İMBİK- Glokom

İMBİK- Glokom

İşler yolunda idi. Randımanlı çalışıyordu fabrika. Bütün ekonomik krizlere rağmen Hasan Bey’in ticari zekâsı sayesinde ayakta kalabilmişlerdi. Nasıl kalmasınlar ki! İşin başında çekirdekten yetişme tecrübeli bir girişimci vardı. İlkokul mezunu olmasına rağmen Hasan Bey sıfırdan başlayarak girişimciliği sayesinde bu gıda paketleme tesislerini kurmuştu. Gerçi daha öncesinde bir iflas hadisesi yaşamadı değil. İflas… Nasıl oldu da oldu! Aklına geldikçe nasıl olup da yaş tahtaya bastığını anlamakta zorlanıyordu. Ticari olarak bir yanlış yapmadı. Bütün hesaplarını iyi tutardı. Hesabı kitabı ihmal etmezdi. Veresiye iş yapmamaya gayret eder, verdiği zaman da borçluları iyi takip ederdi.

Genç yaşlarda iken ilk işi eleme tesisini kurduğunda müşteri gelmemesine rağmen erkenden evden çıkardı. Namaz kılmasa da sabah ezanı ile uyanır, güneşin doğuşundan sonra iş yerinde olurdu. Erkencilik konusundaki örneği Almanlar idi. Ayrıca dedesi de etkili olmuştu. Seher vaktinin bereketini kendisine defalarca anlatmıştı dedesi. İşini seviyordu. Daha ziyade para kazanmayı seviyordu. Hata mı yapmıştı, yaptığı işler hata olarak mı kabul edilmişti, hala zihin duvarına gidip gelen tartışma cümleleri taşıyordu. Yoksa vatandaşın hıncına uğrayıp kaçmak zorunda mı kalmıştı. Evet, evet, onunkisi iflas değil, resmen kovulma idi. Sülalesinde böyle bir sonuçla karşılaşan ilk defa Hasan Bey olmuştu. Hoşuna gitmese de akrabaları yaşadığı şanssızlığı bir iflas olarak değerlendiriyordu. Onlara göre işine sahip çıktığı gibi kendine de sahip olmalı idi. İşi gücü terk edip kaçmak zorunda kalmak da iflasın bir çeşidi değil miydi? Yörede Kureyşliler gibi paradan puldan, ticaretten anlayan meşhur olmuş bir sülalenin yüz karası olmuştu. Keşke. Keşke..! Olmasaydı olanlar. Oysa sülalenin kadınları bile onun maruz kaldığı iflasa gülecek kadar müteşebbis ruhlu kadınlar idi. Ticarette kül yutmayan bir sülaleye yakışmadı Hasan Bey.

Hasan Bey, bu zorunlu iflastan dolayı çok sıkıntı çekti. Elindekini avucundakini yitirdi. Ne ki bakliyat eleme tesisinden ayrılırken, kasada biriken birkaç bin lira siftah para dışında elinde avucunda zaten hiçbir şey yoktu. Kasabayı terk ettikten sonra eleme tesisinin makinaları ve edevatı mahkeme kararı ile satışa çıkartıldı. Bir kısmı karşı tarafın tazminatı için ayrılırken diğer meblağ da alacaklılar arasında pay edildi. Tesis binası zaten kira idi. Bir süre kendi köyüne uğrayamadı Hasan Bey. Sağda solda edindiği ahbaplarını, komşu ildeki asker arkadaşını ziyarete giderek zihnini meşgul eden düşüncelerini boşaltmaya çaba harcadı. Sonra köyüne gelip kendini dinlemeye aldı. Başına gelenlere üzüldü.

Çocukları küçüktü. Küçük olmaları bir bakıma kendisi için olumlu idi. En azından yaşanılan olumsuzluğu kavrayamıyorlardı. Ya da o öyle zannediyordu. Diğer taraftan üç oğlu da büyük olsa idi kendisine destek olmaları bakımından daha iyi olabilirdi. Allah bilirdi. Eşi ise ticaretten hiç anlamazdı, lakin paraları saklamasını çok iyi bilirdi. Hasan Bey karısına paranın önemini bir türlü kavratamamıştı. Mesela tencereyi yerleştirmeden önce tüp gazı ateşlememeyi öğretememişti. Karısı birkaç defa, önce tencereyi koyup sonra ocağı ateşlese de alışamamış, sonraları eski âdetine dönerek, önce ocağı ateşleyip sonra tencereyi sürüyordu. Bu arada bir miktar gaz boşa yanmış oluyordu. Karısının bu hali Hasan Bey’i çıldırtıyordu, lakin ne gelir elden! Her zaman, her zaman ocağı kendisi yakamazdı ya!

