Bir Eserin Çağrıştırdıkları

Hasta varsa doktor aranır. Aramaya başladığınızda gönüllü doktorlar çoğalır. Herkes kendi bildiğinin doktoru olur, reçetesini yazar. Hasta ziyaretine gidenlerin konuşmaları da bu minvalde olur. Bir dönem var ki Osmanlı Devleti hasta. Hem içeri hem dışarı “hasta adam” konusunda hemfikir. Böyle olunca da doktorlar devreye girer, reçetelerini sunar.
1- Eskiyi koruyalım, hatta birçok konuda eskiye dönelim, ama nasıl? Sorunun cevabı net değil. Bunlar kendini yenilemeyen, durumu okuyup değerlendirip çözüm üretemeyen, derinliği olmayan zatlardır.
2- Yeniye yönelip Batı’ya açılalım, Batı kanun ve kurumları alınırsa bu iş olur diyenler. Bunlar da Batı’yı sadece gören, Batı’nın uygarlık temellerini bilmeyen, Batı’nın kendi değerleriyle o konumda olduğunu fark edemeyenlerdir.
3- Güzelse, iyiyse eski-yeni demeden uygulamaya koyalım, “hasta adamı” (Devlet-i Âl-i Osman) kurtaralım, diyerek kurtarma sancısı çekenler.
4- Emperyalist anlayış ve onun piyonları da hastanın uyuşuk bir halde kalmasını, tedavi uygulanmamasını, ölünce de mirasının paylaşılmasını ister halde beklerler.
Bu köşeyi takip edenler bilirler ki “hain” ifadesini pek kullanmayız. Çünkü tarihimizde hainden ziyade iyi niyetli, sevgisi ve aşkı doğru düşünmesini engelleyen, aldatılan, yanlış düşünenler vardır.
Komünist, ateist, laik, milliyetçi, Müslüman… Kim olursa olsun ülkesine, milletine ihanet maksatlı o düşünceyi benimsememişlerdir. Darağacında sallananların suçu ne olursa olsun vatanseverdirler. Ama dine karşıdır, ama laikliğe, ama ırkçılığa, ama rejime, ama devlete karşıdır. Soralım, derdiniz ne? Cevap: Ülkemizi, halkımızı kurtarmak, yüceltmek, bağımsız olmak, olacaktır. Peki, kurtuluş reçeteniz nedir? Şeriat, komünizm, laiklik, modernizm, Türkçülük… Peki, sonuç nedir? İdam sehpaları. Cumhuriyetin ilk yıllarında asılan, sürgün edilenlerin kimi şeriatçı, kimi komünist, kimi Atatürk’e karşı, kimi yanlış uygulamalara karşı… 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası asılanlar da öyle değil mi?
Uyanıkların varlığı daha çok saf, temiz, avanak insanlara bağlı değil mi? Avanaklar olmasa uyanıklar belli olmaz. Saf ve iyi niyetliler olmasa hilekâr ve düzenbazlar bilinmez. Dürüstler olmasa yalancılar bilinmezdi. Bu farklı anlayışlar her toplumda, her anlayışta karşımıza çıkar. Zıt karakter, anlayış, davranış ve düşünce… Niyet bozuk olmadıkça zıtların bir arada olması sıkıntı olmayabilir. Ama niyet bozulunca en güzelin en çirkine dönüşmesi mümkün. “Müslümanca yaşamaya yeter.” diye bildirilen dört hadisten biri “Ameller niyetlere göredir.” hadisinin olması boşuna değildir. Bu mübarek söz hayatın ve toplumun her alanında çok önemli bir ölçüdür. Hayatı düzene koyar.
Osmanlı hasta. Doktorların reçeteleri de ortada. Niyetler kötü değil. Ama her doktorun arkasında bir el var, onu yönlendiriyor. Ona hain düşüncelerini aşılıyor. Diyor ki Simon: Sen vatanını kurtarmak istiyor musun? Evet, deyince “Öyleyse…” ile başlayan telkinler, öneriler geliyor. “Şu kanunlar değişmeli, sultanın yetkileri daraltılmalı, yönetim biçimi değişmeli, din sosyal hayattan çekilmeli ki hürriyet gelsin…” Devleti, memleketi, milleti kurtarmak esas amacımız ya. Öyleyse bunlar yapılmalı.
