GERÇEKTEN YAŞAMAK BİR ÖZLEMDİR

GERÇEKTEN YAŞAMAK BİR ÖZLEMDİR

Tarlalarda, bayırlarda beş saatten fazla yürüdüm. Hava ılıktı, üşütmüyor ve yakmıyordu. Bulutlar, zaman zaman gülümseyen güneş, ışıklandırma şahaneydi. Yürüdükçe mesut oldum, mesut oldukça yürüdüm. Hareket bir bereketti sanki, rahmanî bir mutluluk bereketi. Zaman zaman durdum, dinlendim ve düşündüm.

“Ey yerleri, gökleri yaratan, dağı taşı, dereyi tepeyi tam yerine oturtan, insan fıtratına istek ve özlemler dolduran Rabbim” dedim, “bu bir arayıştır, sana doğru bir kaçıştır. Kaç defadır arıyorum, yürüyorum. Az buluyorum, az gülüyorum. Belli ki samimiyet ve ciddiyetim yetersiz.”

Yine yürüdüm, yine yürüdüm. Gül gibi sularla abdest aldım. Sıcak alnımı soğuk topraklara koydum. “Seccadem kumlardı.” Secdem duygusal bir irtibat, derin bir teselliydi. Huzura giden yol besbelliydi.

Yine yürüdüm. Tepelerin tepesindeki kayaların tepesine çıktım. Üç yüz altmış derece dönerek ufukları uzun uzun seyrettim, geniş ve engin ufukları. Allah’ın ayarından çıkmış âlem şahaneydi. Esmasındaki mükemmellik âlemlere yansımıştı.

İnsanların ayarladığı dünyalarda sıkıldım, nefes alamadım. Bayıldım şu ilahi ayar mekânlara, makamlara. Nolaydı, insanlar dünyası da ilahi olaydı.

Yürümek de güzel, dinlenmek de, dinlemek de güzeldi. Yollar yamaçlar güzeldi. Çayırlar, bayırlar güzeldi. Çalılar çimenler, ekinler, dikenler güzeldi. Dağlar duman, çiçekler böcekler, anneler çocuklar güzeldi. Hür olmak, sıhhatli olmak, yiyip içebilmek, “yaşama sevincini” bulabilmek güzeldi.

Tadına doyamadım bu açık havada, kırda bayırda yürüyüşlerin. Birinin tadı damağımdayken, bir sonrakinin özlemi yüreğime düşüyordu.

Suniliğin, sahteliğin, sathiliğin bir veba gibi sardığı sosyal hayatta dağlar, dereler bir özlemdir. Çocuklar, çiçekler bir özlemdir. Yollar, yapraklar bir özlemdir. Samimiyet, derinlik ve serinlik bir özlemdir. Gerçekten yaşamak bir özlemdir vesselam.

Sisler içinde bir dağ, zirvede güneş. Vahşi ormanların koynunda pırıl pırıl bir dere, sevinçle uçuşan kuşlar. Bağda, sabah serinliğinde yenen üzümler, bal küpü kavunlar, sıcak bir günde, bir çeşme başında, gölgeye hazırlanmış öğle öğünü.

Temiz, masum, sıhhatli, derinlikli, fikir ve zikir sahibi insanlar. Sevinçle tutturulan bir çalışma temposu, iştahla yenen yemekler, dalgın deliksiz uyunan uykular…

Şen ve sevimli çocuklar, sade sıcak bir ev. Ardı arası kesilmeyen verimli meşguliyetler, bolluklar, bereketler. Hatimler, mevlitler, hemen peşinde dağıtılan pekmez şerbetleri. Sükûnet ve huzur dolu havayı dağıtmamak için dikkatli gezinen mütebessim kadınlar.

Acz ve yılgınlık tanımayan hürmetli ve edepli gençler ve onların kıldığı namazlar, sıcak secdeler. Serin yürekler, güçlü bilekler.