Daha çok para kazanma yolunda çıkan engelleri ortadan kaldırmak için akıl yürüten biri olarak parasız pulsuz ekmeğe muhtaç bir Hasan Bey olmak nefsine ağır geldi. O’na göre dünyanın dönüş istikameti mala mülke doğru idi. Zaman zaman dostlarına “dünyanın çekirdeği altındır, öyleyse dünya altının etrafında dönmektedir” derdi de hep beraber gülüşürlerdi. Bunun bilimsel olup olmadığını bilmiyordu. Ne var ki, böyle olduğunu kabul etmek hoşuna gidiyordu. Kim bilir, belki de babasından duymuştu bu söylediğini. Ahiret inancı vardı ama çalışmadan, kazanmadan mal mülk sahibi olmadan ahireti kazanmak da zordu ona göre. Öğrendiği birkaç hadisten birisi de,“dünya mutluluğu; geniş bir ev, saliha bir hatun ve itaatkâr (iyi) bir binit iledir” hadisi idi. Bu hadisten bahsederken Hasan Bey’i bir ilahiyat mezunu zannedebilirdiniz. Çok tatlı anlatır, daha ziyade evin ve binitin öneminden girer, mal mülk ve paranın vazgeçilmezliğinden çıkardı.

Etrafındaki insanlar bir başarı öyküsü dinlediklerine kanaat getirirler ve Hasan Bey’i takdir etmekten geri durmazlardı. Bu tavırlar o’nun girişimcilik düşüncesinden daha fazla, dünya malını önceleme fikrini beslerdi. Nitekim ilçedeki müftüyle sohbet ederken, dokuz yüz gram bir fasulye paketinin hangi aşamalardan geçerek paket olduğunu, maliyetin ne kadara mâl olduğunu, kârın ne kadar olabileceğini, ne kadar fasulye satılırsa ne kadar gelir elde edileceğini izah ettikten sonra, diğer ürünlerden mercimek, pirinç, bulgur, barbunya, Meksika fasulyesi gibi ürünlerin de maliyet ve kâr durumlarını, elde edilecek para ile nelere yatırım yapılacağının daha akıllı olacağını, noktasına virgülüne kadar şevkle anlatmıştı. İlçe Müftüsü “Hasan Bey, sağ olun, bize dünyayı hatırlattınız” demek zorunda kalmıştı. Hasan Bey, bunu kendisini destekleyen bir delil kabul edip, paraya verdiği değerin haklı olduğu kanaatine varmıştı.

Hasan Bey, paketleme tesislerini sıfır sermaye ile kurdu. Birinci işini yitirdikten bir süre sonra yıllardır irtibat haline olduğu paketleme makinaları üreten, abi dediği dostunun kapısını çaldı. Selam kelamdan sonra durumunu arz etti. Hikâye etme becerisini kullanarak başından geçenleri bir bir anlattı. Duygusallaştı. Gözlerinden kavurga gibi yaşlar döküldü. Sonuçta hiç peşinatsız makinaları satın almayı başardı. İçinden “İşte bu Hasan, sensin be Hasan! ” dedi. Dostu ayrıca fabrikanın yerini temin ederken gerekli yardımı yapacağını vadetti. Nurun ala nur. (Hasan Bey, bu dostunun yaptığı iyiliği yıllarca anmaktan vazgeçmemiştir.)

Köydeki arazileri sattı. Akrabalarına döviz karşılığında borçlandı. Başkente yakın bir kasabada arsa buldu. İlk planda ihtiyacı olan ortalama bir daire büyüklüğünde dikdörtgen mekân inşasına başladı. Makinaları kurduktan sonra birkaç yıl içerisinde mekânı büyütüp fabrika standartlarında bir binaya dönüştürdü. Eski mutlu günlerine dönmüştü. Oğullarını yanına alarak çalışmalara devam eti. Bir marka oluşturdu. Ülkenin her yerine bakliyat gönderiyordu. Keyfi yerine gelmişti. Yıllar gelip geçiyordu. Bu arada çocukları da büyüyerek imdadına yetişti. Büyük oğlunu bakliyat alım, pazarlama ve hesap işlerinde, ortanca oğlunu istihdam bölümünde, en küçük oğlunu da bütün işlerde yetiştirmeye gayret ediyordu. Artık daha güçlü idi. Hasan Bey’e göre henüz ergenlik dönemindeki en küçük oğlu Burak, hem teknik hem ticari zekâ bakımından fabrikayı devralacak en güçlü aday idi. Bunu da diğerlerine hissettirmekten çekinmiyordu.

