CİHAD DERSLERİ- el-Kubbetü’l-Hadrâ

CİHAD DERSLERİ- el-Kubbetü’l-Hadrâ

 

Dünya üzerinde çok şehir vardır ama Mekke, Medîne ve Kudüs şehirlerinin Allah indindeki ve Müslümanlar nezdindeki yerleri ayrıdır. Mekke, dünyanın merkezidir; çünkü Beytullah yani Allah’ın evi olan Kâbe oradadır. Medîne, Peygamber efendimizin şehridir. Asıl adı Nebî’nin şehri mânâsına gelen Medînetü’n-Nebî iken, muzâfun ileyh hazfedilerek geriye muzâf kalmış ve şehrin adı Medîne olarak meşhur olmuştur. Kudüs, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de çevresini mübârek kıldığını beyan ettiği bir şehirdir. Bu üç şehirde önemli üç mescit vardır. el-Mescidü’l-haram Mekke’de, Mescidü’n-Nebî Medine’de, el-Mescidü’l-Aksâ da Kudüs’tedir. İnsanın vücudundaki kalp gibi, bu üç mescidin de kendi içlerinde kalpleri vardır. Kâbe, el-Mescidü’l-haram’ın kalbi; Kubbetü’s-sahra, el-mescidü’l-Aksâ’nın kalbi; el-Kubbetü’l-hadrâ da Mescidü’n-Nebî’nin kalbidir.

Hz. Peygamber efendimiz, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde devesinin yularının serbest bırakılmasını istemiş ve çöktüğü yeri mescid ve ikâmetgâhının arsası olarak seçmiştir. Sahipleri arsayı bağışlamak istemişlerse de karşılığı ödenerek satın alınmıştır. Hz. Peygamber, Medine’deki ilk mescidi (Mescid-i Nebevî) inşa ederken kendisi için doğu duvarının güney kısmına bitişik iki oda yaptırdı ve bunlardan birine hicretten bir süre önce evlendiği Hz. Sevde’yi, diğerine de Medine’de evlendiği Hz. Âişe’yi yerleştirdi. Hz. Peygamber’in evinin, idarî bir merkez olma özelliği de gösteren mescidin bitişiğinde bulunması onun peygamberlik, devlet başkanlığı, kumandanlık, kazâ ve iftâ gibi görevlerini kolaylaştırması bakımından önemliydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hucurât sûresinin dördüncü âyetinde, Rasûlullah’ı dışarıya çağırma hususundaki kaba davranışları sebebiyle bedevîler kınanırken dolaylı olarak bu odalardan bahsedildiği için sûreye Hucurât (odalar) adı verilmiştir. Bu odalara girerken izin isteme konusuna temas eden âyette de “Peygamber’in evleri” tabiri kullanılmıştır.[1] Daha sonra sayısı dokuza kadar çıkan bu hücreler içinde Hz. Âişe’nin odası özellikle Rasûl-i Ekrem’in buraya defninden dolayı önem kazanmış ve “hücre, el-hücretü’ş-şerîfe, el-hücretü’l-mukaddese, el-hücretü’l-muattara, hücre-i münîfe, hücre-i saâdet” gibi adlarla anılmıştır. Arapça hücre (oda) ve saâdet (mutluluk) kelimelerinden oluşan bu terkip Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in kabirlerinin bulunduğu türbe hakkında kullanılır.

Hz. Peygamber efendimiz, son hastalığını Hz. Âişe’nin hücresinde geçirdi ve Hz. Ebû Bekir’in hatırladığı, peygamberlerin ancak vefat ettikleri[2] veya en sevdikleri yere[3] defnedildiklerini bildiren hadisin de işaretiyle bu odada toprağa verildi. Sonradan diğer odalar Mescid-i Nebevî’ye katıldığından hücre-i saâdet denilince yalnız burası akla gelmiştir. Hz. Peygamber’in cenaze namazı burada küçük gruplar halinde kılınmıştır; namaz veya dua için gelen insanların hücrenin bir kapısından girip diğerinden çıktıkları anlaşılmaktadır. Hücrelerin kapılarında kıldan dokunmuş birer kalın perde bulunmaktaydı. Sadece Hz. Âişe’nin odasının Hint ardıcından yapılmış tek veya çift kanatlı bir kapısı olduğu rivayet edilir ve bu kapı herhalde Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra takılmıştır.

