Dış Politikada Eksen Kayıyor Mu?

Önceki yazımızda Türk dış politikasının genel tarihi seyrini irdelemiş ve şu soruyla bitirmiştik: Son dönemde yaşanan bir eksen kayması mıdır?
Türk dış politikası Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu uluslararası sistemin gereği olarak ağırlıklı biçimde ABD’nin Ortadoğu vizyonunun önemli bir oyuncusu ve müttefiki olmaktan öte geçememiştir. 1949 BM ve 1952 NATO üyeliği ile perçinlenen bu nikâh, dönemsel geçimsizliklere rağmen temelde istikrarlı bir şekilde sürdürülmüştür ve halen de belli ölçüde sürdürülmektedir. Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Türkiye çok kutupluluğa aday yeni uluslararası sisteme uyum sağlayarak bölgesel rolünü arttırmaya başlamıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Türkî cumhuriyetlerle geliştirilmeye çalışılan siyasal ve ekonomik ilişkiler bunun ilk denemesi olmuş, ancak o dönem itibarıyla bu deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın arkasında dış politika öncelikleri farklı partilerden oluşan koalisyonların 1990lı yıllara damga vurması, Türkiye hariciyesinin yeni dönem şartlarına hazırlıksız yakalanması gibi nedenler sıralanabilir.
2000li yıllarda AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ilk dezavantaj ortadan kalktığı gibi, dayandığı toplumsal zemin itibarıyla özellikle Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’ı doğal müttefik olarak gören bölgesel liderlik vizyonu olan bir dış politika anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Bu anlayış zaman zaman alışılmadık diplomatik yöntemlerle monşerlerin devre dışı bırakılması suretiyle yürütülmüştür. Prof.Ahmet Davutoğlu’nun dış politika danışmanlığı döneminden başlayarak şekillendirdiği ve bakan olduktan sonra Başbakan’ın dış politika vizyonuna paralel olarak tamamen kontrolü altına aldığı yeni, dönem dış politikanın izlerini, aslında Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında sürmek mümkündür.
Kitapta Türkiye’nin ilgi ve etki alanı olabilecek bölgeler şöyle sınıflandırılmaktadır:
a. Yakın Kara Havzası: Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar
b.Yakın Deniz Havzası: Karadeniz, Adriyatik, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Körfez, Hazar Denizi
c. Kıta Havzası: Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Asya, Orta ve Doğu Asya
Davutoğlu’nun vizyonu, kesişim alanları hayli fazla olan bu alanlarda kademe kademe etkinliği arttırmak ve nihayet küresel bir güce sahip olmak şeklinde özetlenebilir. Fakat asıl ve öncelikli hedef bölgesel güç konumunu pekiştirerek kendi tarihi bağlarını yeniden hatırlayan ve bunun avantajını mevcut ulus devletin sınırlarına hapsedilmiş de olsa Türkiye için kullanmaya devam etmektir. Nitekim kendisinin 2009 yılında bakanlık koltuğuna oturduktan sonra Türk dış politikasının önceliklerine ilişkin açıklaması özetle şu maddelerden oluşmaktadır:
a. Bölgenin her açıdan en güçlü ülkesi Türkiye’dir. Bütün ülkeler ile sorun ve krizler çözülerek ilişkiler geliştirilecektir. Bölgede düzen kurma misyonu Türkiye’nindir.
b. Yayı Türkiye’nin sınırları ötesindeki potansiyeli kapsayacak çapta gerebilmek oku da stratejik bir planlama ile iddialı bir ufuk perspektifi arasında uyum sağlayan bir hedefe aynı anda yöneltebilmek gerekmektedir.
c. Bölgesel diplomaside tarih perspektifi Cumhuriyet ile değil Osmanlı ve hatta öncesi ile başlamalıdır.
d. Modernite mantık sınırlarına yaklaştıkça, Osmanlı ve İslam toplumlarının modernite öncesi kültür tecrübesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
e. Bölgemizde anarşi ve otokrasi yaratmayacak bir demokrasi-düzen dengesi kurulmalıdır.
f. Yine bölgemizde güven ve dayanışma esasına dayalı bir düzene geçilmelidir. Türkiye bu amaçla arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık işlevlerini kullanmalıdır.
g. Türkiye öncelikleri olan bir dış politikadan entegre (bütünlüklü) bir dış politikaya geçmektedir.
h. Batı’dan yana yapılmış “tek yönlülük” eleştiriye açıktır ve Türkiye AB-Ortadoğu arasında bir öncelik tercihi yapmamaktadır ve bu iki boyut birbirini desteklemektedir.
i. Oynak merkezli, proaktif ve ritmik bir diplomasi benimsenmektedir.
