II. Abdulhamid’in Tarikatı

Genel anlamda siyasal partiler birbirinin karşısında ve ayrı dünya görüşüne sahiptirler. Dünya görüşünü benimseyenler o partiyi iktidara getirirler. O partiler de iktidara geldiklerinde bütün milletin ve ülkenin partisi, hükümeti olurlar. Filan grubun, filan anlayışın iktidarı olamazlar. Diğer partiler de iktidarın uygulamalarına bu çerçeveden değerlendirirler.
İslam Devletinde de yöneticiler bir mezhebin bir tarikatın sempatizanı, bağlısı olabilir. Bu en tabi haklarıdır. Ama mezhep ve tarikat çerçevesinde yönetici bağlı olduğu mezhep ya da tarikatı “en üstün”, diğerlerini boş ver şeklinde değerlendirirse hem “tarikatçılık, hem mezhepçilik” yapmış olur. Müslüman idareci kucaklayıcı, kuşatıcı, koruyucu olmalıdır. Parçalayıcı, bölücü, zayıf düşürücü özellikte olamaz.
Bunun yanında İslamî tarikat, mezhep ve cemaatler de “yönetimdeki kişi ya da kişiler bizden” diye, kendi yolunu en üstün görüp diğerlerini ezme, yok etme gibi bir anlayış benimseyemezler.
İslamî tarikat, mezhep ve cemaatler, hâkimiyetin Allah’a ait ve bu hâkimiyetin yeryüzündeki temsilcisinin de Müslüman olduğunu hiç unutmamak kaydıyla, İslami çalışmalarını yürütür. Yöneticinin Müslüman olması yeter. Kendinden olması sadece kendini koruması, kollaması, yönetimde sadece kendine yer ve pay vermesi düşünülemez. Eğer böyle olmazsa İslami anlayışta bir sakatlık var demektir. Bir taassup var demektir.
Nitekim Emevi ve Abbasiler dönemindeki mezhep tartışmalarına halife ile yöneticilerin de katılıp taraf olmaları yönetimin kucaklayıcı, koruyucu, kuşatıcı özelliklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Aynı şekilde itikadi mezhepler ağırlıkta olmak üzere mezhep âlimlerinin ” Benim mezhebimin görüşünü halife, yönetici benimsemeli, bunu yönetiminde hissettirmeli .“anlayışı da birçok yanlış ve zararı beraberinde getirmiştir. Emevi ve Abbasi dönemleri incelendiğinde bu zarar ve yanlışların nelere mal olduğu açıkça görülür.
Şimdi günümüz için bir analiz yapalım: Suudi Arabistan Selefi (Vahhabi) bir mezhep anlayışını benimsiyor. Yönetimde de bu anlayıştaki insanları tercih ediyor. İran Şii (Caferi) mezhebini benimsiyor. Yönetimde de bu anlayıştaki insanları tercih ediyor. Sonuçlarına bakalım:
Çeçenistan, Bosna-Hersek direnişine Suudi Arabistan yardım yapıyor. Ne güzel değil mi? Ama diyor ki benim gibi inanacaksın, benim mezhep anlayışımı benimseyeceksin. Afganistan, Mali, Nijerya hep aynı anlayışının sonucu Müslüman öldüren Müslümanları türetmiştir. Ölen de öldürülen de Allahu Ekber diyor.
İran, Bosna Hersek’e yardım etti. Türkiye’den İran’a (1980 sonrası) sığınanları kabul etti. Türkiye’deki bazı gruplara yardım etti. Ama bir şartla. “Ya İran’a itaat et. Ya değilse, müşrik, kâfir rejimlerde katliamlarda öl“.
Şimdi bu anlayışlar hangi Müslümana hangi İslamî anlayışa hizmet ediyor? Kim kazanıyor? Bu savaşların galibi hiç Müslümanlar oldu mu?
Mısır’da İhvan’a karşı Selefilere destek (Selefiler de darbecileri destekliyor) veren bir devlet hangi İslamî kuşatıcılıktan bahsedebilir? Irak, Yemen, Bahreyn, Suriye ve Afrika ülkeleri bunun acılarını yaşıyor. Sorumlulukları, Müslümanca değil mezhep taassubuyla bakan yöneticilere aittir.
Abdülhamid kaç tarikata bağlıydı? Şazeli ve Kadiriye’ye kesin intisaplı; Nakşî, Rifaî ve Halvetîlerle seviyeli ilişkileri var. Mevlevî şeyhi Osman Selahaddin Dede’den istifade etmiş (Karşılıklı ziyaretleri var). Mevlevi ve Bektaşilerle jön Türk ve masonlarla ilişkileri sebebiyle mesafeli olduğu söylenebilir. Peki, Abdülhamid gerek tarikat gerekse mezhep noktasında yönetimde tercihler yapar mıydı? Hayır.
Yapmadığı için İslam birliğinin en büyük sembolü olmuştur. Yapmadığı için Batı emperyalizminin hedefi olmuştur. Yapmadığı için mezhep, ırk, tarikat taassuplarının hedefi olmuştur.
Döneminde Asya’dan Balkanlar’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar tüm Müslümanlar ona destek vermiştir. Onun için Açe’den Zengibar’a; Sibirya’dan Balkanlara hala hutbeler adına okutuluyor.
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik bir devlet. Halkının çoğunluğu Müslüman ve demokrat. Bu ülkede siyasi partiler belli dünya görüşlerine sahiptir. Bu dünya görüşleri iktidar yapıldığında tüm Türkiye’nin partisi, iktidarı, hükümeti olurlar. Bir grubun, bir anlayışın, bir tarikatın, mezhebin, cemaatin hükümeti olamazlar. Ehliyet, liyakat ve beraber çalışma özelliklerine göre yönetimi atamalarıyla paylaşırlar. Yönetici olaya böyle bakarak ve kuşatıcı, koruyucu kollayıcı özelliğini tüm milletin bireylerine göstermelidir.
Aynı şekilde velev ki bir tarikat, mezhep, cemiyet, cemaat o partinin iktidar olmasına destek vermişse, iktidarın kendine torpil yapmasını, koruma, kollama işini sadece kendileri için gerektiğini söyleyemez. Bu durumda mezhep, meşrep tarikat taassubu devreye girer ve mezhepçi, meşrepçi, tarikatçı, cemaatçi anlayış ve yapılanmalar İslamî anlayışın önüne geçer. Günümüzdeki sıkıntıların temelinde bu taassubun yattığını herkesin fark etmesi gerekir.
Kimse, hiçbir camia en büyük olamaz. Ondan ve onlardan büyük Allah var. Hiç kimse ve camia kendi hesaplarını en büyük demesin. Allah’ın da hesabı var. Yönetici herkesin yöneticisidir. KUŞATICI, KOLLAYICI, KORUYUCU’luğu herkesedir.
Mezhep, meşrep, tarikat ve cemaat gibi oluşumlarda yöneticilerden herkesin koruması, kollaması, kuşatması beklemelidir. Şeyh müritlerini, imam bağlılarını korur; idareci ise bütün tebayı korur. Son din İslam bunu gerektirir. Son din İslam’ın müntesipleri de dininin gereğini yapar. Aklımızı kaybetmeyelim.
DÜZELTME:
Şubat sayımızda Gökhan Özsoy’a ait “Direklerden Dileklere” başlıklı okuyucu yazısı gönderici adıyla karıştırılarak M. Mustafa Karataş adıyla çıkmıştır. Düzeltir ve yeni yazılarını bekleriz.