“Fazıl Siyaset”in izinde bir ömür ve ZEKİ SOYAK HOCAEFENDİ’NİN SİYASET DÜŞÜNCESİ

“Fazıl Siyaset”in izinde bir ömür ve ZEKİ SOYAK HOCAEFENDİ’NİN SİYASET DÜŞÜNCESİ

FİKİRLERİ/GÖRÜŞLERİ

“Fazıl Siyaset”in izinde bir ömür ve

ZEKİ SOYAK HOCAEFENDİ’NİN SİYASET DÜŞÜNCESİ

Yazıya Ortaya Çıkaran Çalışmanın Yöntemi

Bu yazıyı ortaya çıkaran çalışmamızı üç temel referans üzerine bina ettik. Önceliği Zeki Soyak Hocaefendi’nin yazılı eserlerine verdik. Bu eserlerin tamamını tarayarak siyasetle doğrudan veya dolaylı ilgisi olan tüm metinlerini belirledik ve inceledik. Yazıda daha çok bu metinleri esas aldık.

İkinci olarak, Hocaefendi ile 18 yılı bulan şahsî tanışıklığımızın ve birlikteliğimizin birikiminden faydalanmaya çalıştık. Kendisiyle bir ve beraber olmaktan büyük bir bahtiyarlık duyduğumuz ve bu gün kendisini rahmetle ve sonsuz bir minnet ve şükranla andığımız Hocaefendi’nin, değişik zamanlarda ve mekânlarda hem teorik eğitimlerinde bulunduk, hem de değişik hizmet alanlarında birlikte çalışma imkânımız oldu. Bu süreç içerisinde, konumuzun hem teorik hem de uygulama boyutuyla ilgili duyduğumuz, gördüğümüz ve şahit olduğumuz bilgileri de çalışmamızda değerlendirmeye gayret ettik.

Üçüncü olarak, Hocaefendi’nin hayatına siyaset penceresinden bakarak, siyasî hayatını, siyasî konulardaki tavır, tercih ve yönlendirmelerini veri olarak değerlendirmeye çalıştık. Buradaki hareket noktamız, Hocaefendi’nin siyasete ilişkin ortaya koyduğu pratiklerin, siyaset alanındaki fikirlerini daha iyi anlamada faydalı olacağı düşüncesi oldu.

Çalışmamızda konuları ele alırken, zaman zaman Hocaefendi’nin düşünce ve görüşlerinin yanında, diğer bazı siyaset bilimci ve düşünce adamlarının da konuya ilişkin tamamlayıcı görüş ve değerlendirmelerine de yer verdik. Böylece okuyucunun ilgili konuları zenginleştirilmiş olarak, daha geniş bir bakış açısıyla görmesini ve konuların bütünlüğüne vakıf olmasını sağlamayı hedefledik.

 

“İslam bir slogan değildir, O yaşanılması gereken ilâhî bir nizamdır” 1

Konunun ele alınışında, Zeki Soyak Hocaefendi’ye ait yukarıdaki alıntı ile işe başlamanın doğru olacağını düşündük. Çünkü yazının ve çalışmanın tamamında da görüleceği gibi, Hocaefendi’nin hayatı ve düşüncelerinin nirengi noktası burasıdır. O’nun hayatının her anında ve her safhasında, yazdıklarının ve söylediklerinin her noktasında, İslam vurgusu en olgun ve coşkun bir biçimde yer almaktadır. O her konuyu İslam nazarından ele almakta, değerlendirmekte ve sonuca bağlamaktadır. Bu nedenle, Zeki Soyak Hocaefendi’nin  Siyaset Düşüncesi’ni incelerken aslında İslam’ın Siyaset Düşüncesi’nin izini sürdüğümüzü unutmamamız gerekir.

 

A. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

 

 Konumuzu incelemeye başlarken siyaset ve politika kavramlarının ne ifade ettiğini, sınırlarının ne olduğunu belirlemeye çalıştık. Çünkü Zeki Soyak Hocaefendi’nin siyaset retoriğinde ve siyasî fikir ve düşünce literatüründe, bu iki kavramın birbirinden muhakkak tefrik edilmesi gereği, çok önemli ve temel bir şart olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

1. Siyaset

Siyaset, Arapça sâse fiilinden masdardır.2  Seyislik, at idare etmek, at talimi anlamlarına gelmektedir.3 Nitekim Arapçada ilk kullanımı da bu manalarda olmuştur. Benzer bir kelime İbranicede ve Tevrat’ta at anlamında sûs olarak kullanılmıştır. İngilizceye seyis manasında syce şeklinde girmiştir.4  

Emir, nehiy ve terbiye gibi manalara da gelen siyaset kelimesi5 Eski Mısır’da devlet yönetimi ile ilgili bir kavramdı.6

Hz. Ömer, Emeviler ve Abbasiler döneminde de siyaset terimi devlet idaresi, ülke yönetimi anlamında kullanılmıştır.7

Büyük İslam filozofu Farabî, siyaset kelimesi üzerinde en geniş şekilde duran ilk düşünürlerden olmuştur. Farabî, ilimler tasnifinde siyaseti ahlâkla yan yana kabul etmiştir. Siyasetin ne olduğunu araştırırken, onu da ikiye ayırmıştır: Fazıl siyaset(Mutlak Siyaset) ve cahiliyye siyaseti. Farabî, fazıl siyasetin tek, cahil siyasetin ise çok olduğunu söyler. Fazıl siyaset fazıl devletleri; cahil siyaset de fazıl olmayan devletleri içine alır. Farabî’nin siyasetten bahsettiği yerde, şu üç kavram yan yana gelir: Toplum, fazilet ve saadet.8

Farabî’ye göre Fazıl siyaset, idarecinin faziletlere ulaşması için takip edeceği yoldur. Halk da, bu siyaset şekli ile dünya ve ahirette faziletlere ulaşır. Bu yol insanları saadete ulaştırır. Gerçek saadet bu dünyada mevcut olmayıp sadece ahirette var olduğuna göre ve gerçek saadet, maddeden mücerret varlıkların, Allah’ın ve meleklerin bilinmesi olmaksızın elde edilmiyorsa, o halde siyaset ilmi, ilâhî şeylerle uğraşmalıdır. Zaten saadetin ne olduğunu araştıran ilme, siyaset(medenî ilim) denir. Saadete nasıl ve neler vasıtasıyla ulaşılacağını bize siyaset ilmi öğretir.9

Farabî, siyaset ilminin bir denge ilmi olduğunu belirtir. Bu yönden siyaset ilmini tıp ilmine; siyasetçiyi doktora benzetir. İnsan arzularıyla davranışları arasında bir denge olmalıdır. Beslenme ve tedavide orta yolu ve itidali tespit edene doktor denir. Onun sanatına da tıp denir. Ahlak ve davranışlarda orta yolu ve itidali, yani dengeyi tespit eden de devlet idarecisi ve meliktir. Bu dengeyi tesbit sanatı da siyaset ve meliklik sanatıdır. Siyaset, meliklik mesleğinin uygulanmasıdır. Fazıl meliklik(reislik), Allah’ın vahyini, emirlerini idaresi altındaki ülkeye en son hücrelerine kadar nüfuz ettiren kişilerin sıfatıdır.10

Farabî’nin fazıl meliklik ismini verdiği siyaset öznesinin(sultan-imam-halife), ülkeyi hangi kurumlarla ve hangi kurallarla yönetmesi gerektiğinin şer’i ölçülerini oldukça pratik ve sistematik bir biçimde ortaya koyan ise İmam Mâverdî olmuştur. El-Ahkâm’us-Sultâniyye adlı eseri siyaset-idare düşüncesi üzerinde anahtar bir doküman olmuş ve beşinci asır ve sonrası siyaset-idare düşünce ve fıkhına büyük bir etki yapmıştır.11

Mâverdî siyaset ve idare konusunda, İslam hukukunun genel çerçevesi içinde net prensipler ve sistemler ortaya koymuştur. O’na göre, hükümet(sultaniyye) ile ilgili hükümlere yetkililerce özel bir itina gösterilmelidir. Fakat bu hükümlerin diğer hükümlerin arasına dağılmış bulunması ve yetkililerin günlük idarî işlerle yoğun meşguliyetleri nedeniyle bunları yeterince araştırmaları mümkün olmamaktadır. Bu sebeple, yetkilinin kendi haklarını bilmesi ve alması, görevlerini bilmesi ve icra etmesi, icra ve yargıda eşitlik göstermesi ve hakları almada ve vermede adaleti gözetmesi için, sadece siyasî konuları içeren bu kitabı yazdığını söylemektedir.12  Nitekim Mâverdî’nin bu eserine siyasî fıkıh denilebilir.13

İmam Gazâlî siyaseti, “beşeriyeti ıslâh ile dünya ve ahirette selamete ulaştıracak doğru yolu gösteren en şerefli sanat” olarak niteler14  ve dört mertebesinin olduğundan bahseder. Birinci ve en üstün mertebe peygamberlerin siyaseti, sevk ve idaresi olup; avam ve havas bütün insanların zâhir ve bâtınlarına hükmetmeleridir. İkinci mertebe, halife, melik ve sultanların siyasetidir ki, bunların her sınıf insana hükmetmelerini ifade eder. Fakat bunlar yalnız zâhire hükmederler. Üçüncü mertebe, Allah’ı ve dinini bilen, peygamberlerin varisi olan âlimlerin siyasetidir. Bunların zor kullanma gücü yoktur ve daha ziyade münevver tabakanın bâtınına hitâp ederler. Dördüncü ve son mertebe, vaizlerin siyasetidir. Bunlar da ancak insanların avam kısımlarının bâtınına hitâp ederler.15  Gazâlî’ye göre siyaset, müslüman için dinden ayrı bir şey değildir. Hatta dinin bir parçasıdır.16 