Teklifler gayet güzel: Avrupa’ya öğrenci gönderelim, doktora yapsınlar. İnceleme yapmaları için bilim ve devlet adamları, sanatçılar da gönderelim. Onlar tespitlerini ve gözlemlerini, onların niçin ileri, bizim niçin geri olduğumuzu ortaya koysunlar. Tartışılsın, raporlar hazırlansın. Bunlar ne kadar güzel şeyler. Reddedilir mi? Reddedilmez ve gönderilir de… Gidenlerin Paris’i, Londra’yı, Zürih’i görünce ağızları açık kalır. Ziya Paşa bu hayranlığını bir gazelle mukayeseli söyler:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm.
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.
Batı şehirlerinin düzeni, insanî ilişkiler, evleri, evlerindeki düzen, sanatsal faaliyetler hayran bırakır gidenlerimizi. Gördüklerini, izlenimlerini yazarlar, anlatırlar. Her gidip gelen kendisiyle beraber onlarca Batı hayranının, Frenk taklitçisinin türemesine sebep olur. Değerler, uygarlık, kültür farklılığı üzerinde durulmaz. Hatta bu farklılık kendi değer ve kültürümüzü, daha kötüsü dinimizi aşağılamak için sebep teşkil eder. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Sefaretnamesi buna bir örnektir. Bu eserde elçilik göreviyle Paris’e giden, ilk defa yurt dışına çıkan bir Osmanlı aydınının menfisi olmayan müspet bakışını görüyoruz.
Deniz yoluyla Toulon’a gelen Elçi, kolera dolayısıyla uygulanan karantinayı kendi ülkesinde bilinmeyen tıbbi bir önlem olarak değerlendirir. Paris’e kadar olan yolculuğunda gördüğü kanalları, bakımlı yolları, başkente parlak bir törenle girişini, 12 yaşındaki Kral XV. Louis tarafından kabul edilişini, onunla birlikte ava gidişini, gezdiği kale, kilise, saray ve bahçeleri, hayvanat ve botanik bahçelerini, tıbbiyeyi, halı imalathanesini, ayna fabrikasını, rasathaneyi, basımevini, izlediği opera gösterisini, kendisine yapılan görkemli ağırlamayı, saray çevresinde ve halk üzerinde uyandırdığı olumlu izlenimleri ayrıntılarıyla anlatır.
Aynı eserde Fransız kadınlarını şöyle anlatılıyor: “Fransa memleketlerinde kadınların itibarı erkeklerden üstün olmakla, istedikleri ne ise işlerler ve murad ettikleri yere giderler. Avratların sözü geçer, hatta Fransa avratların cennetidir, zira hiç zahmet ve meşakkatleri yoktur.” Yine başka bir yerde Paris’in sokaklarını tasvir ederken de kadınlara şu şekilde değinmiştir: “Paris sokakları çok kalabalık görünür, zira avratlar sokaklarda ev ev gezerler, asla evlerinde oturmazlar. Erkeklerle kadınlar bir arada olduklarından şehrin içi ziyade kalabalık görünür. Dükkanlarda oturup, alışveriş edip, pazarlık eden avratlardır.”
Padişah III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’ya sunulan Sefaretname’nin Lale Devri’ndeki birçok uygulamaya, ileriki yıllarda da Osmanlı’da kadınların sosyal hayata dahil olma adına evin dışına çıkmasına ve olumsuzluklara ilham kaynağı olduğunu kim inkar edebilir.
Yine bu ve benzeri eserlerin etkisiyle İstanbul’da Osmanlı sosyetesi oluşmaya; villalar, bahçe düzenlemesi, çıplak heykel, Batılı giyim, kadınların mücevherat takması gibi lüks tüketim başlar. İşin ilginç yanı bu tüketim mallarının hepsi ithaldir. İthal edildikleri yer ise Avrupa, ithal edenler de azınlıklar ya da Avrupalı tüccarlardır. Ama giden para bizdendir.
İşte 3 Kasım 1839 da ilan edilen Tanzimat’la başlayan, 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’le devam eden sosyal hayattaki değişimin, Cumhuriyet partilerinin ilham kaynağı ve sonuçları… Galiba Batılılaşma serüveni bitmez. “Hem ağlar, hem giderim.” diyen gelin kızımız gibi biz de “Hem kızarız hem de Batılılaşırız.”