Endülüslü İbnü’l Arabî

Evliyanın büyüklerinden, sofiyye-i âliyyedendir. Adı, künyesi ve sıfatı ile birlikte Şeyh-i Ekber Ebu Bekr-i Muhammed bin Ali’dir. Ebu Bekr İbni Arabî ismi ile de meşhurdur. 560 (m. 1165)’da, Endülüs’te Mürsiye kasabasında doğdu. Babası, Abbasi halifesi ve yöre valisinin saygı gösterdiği biriydi. Annesi ise Ensar’dandı. Muhyiddîn-i Arabî sekiz yaşında iken, babası, bazı sebepler yüzünden İşbiliyye’ye gitti. Orada, başta İbni Beşküval olmak üzere pek çok meşhur âlimden ilim öğrendi. Zekâsı çok keskin, hafızası pek kuvvetli olup fesahat ve belagat sahibi idi.
Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı. Öyle ki, kendisini öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâlde iken, kendisine, çirkin kara yüzlü bazı kimselerin eziyet etmek, sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu kara yüzlüleri kovalamaya çalışan nuranî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihayet bu güzel kimse, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; “Yasin suresi” cevabını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolmuş olan babasını gördü. Yasin-i şerif okuyordu.
Muhyiddîn-i Arabî, 598 (m. 1201) yılında Endülüs’ten doğuya gidip, bir müddet Mekke’de kaldı. Sonra Mısır, Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyahat etti. Hadis ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbni Asâkir ve Ebü’l-Ferec İbnü’l Cevzî, İbni Sekîne, İbni Ülvan, Câbir bin Ebu Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp onlardan ilim öğrenmek suretiyle fen ve din ilimlerinde çok iyi yetişti. Tefsir, hadis, fıkıh, kıraat gibi pek çok ilimlerde, büyük âlim oldu. Tasavvuf da Ebu Midyen Magribî, Cemaleddin Yunus bin Yahya, Ebu Abdullah Temim, Ebü’l-Hasen ve Seyyid Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin ruhaniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup meşhur oldu.
Gavsü’l azam Seyyid Abdülkadir-i Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemaleddin Yunus bin Yahya’yı yanına çağırdı. Ona buyurdu ki: “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allah Teâlâ’nın çok sevdiği evliyasından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” Yunus bin Yahya uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-i Arabî’ye hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamanında, ilminden ve feyzinden istifade etmek için kendisine müracaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Bir aralık Konya’ya gelip Selçuklu sultanı tarafından çok ikram ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tayin olunduğu ve hediyeler gönderildiği hâlde, hepsini fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddin-i Konevî’nin hocası ve üvey babası oldu. Hocasının üstadı olan Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını, üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddin-i Konevî’ye giydirdi.
Muhyiddîn-i Arabî, bir gün Ebü’l Abbas hazretlerine yazdığı mektubunda; “Bana dua ve teveccüh etmenizi istirham ediyorum. O halde geleyim ki, kalbinizden geçirdiğiniz bir sualin cevabını verebileyim.” diye yazdı. Bir zaman sonra Ebü’l Abbas’tan mektubun cevabı geldi. Yazıyordu ki: “Evvelki gece, mana âleminde bir daire şeklinde toplanan velileri gördüm. Onların da ortalarında iki zat vardı. Bunlardan birisi Ebu’l Hasen bin Sibân idi. Diğeri de Endülüslü idi. O sırada kalbime hafiften bir nida geldi. Bir ayet-i kerime okundu. Bunun üzerine ikisi birden secdeye kapandılar. Yine hafiften; “Secdeden hangisi önce kalkarsa, o “Kutb” ve “Gavs”dır” denildi. Merakla bekliyorduk, önce Endülüslü başını kaldırdı. Endülüslü’ye dilimi oynatmadan yani kalbimden bir sual sordum. Bana dönerek bir defa üfürdü. Onun bu nefesinde sorduğum sorunun cevabı vardı. Onun bu cevabına hem ben hem de oradaki bütün veliler hayran kaldılar. Endülüslü’nün yüzüne dikkatle baktım, sen idin.”
Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbni Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir gelip dedi ki: “Allah rızası için bana bir şey ver.” Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: “Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al, onu sana vereyim. Senin olsun.” Böylece evi o fakire verip orayı terk etti.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 627 (m. 1230) senesinde Şam’da iken, bir gece mana âleminde Peygamber efendimiz aleyhisselam’ı gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak; “Bu Füsûsü’l-hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyatını açıkla.” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de sevgili Peygamberimizin bu manevî işaretine uyarak Peygamber efendimizden aldığı emir ve ilham ile kitabın ihtiva ettiği hususları ne eksik ne de fazla olarak yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm bir hikmet verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.
Şeyh-i Ekber, “Şeceretü’n Nu’mâniye fî Devleti’l Osmâniye” isimli eserinde “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 638 (m. 1240) senesinde Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Rebîülâhir ayının 28’inde bir Cuma günü yetmiş sekiz yaşında iken Şam’da fâni dünyadan ahirete irtihal etti. Sâlihiyye’de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı sultanı Yavuz Selim Han, Şam’a geldiğinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî’nin vefatından önce ayağını yere vurarak “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” buyurduğu yeri tespit ettirip kazdırdı. Oradan küp içinde altın çıktı. Bundan “Siz, Allah Teâlâ’ya değil de paraya tapıyorsunuz.” demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerinde yazdığı vahdet-i vücut bilgilerinin bazıları velilere mahsus bir hâl olan sekr (şuursuzluk) hâlinde iken söylediği sözlerdir. Bu sözler hem âlimler hem de arifler arasında, yaşadığı çağda ve daha sonraki dönemlerde tartışılmış ve onun hakkında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. Tasavvufun kıymetli hâl ve marifetlerinden olan vahdet-i vücut (varlığı bir görmek) bilgilerini açıklamakta Muhyiddîn-i Arabî hazretleri çok yüksek derecelere ulaşmış, bu sahada kendisine mahsus bir sistem kurmuştur. Beş yüzden fazla kitap yazdı. Cahiller onun büyüklüğünü anlayamadı. Âlimler, arifler ise veli-i kâmil olduğunu anladı.