Meşhur İslam âlimlerinden İbni Abidin ise siyaseti şu şekilde tarif eder: “Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşâd etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.”17  İbni Abidin siyaseti, siyaset-i zâlime ve siyaset-i adile olmak üzere iki tür olarak tasnif etmiştir. Siyaseti zâlime, halkın haklarına zıt olan bir siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaseti adile, halkın haklarını zalimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesat ehlini men eden siyasettir ki, şeriattan sayılır.18

Günümüzde ise siyaset kelimesi genellikle politika kelimesi ile aynı manaya, bir işi gözetme, halka ait işleri gözeterek yolu ve usulünce yürütme, devlet idaresi, devletlerarası münasebetleri yolu ve usulünce yürütme, diplomasi, akıllı, tedbirli ve ihtiyatlı davranış, kurnazlık, kurnazca hareket anlamalarına gelmektedir.19

Siyaset terimini ise siyaset bilimciler kısaca “ülke, devlet, insan yönetimi” şeklinde tanımlamaktadırlar.20

Günlük halk dilinde siyaset denilince daha çok işbilirlik, kurnazlık, manevra kabiliyeti kast edilmektedir.21 Yoldaki insanın yüzünü buruşturup “ben siyasetle ilgilenmem” diyerek siyasetin arzu edilmeyen bir şey olduğunu vurgulamasına çok sık tanık olmuşuzdur.22 

 

2. Politika

Politika sözcüğü dilimize batı dillerinden geçmiştir. Asıl kökü itibariyle Yunanca bir kelimedir. Antik Yunan’da politika denilince polis’e yani şehirdevlete, siteye ait işler anlaşılıyordu. Politikos devlet adamı, politeia devlet, siyasal rejim, cumhuriyet, politica ise vatandaşlık hakkına ilişkin şeyler anlamında kullanılıyordu.23 

İngilizce’de politika ile ilgili iki kavram kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi policy, ikincisi ise politics kavramlarıdır. Policy, bir kimsenin, grubun veya hükümetin belirli bir konudaki anlayışına, metoduna ya da icraatına denilmektedir. Türkçe’de buna siyasa adı verilmektedir. Eğitim politikası kavramındaki politika kelimesi bu manadadır. Politics kavramı ise, çeşitli kişi, kurum ve grupların siyasalarının, dolayısıyla kendilerinin birbirleriyle boy ölçüştüğü ve çarpıştıkları alana karşılık olmaktadır.24

Çeşitli siyasaların karşılaştığı ve birbirleriyle mücadele ettiği alan anlamında politika, toplum için bağlayıcı kararların alındığı ve yürütüldüğü süreçtir. Bu tanım, politik sistemin unsurları olan inançlar, bireyler, yapılar ve siyasalar arasındaki etkileşimi vurgulamaktadır. Dolayısıyla politika, sadece kanunların yapılması, yorumlanması ve uygulanması değildir. Bunların yanında vatandaşların toplumsal olay ve konular karşısındaki tutum ve davranışları, seçim ve kulis çalışmaları, baskı gruplarının etkilemeye dönük faaliyetleri de politika kavramı içinde yer alır.25 

 

3. Siyaset ve Politika Ayrımı

Cemil Meriç’in “benim rüyam ve hakikatim” dediği26  kelimelerle konuşur, onlarla anlaşırız. Kendilerine yüklenen manaları ile kavramlar, düşünmemizin ve düşüncemizin temel taşlarını oluştururlar. Diğer bir deyişle kavramlar, dünya görüşümüzün kalıba dökülmüş ifadeleridir. Dolayısıyla, her inancın veya dünya görüşünün kendine ait kelimeleri, terim ve kavramları vardır. Bir kelimeye yüklenen anlam üzerinde ne kadar çok insan birleşebiliyorsa; o inançta veya toplumsal düzende o kadar çok anlaşma sağlanır. Aksi takdirde kavram kargaşası zihinsel ve toplumsal gevşemelere ve çalkantılara yol açar, kuşaklar ve sınıflar arasındaki mesafeyi artırır.27 

O halde denilebilir ki, her kelime ve kavram, belirli bir coğrafya ve toplum ölçeğinde, inanç veya dünya görüşü planında bir tarihî serüvene sahiptir ve bu tarihi birikimin eseridir.28  Üstad Cemil Meriç’e “Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır.”29 sözlerini söyleten de bu hakikattir.

Bu nedenle, Batının düşünce yapısı içinde yer alan pek çok kavramın İslam dünyasında da kullanılmalarına rağmen, aynı kaynaktan fışkırdığını ya da bunların aynı düşünceyi ve anlayışı ifade ettiğini sanmak yanlıştır.30  Müslüman, bütün dünyada olduğu gibi, içinde yaşadığı toplumun siyasî, sosyal ve kültürel hayatında da Batılı kültürün yerleşik kavramlarıyla çepeçevre kuşatılmış olduğunu unutmamalıdır. Örneğin, uygarlık, çağdaşlaşma, modernizm, sağcılık, solculuk, feminizm, feodalite bizim için yabancı birer kavramdır. Bu ve benzeri kavramların içerdikleri anlam ve kullanıldıkları modern biçimlerle bizim hiç bir geleneksel ve kültürel ilişkimiz yoktur. Bu kavramlar yeni ve modern kimlikleri ile ayrı iklimlerin, ayrı tarihlerin kötü miraslarıdır.31

Zeki Soyak Hocaefendi de kelimelerin ve kavramların ait oldukları toplumun ve dünya görüşünün ürünleri olduklarını sık sık gündeme getirir ve bu nedenle doğru kavramların, doğru yerde ve doğru şekilde kullanılmasına özen gösterirdi. (“Toplumun tüm kesimlerinde sürekli bir menfi değişim, fikri değerlerde, düşünce sahasında geriye sayım yaşanmakta. Yeni düşünceler, yeni fikirler adı altında değerlerden soyutlanmış, asırların birikimi olan inanç, örf ve adetlerden irtibatı kesilmiş köksüz, ne idüğü belirsiz lafazanlıklar meş’um uğultularla kulaklarımızı tırmalamaktalar.” Zeki SOYAK, “İsraf Çöplüğü”, İlk Adım Dergisi, Sayı:138, Ocak-2000, s.3)

İslamî anlayış, düşünce, değer ve yaşayıştan uzaklaşarak, Batılı anlayış, düşünce, değer ve yaşayışı benimseme konusunda Batılı kelime ve kavramların taşıyıcı rol oynadığına vurgu yapardı. Bu nedenle Batı kültür ve medeniyetine ait kavramların kullanımını tasvip etmez, kendisi kullanmadığı gibi, kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olanları da uygun bir lisanla uyarırdı. (“Gayr-i İslamî kavramları, oluşumları, İslamî ıstılahlarla karıştırmayalım ve bu kavramlara İslamî bir kılıf giydirmeyelim. Bu hususta müteyakkız olalım ve müslümanları uyaralım.” Zeki SOYAK, Ölçüler ve Dengeler, İlkadım Yayınları, Nevşehir-2000, s.42)

  Batılı kelime ve kavramların müslümanların zihinlerinde, fikir ve düşüncelerinde bulanıklık meydana getirdiğini, kavram kargaşasına ve dolayısıyla kafa karışıklığına neden olduğunu söylerdi.

O, sağlıklı düşünmek, seviyeli fikirlere ve sıhhatli bilgilere sahip olmak için kafa ve kalplerin karışmaması, kavram kargaşalarının yaşanmaması, zihinlerin durulması gerektiğine inanırdı.32  Bunun ise ancak kendi inanç ve kültür dünyamıza ait kelime ve kavramları kullanmamızla mümkün olacağını dile getirirdi. Bu nedenle müslümanca bir dil kullanmaya, İslamî kelime ve kavramlarla düşünmeye ve kendimizi ifade etmeye mecbur olduğumuzu sıkça vurgulardı. İslam’ın kendini bütün insanlığa kendi özgün diliyle takdim ettiğini, bizim de bugün bu dili ve bu dilin kavramlarını kullanmamız gerektiğini söylerdi. (Bu manada, Hıristiyanlık terminolojisine ait bir kelime olan kermes yerine hayır çarşısı tabirinin kullanılması yönündeki telkinleri bunun bir örneğidir. Ayrıca, sohbetlerinde ve yazılarında hiç bilinmeyen veya çok az bilinen kimi İslami kavramları ve unutulmuş tabirleri ısrarla kullanarak, dinleyici ve okuyucunun bunlara aşinalık kazanmasını, öğrenmesini ve kullanmasını uygulamalı olarak teşvik ederdi. Kahtü’r Rical, Rıbbiyyun, Mütefeyyigun, Baran-ı Rahmet, El-Millet’ül Muntazıra bu nevi kavram ve tabirlerdendir. Söz konusu kavramları, Hocaefendi’nin yaşatılması gereken birer hatırası ve vasiyeti bilip, günlük dilde kullanılır kılmaya çalışmanın önemli bir görev olduğu inancındayız. Bu nedenle tüm talebe ve dostlarına bu konuda sorumluluk düştüğünü hatırlatmak isteriz.)

