BERCESTE

Merhabalar. İnsan yaşadığı sürece hep gözlemler, düşünür ve sorular sorar. Öğrenme sürecinin ilk adımı o sorulardır aslında. Mesela doğduğumuz anda cisimlerle dolu bir Dünya’ya gözlerimizi açarız. Etrafımızda binlerce nesne-cisim var. Peki, hiç düşündünüz mü? Ya hu bu kadar çeşitliliğin içinde ortak bir noktada bunca cismi nasıl tanımlayabilirim diye. Daha önce hiç aklınıza gelmediyse beyin fırtınası yaparak hemen aklınıza gelen şekli ile bir tanımlama yapmaya çalışabilirsiniz.
Bildiğiniz gibi kelam ilminde Allah’ın varlığı âlemin hudûsu yani sonradan yaratılmışlığı ile temellenir. Bu da kelamcılara âlemi ve cisimleri tanımlamalarını zorunlu kılar çünkü cismi tanımlamak âlem hakkında söz söylemenin ilk basamaklarından biridir. Şimdi o tanımlamalardan birkaçına kısaca bir göz atalım. Bakalım mütekellimlerin cisim ve nesne tanımlamaları ile sizin tanımlamalarınız arasında benzerlikler ya da farklılıklar var mı?
Cismi tanımlamaya çalışan ilk mütekellimler tarih sahnesine ‘Ashabu’l- araz ‘olarak tanınarak çıkan: Ebû Bekir el-Esamm (ö. 200/816) ve Dırâr b. Amr (ö. 200/815 [?]). Onlar algısal gerçekçilik olarak ifade edebileceğimiz bir tarzda cismi gözlemlediler ve cismi duyulara konu olması bakımından açıkladılar. Algıya söz konusu olan şeylerle nesneyi ele aldılar ve ‘’cisim, bir takım arazlar toplamıdır yani cisim bir takım özellikler toplamıdır’’, dediler.
Dırâr b. Amr, nesnenin duyulara nasıl konu oluyorsa o şekilde tanımlanması gerektiğini düşününce ‘’cisim renk, tat, sıcaklık, soğukluk, sertlik ve yumuşaklıktır. ‘’derken Ebû Bekir el-Esamm da benzer şekilde ‘’cisim, uzun, geniş ve derin olandır’’. Diye bir tanım yaptı. Buraya kadar bir sorun yokmuş gibi değil mi? Peki, aklınıza hemen şu soru geldi mi? O halde insanı nasıl tanımlayacağız? İlk etapta insanı da uzun, geniş ve derin olandır diye tanımlarsak kulağa sorun yokmuş gibi gelebilir ancak insanın duyularına konu olmayan ruhuna ne demeliyiz? Siz Ebû Bekir el-Esamm’ın yerinde olsanız ne derdiniz? Yahut Ebû Bekir el-Esamm’ın bunu nasıl cevaplandırdığını merak ettiniz mi? O, ruhun varlığını kabul etmedi. Algısına konu olamayacak herhangi bir entitenin söz konusu da olmayacağını yalnızca deneyiminin sahasına giren şeyleri kabul edeceğini söyleyerek bu soruyu cevaplandırdı. Bu size neleri düşündürdü?..
Daha farklı bir bakış açısı ile cisimleri inceleyen olmuş mudur? Elbette! Cisimleri yalnızca deneyime konu olması bakımından ele alan Dırâr b. Amr ve Esamm’dan farklı olarak Ebu’l-Huzeyl (ö. 235/849-50 [?]) nesnenin yalnızca özelliklerine dayalı olarak tanımlandığında o özellikler değiştiğinde nesnenin de değişmesi gerektiğini nesnenin değiştiğinde ise onun bir ve aynı kalması durumunu açıklamaya yeterli gelmediğini düşündü. Yani Nesnenin özellikleri değişse bile nesneye hâlâ bir ve aynı nesne olarak referansta bulunuyor olabilmem nesneyi sadece arazlarla açıklamama imkân vermiyor diye düşündü. Birazcık karışık mı sizce de? Bunu şöyle örneklendirebiliriz: Sevdiğiniz bir eşyayı düşünün. Bir elbiseniz mesela. Pek çok kez giyindiğiniz elbisenizin zamanla rengi değişmiş, ilk yumuşaklığını kaybetmiş ve eskimiş olabilir yine de siz o elbiseye en sevdiğim elbisem demeye devam ediyorsunuz yani bir ve aynı referansında bulunuyorsunuz hâlbuki elbisenizin özellikleri artık farklı… İşte bu sebeple Ebu’l-Huzeyl, gelip geçici olan arazlar üzerinden nesneyi tanımlamanın birliği ve bütünlüğü ortadan kaldıracağını düşündü. Renk, tat, koku gibi özelliklerin nesnede sürekli var olan nitelikler olmadığını o sebeple tanımlamanın varlıkları kalıcı olmayan bu özellikler üzerine kurulamayacağını düşündü. Öyleyse sizce Ebu’l-Huzeyl, cismi nasıl tanımladı? O cismi ‘’sağı, solu, önü, arkası, üstü ve altı olan şeydir’ ’diye tanımladı. Şaşırdınız değil mi? Sanki pek farklılık yoktu. Sonuçta o da algıya konu olacak şekilde tanımlamasını yapmıştı. Aslında Ebu’l-Huzeyl ve Dırâr b. Amr’ın tanımlamaları arasında da bir ortaklık vardı. İkisinin de