi zaman. Bütün dünyevi makamların ve asabiyetin terk edilmesi gereken bu yerde bizler sadece mümin kimliğini takınıp her şeyi geride bırakmazsak hac bize çok şey katmayacaktır. Gittiğimiz gibi bile gelemeyebiliriz. Çünkü sevabın büyüğünün olduğu yerlerde şeytanların da büyüğü oluyor. Hac yolculuğuna çıkmadan önce haccın sadece menasiklerini öğrenmek yetmez. Haccın ruhunu yansıtan eğitimlerden de geçmek çok faydalı olacaktır.
Rabbimiz gönlümüzden Haremeyn sevgisini eksik etmesin. Tekrar tekrar gidip o mübarek mekânlarda Allah’ın özel misafirleri olarak O’na yalvarıp yakarmayı nasip etsin. Hac ve umre hayatımızda milat olsun. Hac sırasında sıkça duyulan benim de ilk defa Giresunlu bir hacıdan duyduğum meşhur dua ile bitirelim: Hac mebrûr, say meşkûr, zünup mağfur ve ticâreten lentebûr. “Allah haccınızı mebrur/makbul eylesin. Allah çalışıp çabalamalarımızı, gayretlerimizi makbul ve övülmeye layık eylesin, merdûd/reddedilmiş, makbul olmayan sınıfından uzak kılsın. Allah günahlarınızı bağışlasın. Bu asla zarar-ziyan etmeyecek bir ticarettir.”