Bu çerçevede Zeki Soyak Hocaefendi, İslam’ın bir kavramı olarak siyaset ile Batı’nın bir kavramı olan politikayı birbirinden ayrı tutar ve değerlendirirdi. Siyaseti, hem Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen pratikleri ve örnek uygulamaları bakımından, hem de Farabî, Mâverdî, İmam Gazâlî vb. İslam düşünce ve fikir adamlarının ortaya koymuş olduğu ana konsept ve güzergah içinde, İslam’dan bir parça olarak kabul ederdi.

Her konuda olduğu gibi, siyaset teorisi ve pratiği açısından da öncelikle Hz. Peygamberi örnek alırdı. Daha sonra örnek uygulayıcılar olarak Hulafa-i Raşidin ve Ömer bin Abdülaziz’i, daha yakın zamanlara doğru da büyük bir muhabbet beslediği Selçuklu ve Osmanlı döneminin büyük devlet adamlarını, ortaya koymuş oldukları siyaset bakımından model şahsiyetler olarak kabul eder ve coşku ile anlatırdı.

Hocaefendi, siyaseti teorik planda, İslam’ın fert ve toplum alanında hükümran olduğu bir düzeni sağlamayı temin edecek bir araç olarak görürdü. Bu manada, Farabî’nin ahlak ve fazilet gibi değerlerle birlikte andığı fazıl siyaset-fazıl meliklik(reislik), İbni Abidin’in ortaya koyduğu siyaset-i adile ve İmam Gazali’nin belirttiği en şerefli sanat şeklindeki yaklaşımlarını benimserdi.(“Bir fazilet devleti kurmak mecburiyetindeyiz. Fazilet devleti fazilet sahibi, fedakâr, ahlaklı, temiz yürekli yiğit insanların eli ile kurulur. Alnı secdeli, vakıf insanlar, kendini İslam’ın yücelmesine, İslam’ın hâkimiyetine, insanlığın hizmetine adamış, vakıf insanları yetiştirmemiz ve onları söz sahibi yapacak ortamı hazırlamamız gerekmektedir.” SOYAK, Mefkûre, s.189)  İmam Mâverdî’nin el-AhkâmusSultâniyye adlı eserini ise bu konuda temel başvuru kaynağı olarak kabul ederdi.

Batılı bir kavram olarak politikayı ise, Farabî’nin cahiliyye siyaseti, İbni Abidin’in siyaset-i zâlime olarak adlandırdığı tasnif içinde mülahaza ederdi. Bu nedenle politika kelimesini, genellikle menfî manada, gayri ahlakîlik, gayri İslamîlik vurgusuyla, olumsuzluk, yanlışlık ve kötülük ifade eden cümlelerde kullanırdı. Özellikle Türkiye’deki güncel politika ve politikacılar söz konusu olduğunda, bu değerlendirmelerin menfîlik dozu ve vurguları daha da artardı.33

Hocaefendi bu bakış açısına rağmen, hayatının değişik dönemlerinde Millî Görüş ekolündeki partilerin çalışmalarına fiilen katılmış ve destek olmuştur. Fakat bu durum asla düşünceleri ile yaptıkları arasında bir çelişkinin var olduğu sonucunu ortaya çıkarmaz. Çünkü O, bu çalışmaları da, hayatının eksenine yerleştirdiği İslam davasının içinde bir mücadele alanı ve İslam siyasetinin bir başka düzlemde tatbik edilme gayreti olarak görmüş ve uygulamıştır. O, aktif olarak siyasî parti çalışmalarının içinde yer alırken, hiçbir zaman yukarıda içeriğinden bahsedildiği şekliyle politika yapmamış, bilakis siyasetle ilgilenmiş ve siyaset yapmıştır. Mevcut şartlar ve imkânlar ölçüsünde, bu ülkenin ve bu milletin ihtiyaç duyduğu İslamî siyasetin, fazıl siyasetin yani siyaset-i adilenin siyasetini gütmüştür. Güncel politikanın bataklığına saplanıp boğulmadan, kadîm siyasetin izlerini, değerlerini, usül ve yöntemlerini takip ederek, sivrisineklerle uğraşmak yerine, bu bataklığı kurutmanın mücadelesini vermiştir.

Zeki Soyak Hocaefendi, söz konusu Millî Görüşçü partileri, gerçek bir İslam toplumunun oluşturulması konusunda yapılacak çalışmalar ve hizmetler için uygun bir platform olarak gördüğü için aktif siyasetin içerisine girdiğini söylerdi. Bu platformlarda yürüttükleri çalışmalarda hiçbir zaman kuru kuruya bir particilik yapmadıklarını, her imkân ve ortamda İslam’ı anlattıklarını sık sık dile getirirdi. Nitekim her vesile ile İslam’dan taviz vermeksizin ve taassuba düşmeksizin, diğer başka vasıtalar gibi partinin de İslamî çalışmalar için bir vasıta olarak kullanılabileceğini tekrarlardı.

 

 B.  SİYASET DÜŞÜNCESİNİN TEMELLERİ

Zeki Soyak Hocaefendi’nin siyaset düşüncesini üzerine bina ettiği temel siyasî ve toplumsal argümanları bu bölümde ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken zaman zaman Batı dünyasının ilgili konulara yaklaşımlarına atıflarda bulunacağız. Bu şekilde, müslüman bir düşünce ve hareket insanı olarak Zeki Soyak Hocaefendi örneği üzerinden İslam ile Batı arasındaki düşünce ve yaklaşım farklılıklarının daha iyi görülmesini sağlamayı umuyoruz.

1. Önce Toplum Sistemi

Zeki Soyak Hocaefendi’nin sohbetlerinde ve eserlerinde, en öncelikli konunun insan ve toplum olduğunu görürüz.(“İslam’daki aile nizamı, ana-baba, karı-koca, kardeşler, yakın uzak akrabalar, komşular, arkadaşlar arası münasebetlerde uyulması gereken esaslar, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı din kardeşliği, din kardeşini kendi nefsine tercih etmek gibi çok üstün ahlakî faziletlerin emredilmesi, dünya sevgisi, mal-makam sevgisi, ucub, kibir, haset, gıybet, iftira, yalan, cimrilik, ahde vefasızlık gibi toplumu ve insanî ilişkileri tahrip eden kötü ahlakların şiddetle yasaklanması, İslam toplumunun iç ve dış tahriplere karşı mukavemetini sağlayan, beşerî münasebetlerin yok olmasını, dolayısıyla toplumun dağılıp parçalanmasını önleyen çok güçlü etkenlerdir. Bu etkenler toplumun hayat damarları ve bu damarları besleyen kan mesabesindedir. O bakımdan kardeşlik hukukuna olabildiğince riayet etmek, insanî ilişkilerimizi, İslam’ın yüce ahlak prensipleri, değişmez esasları dâhilinde tam bir özveri ve samimiyet içerisinde karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı olarak kesintisiz devam ettirmek bir Müslümanlık, bir din kardeşliği vazifemizdir.” Zeki SOYAK, “İçimizdeki Yabancı”, İlk Adım Dergisi, Sayı:158, Eylül-2001, s.4)  Çünkü O şuna inanır: “Dengesiz fertler dengesiz toplumları, dengesiz toplumlar dengesiz yönetimleri oluştururlar.”34 

İslam, öncelikle evrensel ve genel bir toplum projesini öngörür. İslam için siyaset ikincil önemdedir ve bu toplum projesinin doğal bir parçası olarak karşımıza çıkar.35

Rasûlullah, tağutlar ve tağûtî düzenler tarafından tüm kabiliyetleri köreltilen, köleleştirilen, zulüm ve vahşete teşne edilen cahilî bir toplumu, Kur’anî bir talimle yeniden ihya ederek canlı, dipdiri, kulluk, hizmet ve cihad aşkıyla dolu, kitleleri ardından sürükleyen lider bir toplum haline getirmiştir. Cahiliye döneminde kendi dar kabile ortamında ticaret, ziraat ve çobanlıkla meşgul olan bu insanlar, kısa bir zaman içerisinde tarihte örneği görülmemiş idareci, komutan, âlim ve müctehidler olmuşlar ve kıyamet sabahına kadar örnek alınacak yüksek şahsiyetler meydana getirmişlerdir.36

Çünkü onların tek bir kitabı, vahye dayanan bir nizamları vardı ve bütün varlıkları ile ona tâbi oldular. Onda hayat buldular. Rasulullah tarafından, kuvvetli bir eğitimden geçirildiler. Nefis tezkiyesi yapmadan, ahlâkî bir terbiyeden geçmeden devlet idaresinde vazifelendirilmediler. Onlar herhangi bir kabilenin, ırkın, bir halk tabakasının veya memleketin çıkarı, menfaati için çalışmadılar. Onlar bütün insanlığın huzuru ve saadeti, kula kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmaları, müstebid ve müstekbirlerin zulümlerinden kurtulup İslam’ın adâletinde hayat bulmaları için uğraş verdiler.37