İlim, fikir ve tebliğ faaliyetleri “Yavrumlu, kuzumlu, kızımlı” büyük hocalar. Köy meydanlarından bir abide gibi geçen ulular…

Zamanlaması iyi yapılmış, hayatın güzelliğine güzellik katan, derinlemesine ilim, fikir ve tebliğ faaliyetleri. Hep eksene, hep temele, hep sonsuzluğa yönelen düşünceler. Yıldızlar serpilmiş gibi meydanları dolduran istikbal gülleri, semavi çiçekler…

İşte bu özlemlerle sızlanır durur “arayış tabiatlı” gönlüm. Ne lüks arabalarda gözüm var, ne gökdelenlerde, ne cilalı yüzlerde, yapmacık tebessümlerde. Sıra sıra dizilmiş kuyumcu dükkânları, döviz büroları, ağını kurmuş örümcek gibi bekleyen kazanç kulları…

“Şehvet ve şöhret ön sıralarda, akıl bir geriye alınmış, gönül en arkalarda bir kenara itilmiş…”

Bu işte ben yokum dostum.

İşte bize sükûnet verme imkânı olmayan dünya, işte feryadı dinmeyen ruhumuz.

İşte ardı ardına dizilen hasretlerimiz, özlemlerimiz, işte aradığımızı bulamaya bulamaya bükülmüş boynumuz.

İşte dört bir tarafa iştiyakla bakıp samimiyet arayan gözlerimiz, işte sun’ilikler, sahtelikler, riyakârlıklar, şaklabanlıklar, rol icabı kahkahalar.

İşte bitmez tükenmez okuma ve düşünme arzularımız, işte ilmin ve “fikrin kuduz köpek gibi kovalanışı.”

İşte rahmet umarak semaya çevrilen bakışımız, işte uçsuz bucaksız çöller, insan yutan kumsallar.

İşte çocuk masumluğu, fıtrat güzelliği, pırıl pırıl gün ışığına gülümseyen günahsız gözler, ilahi ayar gönüller, idrake hazır beyinler, tertemiz umutlar, işte insan gerçeği göz ardı edilerek kurulan kırıp-döken sistemler, ince ayar tuzaklar, ihanetler.

İşte ilk öğretmenimiz, öğretilenin azizliği, hedeflerin güzelliği, yolumuzun özelliği, işte bizim acizliğimiz, hal-i pür melalimiz, iradesizliğimiz.

İşte bizim ölçülerimiz, bir uçtan bir uca, dengeli mi dengeli. Bir de şu sahnelere bak: Filistin, Cezayir, Bosna, Afgan, Kafkas, Keşmir… say sayabildiğin kadar… Bir uçtan bir uca…

İşte bizim ezilmişliğimiz, işte ezenlerin şımarıklığı.

İşte bizim perişanlığımız, işte kör ve sağır, kupkuru kalabalıklar…

Bir beyin kadrosu, imanlı, vicdanlı, beslendiğimiz kaynaklara vâkıf, dünya kültüründen haberdar… Derin güçlerin, uzun vadeli tuzakların, şeytanca ısrarların farkında. Zamanlama ve teennide dakik. Gözünü ve kulağını dört açmış. Görmüş, duymuş, bilmiş… Gelecek zamanları dünyanın sonuna kadar hesaba katmış. Altın bir zinciri öngörmüş.

Ve basamaklara bir bir parmak doğrultmuş.

Yoksa “eleddü’l hısam’ın hakkından nasıl gelinir?

“Musasını kaybeden toplumlarda binlerce Samiri türermiş.” El-hak, doğrudur. Şeytan varsa samiriler de olacaktır. Samiri ant-i tezdir. Ant-i tezin marifetlerini (!) sayıp-durarak sadece karamsarlığa varılır.

Derdimiz, Musa’sız kalışımızdan kaynaklanıyor. Musa gelmeden Samiri “la mises” diye bağıra-çağıra kaçmayacaktır. Musa, toplumun beyni ve yüreğidir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.