Daha sonra hücre-i saâdete Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer defnedildi. Hz. Ömer’in defninin ardından Hz. Âişe oturduğu kısımla kabirler arasına bir duvar ördürüp sadece bir kapı bırakmıştı; oturduğu bölümün kuzey kısmında da bir kapı bulunmaktaydı ki bu, yukarıda sözü edilen Hint ardıcı kapı olsa gerektir. Vefatında Hz. Hasan, vasiyeti üzerine teberrüken dedesi Hz. Peygamber’e arz edilmek üzere hücre-i saâdete getirilince onun burada kalan tek kabirlik yere gömülmek istendiğini sanan Emevîler siyasî mülâhazalarla buna karşı çıktılar ve benzer olayların bir daha yaşanmaması için kabrin bulunduğu kısmın kapısını tamamen kapattılar. Hücredeki bir kabirlik yerle ilgili farklı rivayetler de vardır. Yahudi asıllı sahâbî Abdullah b. Selâm, Tevrat’ta Hz. Peygamber ile Hz. Îsâ’nın beraber defnedileceklerinin yazılı olduğunu belirtmiştir.[4] Bu rivayet, hücre-i saâdetteki söz konusu bir kabirlik yere Hz. Îsâ’nın kıyamet öncesi dünyaya indikten ve Muhammed ümmeti olarak öldükten sonra gömüleceği şeklinde yorumlanmıştır.[5]

Cemaatin çoğalması sebebiyle Mescid-i Nebevî’nin zaman zaman genişletilmesi gerekmiş, bu husustaki ilk çalışmalar Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından hücrelerin bulunduğu kısmın dışında kalan üç yönde, daha çok da batı ve kuzey yönlerinde yaptırılmıştı. Buna rağmen Emevîler döneminde insanlar, özellikle cuma gibi cemaatin fazla olduğu vakitlerde boş hücrelerde de namaz kılmaya başlamışlardı. Abdülmelik b. Mervân bu hücreleri satın almış, fakat hâtıralarına hürmeten yıktırmamıştı. Daha sonra Halife Velîd, Medine valisi olan Ömer b. Abdülazîz’e yıktırılıp mescide dahil edilmelerini emretti; o da ikinci bir Harre Vak‘ası’nın yaşanmaması için buna istemeyerek boyun eğdi.

Hücrelerin yıktırılması Medineliler’i çok üzmüş ve uzun süre ağlaşmalarına yol açmıştır. Saîd b. Müseyyeb, Hasan-ı Basrî gibi yıkımdan önce hücreleri görenlerden buraların mütevazı yapısı hakkında bazı bilgiler nakledilmektedir. Tavanı bir insanın elini uzattığında değebileceği kadar alçak olan hücrelerin Hz. Peygamber’in sade hayatını göstermesi bakımından aynen bırakılmasını isteyenler çoğunluktaydı. Vali Ömer b. Abdülazîz, teberrüken hücrelerden alınan kerpiçlerle kendine Medine’nin Harre mevkiinde bir ev yaptırdı. Bu kerpiçlerden bir tanesi bir süre hücre-i saâdet yanında sergilenmiştir. Ömer b. Abdülazîz halifeliği sırasında Bizanslı ve Kıptî mimarlardan da yararlanarak hücreyi daha mâmur bir hale getirdi. Bu sırada daha önce Abdullah b. Zübeyir tarafından etrafına çekilen duvar yenilendi. Kuzey kısmı Hz. Fâtıma’nın evini de içine alacak şekilde genişletildi ve Kâbe’ye benzememesi için üçgen planında yapıldı. Böylece hücre beşgen hale getirildi; ancak etrafını çevreleyen şebeke günümüzde de olduğu gibi dikdörtgendi. Bu arada hücrenin üstü “kubbetü’l-hücre” ve “kubbetü’n-nûr” denilen küçük bir kubbe ile örtüldü.