İnsan, ruh ve cisimden ibarettir. Her ikisinin de meşru bir şekilde tatmini gerekir. Ruhu iman, ahlâk ve faydalı ilimlerle yüceltirken, cismi de helâl gıdalarla besleyip, yaratılışında var olan tabiî ihtiyaçlarını meşru yollardan gidermek gerekir. Ruh ile cisim arasındaki insicam kişiyi dengeli, darbeler karşısında dayanıklı, kararlı bir fert haline getirir. Nitekim medeniyetler bu gibi fertlerin omuzlarında yükselir. İşte Asr-ı Saadet müslümanları bütün bu özelliklere sahip oldukları için tarihte misli görülmemiş bir medeniyet vücuda getirdiler. (Zeki SOYAK, “Ümit Işıkları”, İlk Adım Dergisi, Sayı:95, Haziran-1996, s.3; “Medeniyet deyince elbette ilk akla gelen İslam medeniyetidir. İnsanlık onun gibisine asla şahit olmamıştır. Bundan sonra da olamayacaktır. Çünkü İslam medeniyeti, Allah’ın varlık ve birliğine ve ahiret gününe iman gibi yüce bir inançtan beslenmektedir. Bu inanca sahip fert ve toplumlar sadece dünyalarını mamur etmek için değil, daha da önemlisi ahiretlerini mâmur etmek, ebedi saadete kavuşmak için çaba gösterirler. Nefislerine, çıkarlarına göre değil, dinlerinin emir ve yasaklarına göre hareket ederler. Yüce kudret karşısındaki bu teslimiyet; kargaşaları, kavgaları önleyerek birlikte çalışmayı, yardımlaşmayı, karşılıklı hak ve hukuka riayeti, insanî ilişkilerde hoşgörüyü, diğergamlığı, karşılıklı muhabbeti ön plana çıkarır. Çünkü merkezinde insan vardır. İnsana önem verir. İnsana da kendi emrine verdiği diğer varlıkları korumayı, doğaya karşı saygılı olmayı ve onlardan ancak meşru yoldan, dinin müsaade ettiği ölçülerde faydalanmayı emreder. Böylece sadece insanlar arasında değil, bütün varlıklar arasında akıllara durgunluk veren bir ahenk tesis edilmiş olur. İşte bu ahenkler cümbüşünden, kıyamet sabahına kadar devam edecek olan, insanlığın her devirde ve her şartta istifade edeceği, etkileneceği, dönüp dolaşıp neticede karar kılacağı İslam medeniyeti vücut bulmuştur. Bu medeniyet sevgi medeniyetidir. Hoşgörü medeniyetidir. İsar medeniyetidir.  Hukuk medeniyetidir. Ahlak medeniyetidir. Hizmet medeniyetidir. Bu medeniyetin muharrik gücü muhabbettir. Allah Teâlâ’ya ve Rasulullah’a muhabbettir.” Zeki SOYAK, “Sevgi Medeniyeti”, İlk Adım Dergisi, Sayı:162, Ocak-2002, s.3) 

Daha sonraki kimi devirlerde de örnekleri görülen İslam toplum sistemi, dini, nefsi, nesli, aklı ve malı muhafazayı esas almıştır. Bunu hem Allah hakkı hem de kul hakkı olarak ortaya koymuştur. Onun için bu beş hak hem ahlakî hem de hukukî yönden çok büyük bir değer taşımıştır. Dolayısıyla yöneticilerin ve kişilerin değerleri, bu değerlere verdikleri önem ve muhafazasında gösterdikleri ciddiyet, gayret ve samimiyetle ölçülür olmuştur.38 

 

2. İlâhî Sistem Ölçü ve Denge Üzerine Kurulmuştur

Zeki Soyak Hocaefendi eserlerinde, insana ve insan haysiyetine en uygun sistemin ilâhî sistem olduğunu belirtir. İnsanı var eden, onu üstün kabiliyetlerle donatan, onun fayda ve zararına olanı en iyi bilen, onu sadece dünya hayatı için değil, aynı zamanda ebedî ahiret hayatı için de yaratan Rab Teâlâ’dır. Hiç şüphesiz onun için en mükemmel nizamı ortaya koymuş ve Peygamberleri vasıtasıyla bu ilâhî düstûrları insanlığa ulaştırmıştır. Bu nizamdan râzı olan bir fert ve milletin ilerlemesini hiçbir kuvvet durduramaz.39 

İnsanlar tarafından oluşturulan sistemler ise asla kapsayıcı, kuşatıcı ve insanların ihtiyaç ve beklentilerine cevap verici nitelikte olamaz. İnsanlar ne kadar bilge olurlarsa olsunlar, insan yaratılışındaki müspet ve menfî yönleri, toplumun tümünü kucaklayacak esasları, insanın gerçek manada zarar ve faydasına olacak şeyleri bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki insanlar kanun koyarken kendi düşüncelerini, ideolojilerini ve hatta çıkarlarını, bazen de bir kesimin diğer bir kesime karşı avantajlı ve hâkim duruma gelmeleri doğrultusunda hareket ederler.40

Bu nedenle, Allah Teâlâ’ya ve O’nun nizamına teslim olmayan kişi ve toplumlar istikrar bulamaz. İnsanlık serüveni incelendiği zaman Peygamberlerin getirdiği sistem ve değişimi göz ardı eden, ona karşı savaş açan toplumlar felâketten felâkete sürüklenmişlerdir. Dünyamızı kasıp kavuran inançsızlık, terör, şiddet, fuhuş çeşitli ahlâksızlıklar ilâhî prensipleri hiçe sayan sistem, kanun, düzen ve değişimlerin insan haysiyetine, insanlık onuruna hiç mi hiç uygun olmadığı mesajını vermektedir.41

İnsanoğlu bir hikmet sebebiyle yaratılmıştır. O yaratılış hikmeti Allah Teâlâ’ya kulluktur(Zariyat 56). Her şeyde bir usül ve bir ölçü vardır. O usül ve ölçüler içerisinde hareket edilmedikçe maksat hâsıl olmaz. Allah’a kulluğun da bir usulü, bir ölçüsü ve bir yolu vardır. Günlük hayatımızdan tutun da, devlet hayatımıza kadar bütün sahalarda uymamız gereken ölçüler, hükümler ve takip etmemiz gereken usuller bildirilmiştir. Böylece insan hem kendi içinde hem de kendi dışında çelişkili bir yaşantıdan, dengeleri altüst edecek, ahengi bozacak aşırılıklar ve taşkınlıklardan korunmuştur.42

Ruh, akıl ve cisim, ahiret ve dünya, madde ve mana, korku ve ümit, sevgi ve nefret, fert ve cemiyet, yöneten ve yönetilen, hülasa olarak, bütün sahalarda ölçüler konulmuş ve dengeler kurulmuştur. Fert ve toplumların huzuru, konulan ölçüleri ve kurulan dengeleri muhafaza etmekle mümkündür.43  Ölçüsüzlük, taşkınlıkları, aşırılıkları, çirkinlikleri ve yanlışları beraberinde getirir. Müslüman ölçülü insandır.44 

Dünyanın idaresi, biz müslümanlara tevdi edilmiştir. Yeryüzünde adaletin tesisi, dengelerin kurulması için imanî esasların ve hak ölçülerin hâkim olduğu bir yönetim şarttır. Böyle bir yönetimde ne dünyaya dalıp gidilir, ne de ahiret unutulur. Böylece madde ile mana arasında ahenk tesis edilmiş ve sağlıklı bir toplum kurulmuş olur.45

 Batı dünyası ise dünya sahnesini ve onun bir parçası olarak politikayı iktidar paylaşımı mücadelesi şeklinde ele almaktadır. Buna göre, sınıflar arası sürtüşme, çekişme ve mücadeleler politika alanını oluşturmaktadır. Toplum içinde farklı görüşlere sahip güçler, kendilerinin egemen olmalarını gerçekleştirmek ve böylece görüşlerini üstün kılmak için mücadele ederek iktidarı ele geçirmeye çalışırlar. Siyasal iktidarı ele geçirenler devlet adına meşru zora başvurma gücüne ve otoritesine sahip olurlar. Böylece, insanların sonsuz ihtiyaçlarına karşılık sınırlı olan kaynak ve değerlerin toplum içindeki dağıtım tekeli bu güçlerin eline geçer. Yani, politikanın özü savaşa, çatışmaya, çekişmeye ve mücadeleye dayanır. Geçmişten günümüze T. Hobbes, J. Locke, Montesquieu, J. J. Rousseau, M. Weber, K. Marx, H. Laswell, R. Dahl, M. Duverger ve R. Aron benzer görüşlere sahiptir.46  Örneğin, Amerikalı siyaset bilimci H. Laswell politikayı “kimin, neyi, ne zaman, nasıl elde ettiğini” belirleyen bir faaliyet olarak nitelemektedir.47

Bu nedenle Cemil Meriç’in  “Politika, sürüleri gütme, sınıflar arasında bir denge kurma sanatıdır. Politika cemiyet halinde yaşayan insanların mümkün olduğu kadar birbirlerine az zarar vererek yaşamalarını temin eder.”48  sözü oldukça anlamlıdır.

 

3. İslam Bir Bütündür ve Kendine Has Bir Nizamdır

Zeki Soyak Hocaefendi’nin tüm hayatını, dolayısıyla da siyaset düşüncesinin temelini oluşturan özelliklerinden birisi de, İslam’ın bir bütün olduğu ve diğer hiçbir sisteme benzemeyen bir nizam olduğuna gönülden inanmasıdır.