tanımlamaları deneyimi kuşatıyordu ancak Ebu’l-Huzeyl bir adım daha ileri giderek deneyimin içinde deneyimlenmeyen bir şeyin de var olduğunu söyledi ve cevher araz teorisini geliştirdi. Yani bütün özelliklerin nesnede ancak bir taşıyıcı üzerinde var olabileceklerini düşündü ve bu taşıyıcıya cevher dedi. Diğer bir adı ile el-cüz’ ellezî lâ-yetecezze’ yani bölünemeyen cüz, cevher-i ferd. Daha genel ve derslerde duyduğumuz ismiyle: Atom. Ancak okullarda daha çok Demokritos’un atom anlayışını öğrendik. Durum oldukça tuhaf bir hal almaya başladı değil mi? Ebu’l-Huzeyl’in yapmış olduğu cisim tanımlamasınından bahsederken konu Demokritos’a geldi. Tıpkı bir dedektif filmini andırmıyor mu? Neyse, konumuza yani atoma dönecek olursak, sizce Ebu’l-Huzeyl, Demokritos’la aynı atomdan mı söz ediyorlardı? Demokritos atomculuğunda, atomlar ezeli ve rastgele bir araya gelip nesneleri oluşturuyorlardı. Bu da âlemin ezeli yani sonsuz olduğu sonucunu doğuruyordu. Oysa Ebu’l-Huzeyl ve diğer kelamcılar atomu evrenin sonlu olduğunu ispat etmek için kullandı. Aslında bir enstrüman olarak atomculuk fikri alındı fakat tamamen tersine bir amaç için kullanıldı. Oldukça ilginç değil mi? Sizce Ebu’l-Huzeyl bu fikre nasıl ulaşmış olabilir? Tabii ki bir akıl yürütmesi ile. Cevher ve araz kavramları kuramsal kavramlardır yani teorik entiteler. Ebu’l-Huzeyl de bu sonuca şu akıl yürütmesi ile ulaştı. Bir cüzün önce ikiye, ikiye bölünme sonucu karşımıza çıkan her bir parçanın da ikiye ve bu şekilde bölünüp bölünüp ve nihayetinde daha bölünemeyecek bir noktada bu bölünme işleminin son bulacağını öne sürerek atomların hem sonradanlığını hem de sonluluğunu açıklamaya çalıştı. Ve böylece nesnenin artık karşımıza cevherler ve arazlar şeklinde karşımıza çıktığını bize anlattı. Şöyle söylediğinizi duyar gibiyim: tamamda , yani cevher ve araz tam olarak ne demek şimdi?! İşte amacım tam da bu soruyu sormanızı sağlamaktı. Cevabını bulmak isteyeceğiniz nur topu bir sorunuz oldu, tebrik ederimJ
Şimdi, tamamen farklı bir gözle cismi tanımlayan birisi ile daha tanışmak ister misiniz? Kendisinin bedeni Basra’da ama ruhu Antik Yunan’da olan birisi, bu kulağa tanışmaya değer geliyor öyle değil mi? Kendisi “ashâbü’t-tabâi‘’ olarak tanınanlardan biri: Nazzam (ö. 231/845).
Nazzâm, Ebü’l-Hüzeyl’in başını çektiği kelâmcıların “cevher-i ferd” görüşünü kabul etmediği gibi, onların arazlar olarak isimlendirdiği varlık türlerini de sadece hareketlerle sınırlı tuttu. Peki, arazların tamamı hareketlere indirgeniyorsa kelâmcıların arazlar olarak isimlendirdiği renkler, tatlar, kokular, sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, sesler, elem ve lezzet hangi varlık kategorisine girecekti? Nazzâm, bunların latîf cisimler (ecsâm litâf) olduğunu düşündü. Ve süreç daha da karmaşık bir hal almaya başladı. O, latîf cisimlerin tek bir mekâna hulûl edebileceğini iddia etti. Buna göre rengin mekânı, tat ve kokunun mekânı olabilirdi. Dolayısıyla şeyler birbirleriyle içiçe (müdâhale) geçebilirdi. Nazzâm, buradan müdâhale teorisine ulaştı. Müdâhale, iki cisimden birinin mekânının (hayyiz) diğerininde mekânı olması ve iki şeyden birinin diğerinde bulunması anlamına geliyordu… Bu kısım Nazzam’ın söyleyecekleri için yalnızca başlangıçtı. Oysa bizim için son …
Yıllardır etrafımızda gördüğümüz şeyleri tanımlamaya çalıştığımızda birçok farklı bakış açısı ile konunun nerelere kadar gidebileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Yalnızca tanımlamaların başlangıçları bile bizleri tarihin bir ucundan bambaşka coğrafyalara gidebiliyoruz ve bunun muhteşemliği denemeye kesinlikle değer! Çalışın , tanımaya ve tanım yapmaya bakalım kendinizi nerelerde hangi tozlu sayfalarda bulacaksınız….
Konu ilginizi çekti yahut aktardığım bilgilerin kaynağını öğrenmek isterseniz, bana da bu pencereleri açmama yardımcı olan kelam hocamız Hayrettin Nebi Güdekli’ nin ‘’Kelâmın Tümel Bir Disiplin Olarak İnşâsı’’ doktora tezini okuyabilirisiniz. Sorularla kalın.