-II-

Büyük oğlu Hakan, üniversite eğitiminden sonra evlendi. Fakat babasının yanında çalışmak istemedi. Eğitim fakültesini bitirdiği için öğretmenlik mesleğinde devam etmek istedi. Babasını ikna etmekte zorlandı. Hasan Bey’e göre sabit bir gelir, gelir değildi. O’na göre öğretmenlerin aldığı maaş son yirmi beş gün olmasa neredeyse yetecek bir miktardan ibaretti. Poşet fabrikasına ve yatırımla yetinmeyip; yeni, daha kapsamlı büyük bir fabrika kurmak arzusunda idi. Mevcut fabrikanın yanında yeni fabrika için yer bile satın almıştı. Bu arada başkentte sekiz katlı bir bina yaptırmıştı. Her evladına verecek geniş bir daireden daha fazlasına sahipti şimdi. Paraya olan düşkünlüğü hiç azalmayıp ziyadeleşiyordu. Gaip olanı, kazanma hırsı arttıkça dağıtma ve paylaşma isteği azalıyor olması idi. Fabrikada asgari ücretle Suriyeli işçilerden başkasını çalıştırmıyordu. Sabırsızlıkları ve ikide bir zam talepleri yüzünden yerli işçileri tercih etmiyordu.

Ortanca oğlu Tarık, ağabeyi gibi kendi mesleği olan bilgisayar mühendisliğini tercih ederek başkentte bir elektronik firmasında çalışmaya başladı. Babalarının aşırı paraya düşkünlüğünden ve kanaatsizliğinden hoşlanmadılar. Üstelik gittikçe cimrileşiyordu. Maddi nedenlerden dolayı geçimsiz biri olup çıkmıştı.

Hasan Bey, eşinin yetersizliğinden dem vurup zaman zaman ikinci evlikten bahsetmeye başladı. Bir takım dedikodular da ortalıkta dolaşıyordu. Çocukları çok kızdılar. Bu arada eşinin gözlerinde ortaya çıkan Glokom hastalığı ilerliyordu. Çocukları sık sık anneleri ile ilgilenmediğini babalarına söylüyorlardı. Hasan Bey, yeterli derecede eşine baktığını söyleyip mevzuyu kapatıyordu. Bir süre sonra Ortanca oğlu Tarık, annesini yanına aldı. Hakan ve Tarık’ın ayrılmasını hazmedemeyen Hasan Bey fabrikayı küçük oğlu Burak’a devredeceğini birkaç yıldır dile getiriyordu. Burak yanında kalmış, eli ayağı olmuştu. Diğerlerinden daha çok emek harcamıştı fabrikaya. Elbette onların da hakkı vardı ama vefasızlıkları bu şekilde cezalandırılmalı idi. Babalarını örnek almayıp kendi yollarını seçmeleri karşılıksız mı kalmalıydı!

-III-

Hasan Bey, ilerlemiş yaşına rağmen her zaman olduğu gibi fabrikaya geldi. Etrafı şöyle bir kolaçan etti. İşler tıkırında idi. Gece vardiyası sona ermiş gündüz vardiyası hazırlıkları tamamlanmıştı. Yazıhaneye geçti. Mutfak elemanı hanımefendiden kahvaltı getirmesini istedi. Kahvaltısını bitirirken gündüz işçileri fabrikaya gelmeye başladılar. Çok geçmeden güvenlik görevlisi yazıhanenin kapısını hafifçe tıkladı. İçeri girdi. Hasan Bey’e iki adet sarı zarf verdi. Hasan Bey, zarfları alırken işkillendi. Zarfların rengi hoşuna gitmemişti. Hayırdır inşallah diyerek zarfın birini açtı. Okudu:

Davalı: Hasan Gülmez,

Davacılar: Hakan Gülmez, Tarık Gülmez, Burak Gülmez.

Dava konusu: Davalı Hasan Gülmez ’in, resmi eşi Behiye Gülmez‘in Glokom hastalığını zamanında tedavi ettirmeyerek kör olmasına sebep olması. Bu cümleden sonra, “vay be kör olmuş” dedi.

Davanın Çeşidi:1.000.000 liralık Tazminat davası. Şaşırdı. Ağzından gayriihtiyarî “Sen de mi Burak!” cümlesi döküldü.

Elleri titreyerek ikinci zarfı açtı. Okuduğuna göre, ikinci zarfta davalı aynı kişi olmakla beraber davacı Behiye Gülmez idi. Dava konusu bölümünde ise şunlar yazıyordu:

İhmalkâr davranışları ve şiddetli geçimsizlik iddiası ile Behiye Gülmez‘in eşi Hasan Gülmez’den boşanma talebi. Kafası karıştı. Behiye, kör olmak, tazminat, boşanma kelimelerini tekrarladı. Glokom kelimesini daha fazla telaffuz etti. Kendine gelmeye çabaladı. İflas günlerini hatırladı. İki davayı da kaybedersem mahvolurum diye düşündü.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.