Ahenk ve insicam, tam olanda, bütün olandadır. Bütünün parçaları, olmaları gereken yerde bulunursa ahenk ve insicam kemâl noktada tezahür eder. İslam şeriatı da bir bütündür. O bütünlüğü içerisinde evrensel bir dindir. Çağlar içerisinden coşup gelerek, çağlar ötesine akan bir hakikat ırmağıdır. İslam’ı bir bütün olarak görmek, anlamak ve yaşamak, kul olmanın, müslüman olmanın en tabiî gereğidir.49 

Bu bütünlüğü kavrayabilmek için, bütünü kucaklayan bir açıdan bakmak gerekir. Onun bir parçasını görebilecek dar bir açıdan bakılırsa, o bütünden sadece bir parça görülmüş olur. Görülen o parçaya göre, bütün hakkında verilecek hüküm çoğu kez yanlış ve hatalı olur. O parça bütünden bir parçadır. Ama o, bütünün kendisi değildir.50

Hocaefendi bu konuya, önemi nedeniyle vasiyetnamesinde de yer vermiştir:

“İslam yaşantımızdan bir parça değildir. O, hayatımızın her safha ve sahasında hükümdar olan bir nizamdır. Ona göre hareket edelim. İslam’ı bütünüyle, hayatımızın bütününde yaşamaya gayret edelim.”51

O, her fırsatta şunu söyler: İslam dini kendine has bir nizamdır. İlahîdir. Rabbanîdir. Bu nedenle, İslam demokrasisi, İslam sosyalizmi gibi söylemlerle, İslam nizamını başka sistemlerle bağdaştırmaya veya onlarla izah etmeye çalışmak çok yanlış ve sakim yaklaşımlardır.52 

İslam nizamı, Ulûhiyet, rubûbiyet ve hakimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya ait kılan tevhid akidesine dayanmaktadır(Kasas 88). Bütün peygamberler bu inancı yerleştirmek, ulûhiyet ve rubûbiyet iddiasında bulunan tüm tağutları ve tağutî düzenleri,  zulüm sistemlerini ortadan kaldırmak için mücadele etmişlerdir.53

Tevhid akidesinde Allah Teâlâ’dan başka hiçbir fert, yönetici veya zümre hükümranlık ve kanun koyuculuk hakkına sahip değildir. Kanun koyucu sadece Allah Teâlâ’dır. Hâkimiyet Allah’ındır. Mülk O’nundur.54

4. Siyasetin Temeli Ahlak ve Fazilettir

Zeki Soyak Hocaefendi hayatın bir bütünlük içinde algılanması gerektiğini belirterek, müslümanın bu bütünün tek hâkimi olan Allah’ın halifesi olarak tüm hayatını fazilet ve ahlak temeli üzerine inşa etmekle mükellef olduğuna dikkat çekmiştir. Dolayısıyla hayattan bir parça olarak karşımıza çıkan siyasetin de ahlak ve fazilet prensiplerine uygun olarak yürütülmesi gerekmektedir.

Batı dünyası ise bu konuda kendisine tam aksi istikamette bir yön tayin etmiştir. Batı, modern anlamda politika düşüncesinin Machiavelli(Makyavelli) ile başladığını kabul eder. Machiavelli’nin temel tezi ise, politikada “amaca ulaşmak için her araç meşrudur, mubahtır” anlayışıdır. Bunun tam karşısında, ahlâkî amaçlara ulaşmak için ahlâkî araçların kullanılması gerektiğini dile getiren düşünürler de olmuştur. Fakat “bu konuda söylenecek son söz, politikacının, devlet adamının başarıyı sağlayacak en az kötü aracı seçmesini dilemekten öteye geçemez. Politikada insanlar ekseriya iyi ile kötü arasında değil, kötü ile daha kötü yahut en kötü arasında tercih yapmak zorunda kalmaktadırlar.”55  

Nitekim “bir politikacının başarısını belirleyen en önemli faktör, maalesef onun çok iyi bir insan, ahlâklı, erdemli kişi olması değildir. Fakat daha ziyade iktidarı elde etmede ve tutmada gösterdiği maharet ve ustalıktır.” (DAVER, a.g.e., s.20-21; Osmanlı son döneminin önemli düşünürlerinden Filibeli Ahmet Hilmi 1911 yılında kaleme aldığı bir yazısında, yaklaşık bir asır öncesinden konuyu çok veciz bir şekilde dile getirmiştir: “Yalan ve hile, tezvir ve iğfal: İşte şimdiki siyasetin asıl temelleri. Avrupa siyasetinin adımlarında ve hareketlerinde yüce ve insanî hislerden bir zerre görülemez. Siyaset ve idare, bütün içtimaiyat, gıdasını ‘hikmet’, ‘din’ ve ‘ahlak’tan alır. Avrupa’da var olmanın genel bir düsturu haline sokulan ‘hayat rekabeti’ nazariyesi yeni bir felsefe olarak teşkil etti. Bu felsefeye göre kâinatta mekanik kuvvetlerden başka bir ‘fâil, âmil’ yoktur. Bu saik ise var olmak için ‘rekabet’ ve ‘mücadelede galebe’yi şart koşmuştur. İki böceğin bir yaprağı, iki köpeğin bir kemiği gıda etmek için yaptıkları mücadele ve çekişme ile iki şahsın, iki milletin, kavimlerin hayat meydanındaki mücadeleleri arasında esasen hiçbir fark yoktur. Bu nazariyeye göre âlicenaplık veyahut hakşinaslık gibi mücadelede galebeyi geciktiren veyahut galibiyetin neticesinde elde edilecek şeyleri azaltacak tavırların sırf ahmaklık sayılacağında şüphe mi edilir! Önceleri dînî ve ahlakî kaidelerin, hiç olmazsa sınırlı bir şekilde siyaset ve idare konularında tesiri vardı. Avrupa’da çoktan beri ‘fazilet icra için’ dinin bir tesiri kalmamıştır. Ahlâka gelince; maneviyat tarih-i tabiînin mizahlı bir şubesi olduktan sonra bir takım idrake ait yüce düsturlar üzerine bina edilen bir ahlâk ilmi gayr-i mümkün ve sırf vehim şekline girmiş olduğundan faziletler teşrih ve tahlil edilmiş ve neticede fazilet denilen şeyin ‘mükemmel bir şeytanlıkla süslü ve şaşaalı bir şekilde konulmuş menfaat’ olduğuna hükmedilmiştir. Artık ‘menfaat’ gibi alçaklık ve aşağılığın kaynağı olan değişken bir his üzerine kurulan ahlâktan, zarardan başka bir şey beklememek gayet tabiidir. Muhterem ve mukaddes bir temele sahip olmayan, daha doğrusu hiçbir temeli bulunmayan yirminci asır ahlâk ilminde vefa, sabır, kanaat, af, insanların ayıplarını örtmek, müsaade, güzel davranma, sevgi, iyilik gibi kelimelerin hiçbir manası yoktur. ‘Fazilet’ zamanımızın ahlâkçıları, yani ahlâksızları nezdinde bir ‘hayalet’ ve gülünç bir bilgisizlik eseridir! Artık bu esaslar üzerine kurulan siyaset binasının nasıl Cehennemî bir bina olduğu basit bir mülahaza ile sabit olur.” Şehbenderzâde Filibeli AHMED HİLMİ, “Müslümanlara Siyaset Rehberi”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Temel Metinler (İsmail KARA), Gerçek Hayat Yayınları, İstanbul-2002, s.63-64)

Popper’in siyasetin asıl sorununun “kim yönetmeli” değil, “siyasal kurumaları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerin çok zarar vermeleri önlenebilsin” yaklaşımı56  bu noktaya işaret eden bir örnektir.

Hocaefendi, buna karşılık, genel ahlâksızlığın yaygınlaşıp etkin hale gelmesinin temelinde siyasal ahlâksızlığın yatmakta olduğuna dikkat çekmiştir. Siyasî ahlâkın bozulması toplumsal ahlâkın, sosyal ahlâkın, ekonomik ahlâkın ve bireysel ahlâkın da bozulmasını beraberinde getirmektedir. Bugün dünyayı idare edenlerin en büyük sorunu siyasî ahlâk sorunudur. Buna alet olan ve milletin kendilerine tevdii ettiği emaneti, para ve çıkara, yeniden milletvekili seçilmeye veya bir bakanlık koltuğuna oturmaya değişenler, o emanete ihanet edenler, siyasal ahlâktan mahrum ve milletin vicdanında mahkûm olan kişilerdir.57

Devleti idare edenler, siyaset yapanlar siyasal ahlâk sahibi olmak zorundadırlar. Bu hususta en güzel örneği sergilemek durumundadırlar. İdare eden ve edilenler, en büyük ahlâk sistemi olan Kur’an’a ve onun en canlı örneği Rasûlullah’ın sünnetine sarılmadıkça, dürüstlükten, ahlâkî değerlerden ve adâletten bahsetmeleri laftan öte bir mânâ ifade etmez. Rasûlullah’ın: “Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onlar ıslah olurlarsa insanlar ıslah olur. Onlar bozulursa insanlar bozulur. O iki sınıf âlimler ve amirlerdir.” ikazını asla unutmamalıdırlar.58

 