Emevîler’den sonra Abbâsîler ve diğer İslâm devletleri hücre-i saâdetin imarına ayrı bir önem verdiler. Hârûnürreşîd devrinde mescidin bu kısma rastlayan tavanı yenilendi. Muktefî-Liemrillâh zamanında Zengîler’in ünlü veziri Cemâleddin Muhammed b. Ali el-İsfahânî tarafından da kabrin doğu duvarı ıslah edilerek tamamı mermerle kaplandı. Evliya Çelebi’nin naklettiği bir rivayete göre ise 557/1162’de papa tarafından Hz. Peygamber’in naaşını çalmak üzere gönderilen zâhid kılığında kişiler Mescid-i Nebevî yakınlarında bir ev tutmuş, gizlice yer altından bir dehliz kazarak kabre ulaşmak istemişlerdir. Rasûl-i Ekrem tarafından rüyasında olaydan haberdar edilen ve çok kısa bir süre içinde Medine’ye gelen Nûreddin Mahmud Zengî bu kişileri yakalamış, böyle bir olayla bir daha karşılaşmamak için de kabrin etrafına kurşun döktürmüştür.[6]

Memlük hükümdarları da hücre-i saâdetin imarına büyük özen gösterdiler. İlk defa Sultan Kalavun zamanında, daha önce üzeri “kisve-i saâdet” adlı bir örtü ile kapatılan kubbetü’n-nûr kurşun levhalarla kaplandı; kubbe Sultan Kayıtbay tarafından da yenilendi. Mescid-i Nebevî tarihinde birkaç defa yangın geçirmiş, hücre-i saâdet de bu vesile ile onarım görmüştür. Meselâ 881/1476’da tamamen yıkılıp taştan inşa edildi ve tavanı yükseltildi. Mısır’ın fethinden sonra kendilerini “hâdimü’l-Haremeyn” olarak gören Osmanlı padişahları, Yavuz Sultan Selim’den itibaren Mescid-i Nebevî ve hücre-i saâdetin imarı ile yakından ilgilendiler. I. Ahmed altın kaplamalı gümüş şebekeler gönderdi, eski şebeke-i saâdetin bir bölümünü getirtip teberrüken kendi türbesine koydurdu. Hücre-i saâdetin 1111/1699 yılında II. Mustafa tarafından bazı kısımları yenilendi; III. Ahmed de duvarlarını sağlamlaştırdı. II. Mahmud zamanında birtakım çatlaklar görülmesi üzerine Kayıtbay’ın yaptırdığı kubbe yıktırılıp yerine 1228/1813 yılında taştan bir kubbe yapıldı. Günümüze kadar ulaşan bu kubbe kurşunları yeşile boyandığı için “el-kubbetü’l-hadrâ” adıyla anılır. Aynı onarım sırasında hücrenin dış duvarı çinilerle kaplandı, daha sonra da Sultan Abdülmecid bunları tekrar en değerli çinilerle yeniletti. Hücre-i saâdette Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu kısım şebeke-i saâdetin dışına raptedilen gümüş bir çivi ile (mismâr) işaretlendi, sonradan onun yerine değerli taştan bir alâmet konuldu. Günümüzde kabirlerin yeri işaretlerle belirtilmiştir.[7]

 


[1] Ahzâb sûresi, 33/53.

[2] İbn Mâce, Cenâiz, 65.

[3] Tirmizî, Cenâiz, 33.

[4] Tirmizî, Menâkıb, 1

[5] Mübârekpûrî, Mukaddime, X, 86-87.

[6] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 611, 621-627.

[7] Bu yazı, Ahmet Önkal’ın DİA’daki “Hücre-i Saâdet” maddesinin özetidir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.