Bu maddelerden anlaşıldığı üzere Türkiye Batı ile işbirliğinden vazgeçmemekte ve Batılı demokrasilerin seviyesine ülkeyi yükseltme hedefini inkar ve/veya terk etmemektedir; aksine, ABD’nin stratejik müttefiki ve AB adayı olarak bölgede güçlü bir konuma gelecek olan Türkiye’nin Batı için de bir kazanç olacağı imasını bu ve benzeri söylemlerden çıkarmak mümkündür.
Daha önce de işaret edildiği üzere, Türkiye Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dış politikada yeni bir dönüşüm arayışına girmiş durumdadır. Bu arayış hem konjonktürel dinamiklerden hem de yeni iktidarın kimliği bir dış politika unsuru olarak devreye sokma talebinden ileri gelmektedir. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminin dehşet dengesine ve sert askeri güce dayanan dinamiklerinin yerini, küreselleşmenin de etkisiyle artan oranda iktisadi bağımlılık almaya başlamıştır. İşte yüzyılın sonunda şekillenmeye başlayan ve AK Parti iktidarının dünya vizyonu ile bütünleşen bu yeni anlayışta, en az sert güç kadar, ekonomik ilişkilerin ve kimliği, kamu diplomasisini öne çıkaran yumuşak güç kullanımı önem kazanmaktadır. Zira Türkiye’nin laik ve demokratik yönetim tarzıyla İslami kimliğini birleştiren bir ülke olarak hem Ortadoğu hem de Batı nezdinde bir cazibe merkezi olması ancak bu sayede mümkün olabilecektir.
Bu yeni dönemde Türk dış politikası, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana kökleşmiş olan statükocu kurumlarına ve dışişleri bürokrasisine, hatta zaman zaman mevcut hükümet içindeki aksi yöndeki çıkışlara rağmen, Başbakan Tayyip Erdoğan eliyle ulusal çıkarların ikincil plana atılarak İslam kardeşliği bağlamında kimlik ögesinin başat belirleyici unsur haline geldiği çıkışların da öznesi olmuştur. 2010 yılındaki meşhur “one minute” çıkışı, Mavi Marmara seferine verilen destek, Suriye’de açıkça muhalefetin yanında tavır alınması, Arap Baharı sürecinde – eleştirilere de konu olacak biçimde – muhaliflere destek verilerek mevcut kukla rejimlerin açıkça eleştirilmesi, hatta nükleer silahlanma krizinde İran’ın yanında yer alınması, bu tavrın örnekleri arasında sayılabilir.
Özet olarak denebilir ki Türk dış politikasında son dönemde eksen kayması olduğu iddiası, AK Parti hükümetlerinin aktivist ve çok boyutlu dış politika anlayışının –art niyetli değilse– yanlış okunmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak hep Batı merkezli politika izleyegelmiş olması bu algı körlüğüne sebep olmaktadır. Eksen kayması eleştirilerinin dışarda neo-conlardan, içerde de laikçi çevrelerden gelmesi boşuna değildir. Yaşanan şey eksen kayması değil, eksenlerin yerli yerine oturtulması çabasıdır. Bunda ne ölçüde başarılı olunduğunu tesbit etmek için henüz erkendir; bu durumu konjonktürel ve sistemik dalgalanmalardan bağımsız uzun vadeli bir proje ve niyet olarak görmek gerekir.
Konuyla ilgili fazladan okuma yapmak isteyenler için:
1.Stratejik Derinlik, Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu, Küre Yay. 2009
2.Küresel Kargaşa Çağında Realist Proaktivizm, Prof.Dr.Fuat Keyman, SETA, 2010.
3.Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı? Prof.Dr.Şaban Kardaş, Akademik Ortadoğu, c.5, sayı 2, 2011.
4.Islam, Ottoman Legacy and Politics in Turkey: An Axis Shift? Mustafa Şahin, The Washington Review, 2011.