5. “Akılcı” İnsan Değil “Akıllı” İnsan

Batı düşüncesi insanın siyasal davranışlarını açıklarken insan tabiatı konusunda şu öncüllerden yola çıkar: İnsan aklıyla hareket eder, rasyoneldir; maksimum menfaat, haz ve faydayı gözetir. İnsan ruhuna ahenk değil çatışma egemendir. İnsan daima kendisi ve çevresi ile çatışma halindedir.59

Bireycilik ve akılcılık Batılı düşünce sistemlerinin ortak temelini teşkil eder. Felsefî köken olarak, birey(insan)in dışında ve üstünde olan bütün ilâhî, metafizik ve manevî otoriteleri reddeden, hakikati ve gerçekliğin bilgisini bireye indirgeyen bir felsefî görüştür. Böyle bir görüşün İslam düşünce tarihinde ortaya çıkması mümkün değildir. Burada, demokrasinin temel felsefi varsayımı olan değerlerin beşerî (hümanist) karakteri ile İslam siyasal felsefesinde değerlerin ilâhî karakteri arasındaki önemli farkı görmek gerekir.60

Zeki Soyak Hocaefendi konuyu çok net ortaya koymuştur: “Müslüman akılcı değil, akıllıdır. Çünkü akılcılık felsefî sapık bir ekoldür. Müslüman aklını İslam’ın emrine verir.”61

Cisim ülkesinin padişahı ruh, veziri akıldır. Aklı ön plana çıkarıp ruhun fonksiyonunu azaltırsanız, cisim ülkesinde anarşi ve terör hâkim olur. Akıl, kişiyi, Rabbini tanıyıp imana kılavuzlamakta bir vasıtadır. İmandan sonra aklın vazifesi şeriata teslim olmak ve şeriat ölçülerini anlamak, yaşamak ve tebliğde kendine düşeni ifa etmektir. Bu sınır aşılırsa akıl putlaşır. O takdirde ruh da, cisim de zarar görür. Cismi ön plana çıkarmak hayatı yemek, içmek ve şehvetten ibaret saymak da ruh ve akla zulüm olur. İnsanî vasıflar, değerler yitirilip kişi behîmîleşir. Cisim ruhun biniti, akıl da yardımcısıdır. Akıl ve cismi yok farz etmek ve onları devre dışı bırakmak da dengeleri bozar. Demek oluyor ki, insan öncelikle kendi bünyesinde yani ruh, akıl ve cisim arasındaki dengeyi muhafaza etmeli, şeriat ahkâmını, şeriatın koyduğu ölçüleri öncelikle kendi özünde hayata geçirmelidir.62 

 

6. Hak – Batıl (İman – Küfür) ya da Hakkın Üstünlüğü – Kuvvetin Üstünlüğü Mücadelesi

Hocaefendi, insanlık tarihi boyunca Hz. Âdem’den itibaren başlayan hak-batıl mücadelesinin çeşitli boyutlar kazanarak devam ettiğini sık sık hatırlatmıştır. Bu mücadelede taraflar bellidir; bir tarafta hakkı ayakta tutanlar, öbür tarafta batılda ısrar edip, şirki, küfrü hâkim kılmak, aşağılık çıkarlarını devam ettirmek için zulüm üstüne zulüm yapanlar. Kısaca Allah taraftarı olanlarla şeytan taraftarı olanlar hep karşı karşıya geldiler. Kıyasıya mücadele ettiler. Kıyamet sabahına kadar da bu böyle olacaktır. Zaman zaman batılın ve putçuluğun galebesi olsa da bu durum geçicidir. Bu üstünlük su üzerindeki çörçöp ve köpük gibidir. Mutlaka bir gün izale olacaktır. Batıl yıkılıp hak hâkim olacaktır.63

İman bir nur, küfür ise bir karanlıktır. İnsanlık tarihi nur ve zulmetin, yani iman ile küfrün amansız mücadeleleri ile doludur. İman cephesinin önderleri eli kitaplı peygamberler, küfür cephesinin reisleri ise eli kanlı tağutlardır. İman cephesi adaletin, küfür cephesi zulmün temsilcileridir. İmanın küfre galebe çaldığı devirlerde, değil insanlar, hayvanlar bile adaletin huzur kaynağından kana kana içmişler, emniyet içinde yaşamışlardır. Küfrün hâkim olduğu dönemlerde ise insanlık, tarifi mümkün olmayan zulüm ve işkencelere sahne olmuştur.64

Bu mücadele aynı zamanda, hakkı/Hakk’ı üstün tutanlarla kuvveti üstün tutanlar arasındaki mücadeledir. Dikkatlice incelendiğinde, sosyal ve siyasî düzenler sistem olarak iki ana gruba ayrılabilir. Bunlardan biri, hakkı üstün tutup hakkın kaynağını hakta/Hakk’ta bulan görüş, diğeri ise gücü üstün tutup gücün kaynağını güçte bulan görüştür.65 

Birinci görüşe göre hakkın koruyucusu Hak/Yaratıcı kabul edilir. O, zulme her zaman galip gelir. Çünkü Yaratıcıdan daha güçlü kimse yoktur. Bu görüşe göre, insanlardan istenen kuvvetten korkmayıp hakkın yanında yer almalarıdır. Bu yer alış hakkı kuvvetli kılar. Doğu uygarlıklarının özellikle Mezopotamya, İbranî,  ilk Hıristiyanlık ve İslamiyet’in birinci grupta; Mısır, Yunan, Roma-Bizans ve Batı’nın ikinci grupta yer aldıkları görülmektedir. Diğer uygarlıklar, bu uygarlıkların türevleri şeklindedir.66

Kuvveti üstün tutanlar, hakkın kaynağını kuvvet kabul etmekte, genelde Yaratıcıyı veya hesabı/ahireti inkâr etmektedir. Kuvvetli haklı kabul edilerek her türlü zulüm meşru hale getirilmektedir. Bunun sonucu olarak, ‘hak verilmez alınır’ ilkesi benimsenerek savaş sürekli kılınmaktadır. Batı uygarlığı hukuka ve hukukun üstünlüğüne ve hukuk devleti ilkelerine bağlı bulunduğunu ileri sürüyorsa da, bu iddia gücün egemen kılınmadığı anlamına gelmez. Çünkü hukuku da egemen güçler belirlemekte ve dolayısıyla hukuk güçlülere imkân tanımak üzere oluşturulmaktadır. Batı’da devlet hemen her dönemde güçlü sınıfların çıkarlarına hizmet eder ve hukuk bu sınıfların, haklarını garanti altına almak için üretilir. Bu anlayışın sonucu olarak, hukuk, hakkın üstünlüğüne değil, gücün üstünlüğüne göre dengelenmektedir. Toplumsal kurum ve kurallar, güçlüleri haklı çıkaracak ve onların çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzenlenmektedir. Hakkın belirlenmesinde ayrıcalıklar ve çoğunluk sistemi esas alınarak güçlülerin egemenliği pekiştirilmektedir.67

Hocaefendi de İslam’ın hâkim olmadığı bütün toplumlarda hukuk değil kuvvet anlayışının hâkim olduğunu dile getirerek, bu sistemlerdeki anlayışı asırlar öncesinden Sokrates’in şöyle ifade ettiğini hatırlatır: “Kanun kuvvetli arıların delip geçtiği, zayıf arıların takılıp kaldığı bir ağdır.” Hâlbuki İslam nizamında güçlü olan, haklı olandır.68

O, kuvvetin üstün tutulması olgusunun uluslararası boyutuna da dikkat çekerek, Birleşmiş Milletlerin kuruluş gayesini ve şimdiki fonksiyonunu sorgular. Onlarca devletin üyesi olduğu bu kuruluşta daimi üye olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin, Birleşmiş Milletler kararlarında en yetkili ve etkili olanlardır. Diğerleri ise sadece birer piyondur.  Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle tek süper güç haline gelen ABD şimdilerde Birleşmiş Milletlerin tek patronu ve hâkim gücüdür.69 

Aynı şekilde, insan hakları beyannamesi, insan hakları kuruluşları ve ilâhî kaynaklı olmayan tüm teşkilatlanmalar, ya kâğıt üzerinde kalmakta, ya da çok büyük istismarlara, çifte standartlara sahne olmaktadır. Irak’ta kitle imha silahları, biyolojik silahlar var diye Körfeze ateş, kin ve ölüm kusan güçler öldürücü silahları ellerinde bulundurmuyorlar mı? Amerika’da zenci ve yerli Kızılderililere, Avrupa’da çalışan yabancı işçilere ve müslüman halklara reva görülen baskılar, zulümler ne oluyor! Hani nerede insan hakları ve insan hakları dernekleri?70

 

7. Tarihsel Tecrübe ve Sosyal  Siyasal İklim Farklılığı

Zeki Soyak Hocaefendi, toplumların bugününü anlamak için geçmişlerini bilmek gerektiğini sıkça dile getirmiştir. Siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel her türlü meseleyi tarihî arka planı ve mevcut siyasî, sosyal, psikolojik ortam özellikleri içinde anlamaya çalışmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu bakış açısı ile insana ve topluma dair her konuyu ve sorunu, bir ilim adamı titizliğiyle, tarihsel süreci ve bağlamı içinde anlamaya çalışmıştır.

