BİR DİNİ YÖNETİM BİÇİMİ: HİLAFET

Hilâfet; İslâm Devleti’nin ilk başkanı olan Allah Resul’ünün (sav) vefatının ardından devletin başına geçen ilk halife Hz. Ebu Bekir ile başlayıp 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti döneminde kaldırılan İslâm Devleti’nin temel yönetim biçimidir. Hilâfet, asıl kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’den beslenmekle birlikte yaşam pratiğini Hz. Peygamber’den almıştır.
Hilâfete geçiş, İslâm tarihinin dönemleri içerisinde farklı şekillerde gerçekleşmiştir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde her bir adayın halifeliğe geçişi birbirinden farklı olmuştur. Seçilerek halife olan Hz. Ebu Bekir, vefatının yaklaşmasıyla yerine geçecek kişinin Hz. Ömer olmasını vasiyet etmiştir. Hz. Ömer ise hilâfetin bir saltanata dönüşmesini istemediği için oğlu Abdullah’ın halife olmasına dair kendisine gelen teklifleri reddetmiş ve kendisinden sonra kimin halife olması gerektiğine dair herhangi bir görüş belirtmemiştir. Böylece bir şura oluşturulmuş, Hz. Osman’ın hilâfete geçişi de şura yoluyla gerçekleştirilmiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesinin ardından Hz. Ali yönetime geçmiş ancak kendisine biat edenlerin büyük bir kısmı Hz. Osman’ın katillerini bulma şartıyla ona biat etmişlerdir. Halifelik süreci büyük karışıklarla geçen Hz. Ali’nin öldürülmesinin ardından hilâfete oğlu Hz. Hasan geçmiştir. Ancak daha fazla kan dökülmesini istemeyen Hz. Hasan başından beri halifeliğin kendi hakkı olduğunu düşünen Muaviye ile bir antlaşma yaparak hilafeti ona bırakmıştır. Böylece İslâm tarihinde hilâfetin bir nevi saltanata dönüştüğü Emevîler dönemi başlamıştır. Bu dönemde halifeler halktan kopmaya ve sarayla bütünleşmiş bir yaşam sürmeye başlamıştı. Dönemin tek istisnası Ömer b. Abdülaziz’di. Abbasîlerin hilafeti ele geçirmeleriyle birlikte saltanat biraz olsun geri planda kalmış, yöneticiler liyakatleri dikkate alınarak seçilmeye ve atanmaya başlamıştır. Özellikle İranlı yöneticileri bünyesinde barındıran devlet zamanla İranlıların hilâfeti ele geçirmek üzere baskılarıyla karşılaşınca Abbasî halifeleri Türklerden yardım istemiştir. Bununla birlikte Türklerin Abbasî Devleti’ndeki nüfuzu artmış ve önemli yönetim kademelerinde sık sık Türkler görülmeye başlamıştır. Halifeliğin Osmanlı’ya geçişi ise Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesiyle gerçekleşmiştir. Osmanlı’da yönetim biçiminin saltanat olması sebebiyle hilâfet de saltanat sistemi üzerinden yürütülmüştür. Her ne kadar devletin yönetim biçimi saltanat olsa da hükümdar olacak kişinin akıllı, adil ve liyakatli olmasına dikkat edilmiştir.
