İLMİHAL-TİCARET (3)

Şüpheli olan şeylerden sakınmak hususunda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında insanların birçoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa hem dinini hem de ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı sürüsünü koruluğun etrafında otlatan çoban gibi ki, hayvanlar her an koruluğa girecek durumdadır. Dikkat edin her melikin bir koruluğu vardır. Dikkat edin, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Dikkat edin cesette bir et parçası vardır. O doğru olursa, cesedin hepsi doğru olur. O bozuk olursa cesedin tümü bozuk olur. Dikkat edin, o kalptir.” (Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce)
Salih, sadık ve muttakilerin şüpheli şeylere düşmek korkusuyla, mubah olan şeylerden ancak kifayet miktarı faydalandıklarına dair sayılamayacak kadar menkıbe vardır. Zaman zaman şikâyet eder dururuz; dua ediyorum da duam kabul olmuyor, diye. Duanın kabul olabilmesi için bir kısım şartlar vardır. O şartların başında da helal yemek, helal içmek, helal giymek gelir. Maalesef toplumumuz haram helal hassasiyetini kaybetti. Dolayısıyla yaptığımız dualar da Allah indinde kabul görmüyor. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah temizdir. Ancak temiz olanı kabul eder. Allah müminlere, peygamberlere emrettiğini emretti ve şöyle buyurdu: “Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, salih amel işleyin, doğrusu ben yaptığınızı bilirim.” (Mü’minun 23/51) Yine şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Size rızk olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin.” (Bakara 2/172) Sonra uzun bir yolculuk yapıp saçı başı birbirine karışmış bir kişiden bahsetti ve şöyle buyurdu: “Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve haramla beslenmiş bir kimse ellerini kaldırmış: “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye dua ediyor. Onun duası nasıl kabul olunur ki.” (Müslim)
Zaman âhir zamandır. İnsanlar lüks ve israf içinde yüzmektedir. Ölçüsüz ve sınırsız harcamalarını, lüks ve israflarını karşılamak için helal haram demeden, terlemeden, emek vermeden, kolay yollardan çok hem de pek çok kazanmaya çalışıyorlar. Kul hakkı gözetmiyorlar, kendileri kazanırken başkalarına zarar vermekten çekinmiyorlar. Bu kazançlarının bir hesabı olduğunu, yarın kıyamet gününde iğneden ipliğe hesaba çekileceklerini düşünüp tefekkür etmiyorlar. Toplumun bu halini Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle haber veriyor: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi aldığı helalden midir yoksa haramdan mıdır hiç aldırmayacak.” (Buhari)
Salih ve muttaki geçmişimiz, herhangi bir hususta müftülere, âlimlere soru sorduklarında, aldıkları cevaptan kalben mutmain olmaz, yani cevaz verilen, helaldir denilen fetvadan kalpleri tatmin olmazsa, bu hususta kalplerinin yatıştığı, takvaya, azimete daha uygun olanla amel eder yahut da takvası, verası daha fazla olan âlimlere sorar ve ona göre hareket ederlerdi. Bütün çabaları, harama düşmemek, haram lokma yememek idi.
Zamanımız insanları ise, bir âlimden aldığı cevap, yapacağı ticarete mani teşkil edecek veya daha fazla kazanmasını önleyecek şekilde ise kendine göre bir fetva bulmak için kapı kapı dolaşır. Tek çabası daha çok kazanmak ve bu kazancına İslamî bir kılıf bulmaktır. Kalbinin tatmin olup olmaması, harama düşüp düşmemesi onu pek ilgilendirmemektedir. Bu konuda İslam’la bağını tamamen koparanların, ben de Müslümanım demekten başka hiçbir İslamî görüntüsü olmayanların durumu ise tam bir perişanlıktır. Vâbisa radıyallahu anh şöyle bir rivayette bulunmaktadır:
“Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iyilik ve kötülük hakkında sormayı içimden geçirerek geldim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Sen mi söyleyeceksin yoksa ben mi sana haber vereyim, buyurdu. Ben de: Sen bana haber ver, dedim. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: Sen bana iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak için geldin, değil mi? buyurdu. Ben de: Evet, dedim. Bunun üzerine parmağını bir araya toplayıp göğsüme koydu ve buyurdu ki: Evet Vâbisa, kendi nefsine sor. Kendi nefsine sor, diye üç kere tekrarladı. İyilik, kalbinin mutmain olduğu, yatıştığı şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetva verseler de içini kazıyan ve göğsünde tereddüt duyduğun şeydir.” (Ahmed bin Hanbel)
Müslüman takva üzere yaşayacak, ruhsatlardan faydalanacak, fakat çeşit çeşit teviller yaparak dünyasını mamur edeyim derken, ahiretini harap etmeyecektir. Elbette Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde, helal yollardan, helal rızk kazanmak için gayret edeceğiz. Şayet Allah Teâlâ fazlından bizi zengin yapmışsa, malımızın fazlasını Allah yolunda, İslamî hizmetlerde kullanacak, fakir ve muhtaçlara yardım edeceğiz. Veren el, alan elden üstündür. Helalinden kazanıp veren el olmaya gayret edeceğiz. Hiçbir kimseye yük olmamaya çaba göstereceğiz. Helal kazanç için terleyen alın, nasır bağlayan el mübarektir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“Hiç kimse, kendi elinin emeği olan kazançtan daha helal, hayırlı bir yiyecek yiyemez. Allah’ın peygamberi Davud aleyhisselam kendi eliyle kazandıklarını yerdi.” (Buhari) buyurmaktadır. İnsanlar, telaşa kapılmaması, endişeye düşmemesi gereken rızk ve ecel hususunda ne yazık ki hep endişelenir ve telaşa düşerler. Hâlbuki ecel Allah Teâlâ’nın takdirindedir. Bu hususta kulların hiçbir iradesi, hiçbir dahli yoktur. Telaş boşunadır. Endişe boşunadır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Nahl 16/61)
Rızk meselesine gelince, kula düşen sebebe tevessül, Allah’a tevekkül etmektir. Çünkü rızk da Allah Teâlâ’nın takdiri iledir ve taksim olunmuştur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak kulun rızkı gelir. Eğer insanlar ve cinler bir araya gelip de onun rızkına engel olmaya çalışsalar, güçleri yetmez.” (Taberânî)
Görüldüğü gibi bu iki hususta korkuya ve endişeye gerek yok. Ancak korkmamız, endişelenmemiz gereken bir husus vardır ki, maalesef o hususta çok rahat davranıyor, hiçbir endişe duymuyoruz. O da akıbetimizin ne olacağıdır. İmanımızı muhafaza edip, Müslüman olarak mı öleceğiz, yoksa Allah korusun kaybedenlerden mi olacağız?
Olanlardan ve ölenlerden ibret almıyor, alamıyoruz. Sanki ölenler bizim için ölüyorlar. Sanki bir gün o gerçekle biz de yüz yüze gelmeyeceğiz. Mal mülk hırsı, çok kazanma, zengin olma hırsı gözümüzü köreltmiş, kalbimizi katılaştırmış. Gözümüzün önündeki tehlikeleri görmez, fakirlerin, nâna muhtaç insanların o acıklı halinden etkilenmez, merhamete gelmez, mağdur ve mazlumların ah u figanını duymaz olmuşuz.
“Dünya hayâtı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. (Allah’ın azabından) Korkanlar için elbette ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (En’am 6/32)