Bu nedenle, geçmişi unutmanın, mazi ile ilişkileri kesmenin, asırların birikimi olan her türlü zenginliğe sırt çevirmenin, fert ve toplum hayatında meydana getireceği tahribatı vurgulamak için ilginç bir benzetme yapmıştır. Bu yanlışa düşen fert ve toplumlar “nesebi gayri sahih ceninlere benzerler.” (Zeki SOYAK, “Ölümsüz Nasihatler”, İlk Adım Dergisi, Sayı:138, Ocak-2000, s.3)

Hocaefendi konuşmalarında, İslam dünyası ile diğer toplumların sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel serüvenlerinin farklılığını, tarihlerinden de örnekler vererek izah ederdi. İslam dünyası ile Batı dünyasının değişik köklerden ve değerlerden beslenerek, günümüze değişik siyasal sistemler, kurumlar ve sorunlar taşıdıklarını belirtirdi. Dolayısıyla, bunlara ilişkin değerlendirmelerin ve sorunlara ilişkin çözümlerin kendi özgünlüğü içinde ele alınması gerektiğini anlatırdı.

Osmanlı son dönemi önemli düşünce adamlarından Said Halim Paşa da bu noktayı önemle vurgulamıştır: “Bütün siyasal sistemler gibi, Batı’nın siyasal sistemi de kendi evrimine yardımcı olabilmek için, kendi toplumsal sisteminden doğmuştur. Bununla birlikte, şurası da açıktır ki, toplumsal ihtiyaçları, Batı toplumlarına ait ihtiyaçların aynısı olmayan bir toplumda bu siyasal sistemin uygulanması bir felakettir.”71

Yaşanan bu felaket Cemil Meriç’e şu veciz sözü söyletmiştir: “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.”72

Batı dünyası ve düşüncesi ile İslam dünyası ve düşüncesi arasındaki bu kan uyuşmazlığının varlığı Hocaefendi’nin siyaset düşüncesinde önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple O’nun, Batı’nın “insan için en iyi” olarak lanse ettiği “demokratik ve laik siyasal sistem”e eleştiri ve itirazları vardır.

Eleştiri ve itirazlarını temelde iki noktada toplamak mümkündür. Birinci itiraz noktası, demokratik ve laik sistemin Batı’nın kendi tarihsel serüveni ve tecrübesinin bir ürünü olmasıyla ilgilidir. Batı’nın tarihi çok kanlı ve dehşet verici sosyal ve siyasal mücadelelerin tarihidir. Bu mücadeleler sonucu Batı değişerek ve dönüşerek bu noktaya gelmiştir. İslam toplumları bakımından yaşanan bu serüvenin ve tecrübenin bir karşılığı ve anlamı yoktur. (Benzer bir görüş: “Batı siyasî tarihi demokrasiyi, insanlığı “hürriyet ve eşitlik” idealine ulaştıracağı varsayımına dayandığı için en mükemmel yönetim tarzı olarak kabul etmektedir. ‘İslamiyet’in devlet telakkisine bir bakalım. İnsanlar, doğuştan eşittir: Kullukta, fanilikte eşitlik. Sonra, iman sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar, kardeş olurlar: dilenciyi halifeye eşit kılan hukukî bir eşitlik. İslam için hürriyet felsefi değil, hukukî bir mefhum. İslam kast tanımaz. Gerçek müslümanın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olmaz. Servet veya mevki ayırmaz insanları. Hıristiyan devletlerinde olduğu gibi,  fukara ile zengin arasında tefrika ve husumet de yoktur. Vatandaşlığı yapan kan ve toprak değil, inanç. Ümmetin Avrupa dillerinde karşılığı yok. Siyasî ve dînî bir bağ. Demek ki İslamiyet’in temel mefhumu: Eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin, kime karşı hürriyeti? İslamiyet bir kanun ve nizam hâkimiyetidir. Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir.” MERİÇ, Bu Ülke, s.170-172)

  Çünkü İslam dünyasının tarihsel serüveni ve tecrübesi kendine özgüdür. Bu nedenle, İslam’a ait siyasal teori ve pratikler bakımından, demokratik ve laik sistem sorunlu gözükmektedir.73 

İkinci itiraz noktasını ise, demokratik ve laik sistemin uygulamalarından ortaya çıkan olumsuzluklar oluşturmaktadır. O, dünya üzerindeki demokratik uygulamalardan, özellikle üçüncü dünya ve İslam ülkelerindeki ve daha da özelinde Türkiye’deki demokrasi ve laiklik adına ortaya konulan uygulamalardan çok rahatsız ve huzursuzdur. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlamalardan, hak ihlallerinden, çifte standartlardan, İslam’a aykırı uygulamalardan hareketle, (“Kavramlar karıştı. Aslî manalardan uzaklaştırıldı. Hürriyet dediler, hürriyet adına tüm temel hak ve özgürlükleri yok ettiler. Müsâvât dediler, ne kadar soysuz, din düşmanı, hain varsa her türlü imkana, servet ve sâmâna kavuşturuldular. Yönetime sahip oldular, vatanın gerçek evlatları, gerçek müslümanlar, her şeyden mahrum edildi, kanları emildi. Halkın idaresi dediler, halkın adına, idare ettikleri halkı insan yerine koymadılar. Millete yapmadıkları zulüm ve vahşet bırakmadılar.” SOYAK, Ölçüler ve Dengeler, s.15)  demokratik ve laik sistemin sorunları çözmeye yetmediğini, bilakis yeni sorunların oluşumuna kaynaklık teşkil ettiğini ifade eder.

Aslında Hocaefendi’nin demokratik sistem ve uygulamaları hakkında itiraz ettiği konulara ilişkin eleştiriler yerli ve yabancı birçok düşünür ve siyaset bilimci tarafından da dile getirilmektedir. Bunlardan bazılarına değinmek faydalı olacaktır.

Demokratik sistem, kaynağını eskiçağ Yunan uygarlığından almıştır. Hümanist kültüre dayalı olarak ortaya çıkmış74  ve Hıristiyanlık felsefesinden etkilenmiştir. Kapitalist pazar ekonomisinin gerek duyduğu sosyal ve siyasal kurumlardan oluşur. (Atilla YAYLA, “İslam, Laiklik ve Demokrasi”, Yeni Türkiye Dergisi, Türk Demokrasisi Özel Sayısı, Sayı: 17, Eylül-Ekim 1997, s. 144; Duvarger, batılı anlamdaki demokratik sistemin zengin ulusların siyasal sistemi olduğuna dikkat çekerek, “… serbest seçimler, çoğulculuk ve yurttaş özgürlükleri ancak sınıf savaşları ve toplumsal gerilimlerin azaldığı ve bütün halk yığınlarının, haklarını yurttaş olarak etkin bir biçimde kullanabilmelerini sağlayacak bir kültür düzeyine ulaştıkları taktirde gelişebilir. Bu sistemin bu unsurları, yüksek iktisadî gelişme düzeyini gerekli kılar. Temsilî demokrasi sistemi, ideolojik ve değerler sistemi olarak liberalizme dayanır… Hıristiyanlığa mensup ülkelerde işlemektedir…” der. DUVARGER, Batı’nın İki Yüzü, s. 2-4). Vergin ise demokrasi için, “Batı’da filizlenen ve oradaki insanların zihniyetlerinin yansıması olan bir ideal, Batı insanının ruh halinin tezahürüdür” ifadesini kullanır. Nur VERGİN, “Demokrasi ve Sivil Toplum”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 1, Kasım-Aralık 1994, s. 9. Daha geniş bilgi için bkz. Giovanni SARTORİ, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Yetkin Yayıncılık, Ankara-1993, s. 415-430.)

O halde demokratik siyasal sistemin işleyebilmesi için demokrasiye uygun bir siyasal kültürün de toplum içerisinde egemen olması gereği vardır.75 Nitekim Tocquville, siyasal özgürlük fikri ile birlikte düşündüğü demokrasi terimini, “bir toplum tipini” belirlemekte kullanarak, “demokratik bir yaşam biçimine” gönderme yapmaktadır.76 Bu haliyle demokrasinin, bir gerçeği ifade etmekten çok, sonuçta siyasal düzeyde tercüme edilebilecek bir toplumsal ideali oluşturduğu söylenebilir.