Hilâfet sistemi, Hulefâ-i Râşidîn döneminde Allah Resul’ünün çizdiği portrede bir yönetim anlayışıyla gerçekleşmekteydi. Kendilerinin “emiru’l-mü’minîn, halifetü rasûlillah” gibi unvanlarla anıldığı halifeler, Allah Resul’ünün hilafı olacak bir yönetim izlemeye çalışıyorlardı. Ancak Emevî hanedanlığının hilâfeti devralmasıyla bu halifelik Allah’ın halifeliği şeklinde algılanmaya başlandı. Halifeler isimlerinin yanına Allah’a yemin içeren “billah, alallah” gibi ifadeler getirerek yönetimdeki güçlerini artırmaya çalışıyorlardı. Böylece insanların kendilerine itaatini artırmaya ve kendilerinin ilahi bir iradeyle yönetimde olduklarını insanlara kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Ayrıca Emevîler, hilâfetin özündeki Allah’ın dininin devlet yönetiminde en güzel şekilde uygulanması felsefesinden uzaklaşarak hem yönetimde aykırı faaliyetlerde bulunuyor hem de halkı zorbalıkla ve kan dökerek yönetmeye çalışıyorlardı. Hilâfet yapısı, Abbasî döneminde değişikliğe uğramıştır. O dönemde hilâfetin gücü de kullanılarak ilim, kültür ve sanat alanlarında büyük ilerlemeler yaşanmış, ilim merkezli şehirler kurulmuştur. Büyük bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı ise, hilâfet kimliğini de üstlenmesiyle gücünü daha da artırmıştır. Siyasi alanda zaten güçlü bir nüfuza sahipken hilâfetin gücüyle dinî nüfuzu da eline geçirmiştir. Yani hem hilâfet Osmanlı’yı güçlendirmiş hem de Osmanlı hilâfetin kaybedilen siyasi ve dinî karakterini yeniden ortaya koymuştur. Hilâfetin doğru anlaşılıp doğru uygulandığı zamanlarda Osmanlı gücüne güç katarken zamanla hilâfet asıl mahiyetini yitirince devlet içerisinde ve toplumda sıkıntılar ortaya çıkmaya başlamıştır. Tanzimat Fermanı’yla birlikte gayrimüslim halka verilen ayrıcalıklar hilâfetin yara almasına sebep olmuştur. Her ne kadar Sultan II. Abdülhamit Han, devlet yönetiminde hilâfetin gücünü kaybetmemesi adına çabalar gösterse de yıkılış sürecine giren Osmanlı’yla birlikte hilâfet de zayıflamış ve 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti döneminde hilâfet sistemi devlet eliyle kaldırılmıştır.
Hilafet, İslâm geleneği içerisinde doğru uygulandığında birleştirici olmuştur. Ancak hilâfetin kişilerin yönetimdeki nüfuzunu artırmaya alet edildiği, siyasi güç için kullanıldığı zamanlarda hilâfet özüyle bağdaşmayan yanlış uygulamalara konu olmuştur. Böyle durumlarda hilâfetin yanlış uygulamalarını ele alan bir muhalefet bloğu her zaman olmuş ancak muhalefet tarafından eleştirilen konular dikkate alınmamıştır. Yani İslâm geleneğinde net bir biçimde hilâfeti denetleyen bir yapı olmamıştır. Aslında burada vurgulanması gereken şey, hilâfetin değil halifelerin denetlenmesi olmalıdır. Zira hilâfet özünde belli değerleri olan ve belli kurallar taşıyan bir dinî yönetim biçimidir. Bu yönetime zarar veren ise halifelerin şahsi görüşleri ve bu görüşleri neticesinde gerçekleştirdikleri uygulamalarıdır.
Yaklaşık 1300 yıl boyunca farklı milletler elinde gerçekleşen hilâfet, kendisi dışındaki yönetim biçimlerinden genel itibariyle farklılıklar göstermiştir. Örneğin; oldukça eskiye dayanan Antik Çağ’da devlet Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi sayılan krallar eliyle yönetilmekteydi. O dönemde bazı krallar ise başka bir tanrıyı kabul etmiyor, bizzat kendisini tanrı ilan ediyordu. Dolayısıyla da krallar halklarını tıpkı kulları olarak görüyor ve muamelelerini de buna göre şekillendiriyorlardı. İslâm hilâfetinin özü bunu tamamen reddetse de Emevîler döneminde halifenin ilahî bir temsilci sayılması Antik Çağ’daki tanrı-kral tiplemesiyle benzerlik oluşturmuştur. Orta Çağ’da ise, özellikle Roma’da devletin baskısı sebebiyle yer altına inen ve tamamen çileler üzerine kurulu, insan hayatının tabiatıyla bağdaşmayan Hristiyanlık, Bizans’ın Hristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul etmesiyle gün yüzüne çıkmıştır. Böylece devlet yönetiminde din merkezli yönetim anlayışı oluşmuştur. Hristiyanlık o dönemde devletten büyük destek görmüştür. Devlet, halkı kiliselere bağış yapmaya çağırmış, bu bağışlar neticesinde kiliseler çok zenginleşmiştir. Zenginleşen kiliselerle birlikte ruhban sınıfında bir gevşeme oluşmuştur. Hatta bu zenginlikten yararlanmak için rahip olanların sayısı artmıştır. Kilisenin neredeyse sınırsız olan gücü devleti de tehdit altına almaya başlamıştır. Sadece kilisenin ve krallığın saygıdeğer olduğu, üst tabakanın lüks hayatı yaşarken halkın çeşitli zulümlere maruz kaldığı, şiddetli fakirlik çektiği baskıcı bir yönetim anlayışı oluşmuştur. Bu ise hilâfetin özüyle tamamen terstir.