“İktidarın belli bir grubun veya sınıfın tekeline geçmesi” şeklinde de ifade edilebilecek olan “elitizm” sorunu, Batı siyasal sistemlerinin ve demokrasilerinin en ciddi çıkmazlarından birisidir. 20. yüzyılın başlarında yaşamış, iki İtalyan düşünürü olan V. Pareto ve G. Mosca’nın dile getirdikleri “Yönetici Sınıf Teorisi” şunu söyler: Çoğunluk daima bir azınlık tarafından yönetilmiştir ve çoğunluk, yönetici azınlığı kontrol imkânına sahip değildir. Bu kaçınılmaz bir olaydır.77

Yine R. Michels da siyasî partiler ve sendikaların büyümeleriyle oligarşik bir yönetim yapısına dönüştüklerini ileri sürmüştür. Buradan hareketle “Oligarşinin Tunç Kanunu” diye adlandırdığı bir teori geliştirmiştir.78 Pareto, Mosca ve Michels buradan doğal olarak şöyle bir sonuca ulaşmışlardır; bir çoğunluk yönetimi olarak nitelenen demokrasinin pratikte gerçekleşmesi imkânsızdır.79

H. D. Lasswell de siyasal eliti “iktidarı ellerinde tutanlar” olarak görür. O’na göre, iktidarın muhtelif dereceleri vardır ve ondan en çok payı alanlar daima küçük bir azınlıktır.80

Ünlü Fransız sosyal bilimci Raymond Aron da demokratik rejimlerin azınlık tarafından yönetildikleri ve oligarşik karaktere sahip oldukları üzerinde durmuştur. Batı demokrasilerinde “halk egemenliği” formülü sadece fiyaskodur.81

C. Wright Mills’in “iktidar eliti” görüşü ise Amerikan toplumunu esas alır. Mills’e göre, “iktidar eliti”, toplumda “stratejik kumanda mevkilerini” işgal edenlerden meydana gelir. Bunlar siyasal iktidar sahipleri, askeri liderler ve büyük şirketlerin yöneticileridir. Sosyal kökenleri, çıkarları ve dünya görüşleri bakımından aralarında sıkı bir bağ, bir dayanışma vardır. Toplumda bütün iktidar gitgide bu üçlü “koalisyon”un elinde toplanmaktadır.82

Bugün de temsili demokrasi uygulamalarının yürürlükte olduğu ülkelerde seçkinlerin varlığı ve sistem içindeki ağırlıkları sorgulanmaktadır. Genellikle ekonomik gücü ellerinde tutanların ve büyük mülk sahiplerinin oluşturduğu seçkinlerin, demokratik çatının kontrolünü ellerinden kaçırmamaları ve başka insanların (“ayak takımı”) yönetimde aktif rol üstlenmelerine engel olmaları “demokrasi krizi” olarak isimlendirilmektedir.83  Bu yapıda seçimler düzenli ve dönemsel olarak yapılsa bile temsilciler hep aynı gruptan seçilmektedir. İngiliz, Fransız ve İtalyan parlamentolarında da olduğu gibi, düzenli olarak eski üyelerin ve belli ailelerin oğulları, torunları, kardeşleri ve yeğenleri seçilmektedir.84

Bugün dahi modern demokrasilerde, temsil kanallarının çoğaldığı ön kabulünden hareketle, bir yandan katılım ve çoğulculuk konusunda yeni bir ümit dalgası oluşturulurken, diğer yandan elitleşme sorunundan kaçınılamadığı dile getirilmektedir. Giderek artan temsil kanalları ve bunların kuruluşları etrafında, büyük ölçüde fonksiyonel menfaatler üzerine kurulu uzmanlaşmış azman bir temsil örgütü gelişmiştir. Siyasi partiler değil, ama sosyal hareketlerin daha seyrek görülen müdahaleleri ile desteklenen bu menfaat kuruluşları ve bu kuruluşlara hâkim olan elitler, pek çok istikrarlı demokraside sivil toplumun önde gelen ifade biçimi olmaya başlamıştır. Bu da dikkat çekici bir gelişmedir.85

Diğer yandan bürokrasinin halka karşı sorumluluğu azalttığı ve karar alma sürecinde siyasî katılım imkânlarını ve alanlarını daralttığı, hatta büsbütün yok ettiği ifade edilmektedir. Çünkü nasıl ki bürokratik yapılı şirketlerdeki hissedarların elindeki güç, şirket yöneticilerine; sendikalarda, sendika üyesi işçilerin elindeki güç, sendika liderlerine aktarılmış durumda ise, demokratik sistemlerde de yasal olarak seçmenlerin elinde olan güç (egemenliğin millete ait olduğu ilkesi), siyasi yöneticilere aktarılmaktadır.86

Tocqueville de temsili demokrasi uygulamalarından hareketle, demokraside despotizmin, çoğunluğun despotizmi şeklinde belirdiğini söyler. Bu da tek ve merkezi iktidar düşüncesinden beslenmektedir. Bu iktidar insanları dilediği gibi yoğuracak, onları karmaşık, karışık kurallar ağı içine alacaktır. Herkes eşit olarak bu düzende yaşamaktan mutlu olacaktır. Çünkü aksi halde devletin sağladığı yararları kaybetme tehlikesiyle karşılaşacaktır.87

Şüphesiz bu düzende de insanlar bakanları düşürecekler, seçimlerde meclislerdeki çoğunluğu değiştirecekler; ancak bunlar insanlara özgür olduklarını sanmaları için verilen tesellilerdir. Seçimler de fazla bir şey ifade etmez. Seçimler, sorunların değişik çözümleri arasından bir seçim yapma anlamını taşımaz. Çünkü birey bu sorunlardan bir şey anlamaz ve bunlarla ilgilenmez de. Yapabileceği çok daha eğlenceli işler varken sıkıcı siyasal sorunlara yabancı kalır. Tesadüfen bir seçim yapar. Devlet kendisine hangi adayları öneriyorsa, seçilmesinin iyi olacağını söylüyorsa, birey onları niye seçmesin? Böylece birey sonuçta seçim denen tek ve büyük olanağını kullanamaz olur. Modern despotizm böyle gelişir.88 

Proudhon ise temsil sistemine acımasız eleştiriler getirmektedir. Demokrasinin “egemen halk” ve “genel oy” gibi değerlerinin boş sözler olduğunu, insanları köleleştirmek için kullanılan yalanlar olmaktan öteye gitmediğini iddia eder. Seçim mekanizması gerçekleri saklayan yalan makinesidir ve toplumun gerçek yapısı ve insanların gerçek düşünceleri konusunda yanlış fikirler verir. Oy çokluğuna dayanan bir rejim, bir baskı rejimi olmaktan öteye gidemez.89

Görülüyor ki, “iktidar seçkinleri, profesyonel ve örgütlü politikacılar, büyük mali şirketler ve dev tröstler, karteller, çok uluslu şirketler, kendi toplumlarında azınlık olmalarına rağmen iyi organize olmuş lobiler vb. demokratik karar mekanizmalarını, kongre, parlamento veya meclisleri derinden etkilemektedirler. Örgütlü baskı ve çıkar grupları, bu yarışçı, liberal ve özgür ortamların geçerli kurallarından yararlanarak faaliyet gösterir, sistemi kendi doğrularında işletebilmektedirler.”90

Bu noktada Zeki Soyak Hocaefendi’nin şu tespiti oldukça önemlidir: “İlâhî bir hukuk nizamına dayanmayan düzenlemeler, kanunlar, güç odaklarının rengini, desenini seçip beğendiği ve kendine göre biçip diktiği bir elbiseyi tüm insanlara giydirmek için yapılan dayatmadan başka bir şey değildir. Çağımızın ilkelliği bu sapmadan kaynaklanmaktadır.”91

 

 

C. İSLAMÎ YÖNETİM VE BAŞLICA SİYASAL UNSURLARI

Bu bölümde Zeki Soyak Hocaefendi’nin İslami yönetim ve bu yönetimin başlıca siyasal unsurlarına ilişkin değerlendirmelerini ele aldık. Konuları mümkün olduğunca sınırlandırarak ve ana hatları ile ortaya koymaya çalıştık. Bu çalışmanın kapsam ve amacını aşacağını düşündüğümüz, İslamî yönetimin bazı siyasal unsurlarına hiç değinmedik ya da değindiklerimizi detaylandırmadık. Aksi takdirde çalışmanın hacmi çok büyüyecekti.

Şunu da bu bölümün hemen başında dile getirmemiz gerekiyor ki, bu bölümde yer alan bazı konular, Hocaefendi’nin yazılarında fazlaca ele aldığı konular değildir. Bu nedenle bölüm içinde yer alan bu konulara ait bilgi ve değerlendirmeler genellikle, değişik yer ve zamanlarda ve değişik vesilelerle, bizim kendisinden dinlediğimiz, duyduğumuz ve öğrendiğimiz malumatlardan oluşmaktadır. Yanlış bilgi vermekten ve hata yapmaktan Allah’a sığınırız.

 

1. “İslami Yönetim”in Kaynakları

 Kuşkusuz bir şeyi “İslamî” kılan, onun İslam’a uygunluğudur. Bu uygunluğun ölçüsü ise İslam’ın referanslarıdır. Bu referanslar esas alınmış ise, bir düşünce, eylem, olgu veya olay “İslamîlik” vasfını kazanır.

Zeki Soyak Hocaefendi İslami yönetim konusunda, diğer pek çok âlim gibi,92 şu dört temel kaynağı referans olarak kabul etmiştir:

a) Kur’an-ı Kerim

b) Sünnet

c) İlk Halifelerin Uygulamaları 

d) İctihad

 

2. Anayasa ve İslam Anayasası

Anayasa, bir ülkede devletin temel yapısını, kuruluşunu ve işleyişini düzenleyen kuralların bütününü ifade eder. Bu kuralların bazıları yasallaşmıştır, diğer bazıları ise hukuk üstü anlayışlar, gelenekler ve uygulamalar şeklinde kendisini göstermektedir. Bu anayasanın geniş anlamıdır. Dar anlamında ise, devletin dayandığı temel ilke ve kuralların bir belgede yazılı olmasını anlatır.93

Zeki Soyak Hocaefendi, İslam’da anayasa konusunu, Batı dünyasında yürütülen anayasa tartışmaları düzleminde ele almanın yanlış olacağı kanaatindeydi. O’na göre Batı’da anayasalar, yaşanan sosyal ve siyasal mücadelelerin sonucu olarak ortaya çıkm?

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.