Batılın Makul Gerekçeleri

Batılın Makul Gerekçeleri

Şerle imtihan olduğumuz gibi hayırla da imtihan olduğumuz bu dünyada, mucizelerde olduğu gibi fizik kuralları delinebilir ama sünnetullah asla değişmez. Bu meyanda akla rehber olan ama bütünüyle künhünü anlamaktan aklın aciz kaldığı ancak hikmetlerini tefekkürle aydınlandığı vahiy, ekmel anlamda ortaya koyduğu dünya görüşüyle en karmaşık sosyal ve psikolojik olaylara en sıhhatli çözümler önermiştir.

Zamanımızda algı yanılmasının tipik bir örneği şudur: Formüllerle ortaya konan matematik, fizik, biyoloji, kimya gibi zahiri dünyanın sırrını çözmeye çalışan bilimler, sosyal ve psikolojik hayatın derinliği, karmaşıklığı ve problemleri yanında çok sade kalır. Bu nedenledir ki, bu gibi tabiat bilimlerinde sayısal verilere yatkın olan birçok beyin uzmanlaşabilir, çeşitli buluşlara imza atabilir, deney, gözlem ve tecrübelerle kendini kanıtlayabilir. Ama hayatın asıl manasını yansıtan ruh, kalp, nefis ve akıl gibi görünen dünyanın ötesindeki değerlerle şekillenen hayata yön verecek derinlikli insan hem zor hem de az yetişir. Bu sebepledir ki her şeyi görünen dünya ile izah etmeye kalkan nice aklıevveller dünyaya nizamat vermeye kalkmış, İlahlık iddiasıyla olağanüstü güç vehmine kapılmış, vahyin nurundan uzak oldukları için insanlığa ancak sefahet, mihnet, zulüm ve hüsran hediye edebilmişlerdir. Nemrut, Şeddat, Firavun, Karun gibi mele takımının yönettiği toplumlar tebalarına hep makul gerekçeler sunmuşlardır. Bunlar memleketlerini imar etmişler, görkemli şehirler kurmuşlar, tebalarına hizmet eden teşkilatlar oluşturmuşlar bunun için gerekli nizam ve kanunlar vazetmişlerdir. Bunlar yeryüzünü imar için nice tedbirlere başvurmuşlardır. Nitekim Hz. Musa ile tartışırken Firavun tebasının dikkatini bu noktaya çekiyor:

“Bu mamur ülkeyi bu hale getiren kim? Bahçeler, su kanalları, havuzlar, modern yapılar ( o zamanın şartlarında) inşa ederek sizin refahınızı sağlayan kim? Diyerek başgözlerine hitap ediyordu (Zuhruf, 31). Nemrud da, ahalisinin refahı için nice şehirler kurmuş, büyük bir krallık kurmuştu. Büyük panayırlar kuruluyor, eğlence ve bayram etkinlikleri yapılıyordu. Ama hz. İbrahim’e karşı çıkışında tüm bu imkanlara sahip olmanın ayrıcalığıyla şımararak ilahlık iddiasına kalkışıyordu (Bakara, 258).

Karun da bunca ihtişamlı zenginliğe ve salatanata aklı, bilgisi ve tecrübesiyle ulaştığı vehmiyle, istediği gibi tasarruf hakkına ve yetkisine sahip olmasının tabii olduğunu söylüyordu (Kasas, 78).

Mü’min bir arkadaşına burun kıvıran bahçe sahibi de, kendisinin akıllı ve üstün olduğunu vurgulayarak, tüm imkânlara layık olduğu için sahip olduğunu, faraza tekrar diriltilse bile, bu üstün özellikleri gereği, ayrıcalığının (beyaz yakalılığının) orada da devam etmesinin en makul şey olduğunu söylüyordu. (Kehf, 36)

Pagan-müşrik Roma asilzadeleri de bundan farklı değildi. Onlar da nice şehirler kurmuşlar, nizamlar, müesseseler oluşturmuşlar, mamur ve zengin bir ülke peşinde koşmuşlardır. Tarihi kalıntılar her yerde bu gerçekleri dile getiren belgeler olarak hala bir şeyler söylemektedir. Sözün özü, dünyaya nizamat vermeye kalkan mele takımı, halk yığınlarına “biz zorbayız, sapığız, kan emiciyiz, sizi ezmek için varız, dünyayı başınıza yıkacağız” demiyorlardı. Tam tersine “biz sizin refahınız, mutluluğunuz için bunları yapıyoruz” diyerek en akıllı en güçlü meziyetlerle donandıklarını, ayrıcalıklarının tanrısal bir liyakate dayandığını empoze ediyorlardı. Bu sarhoş edici debdebe, zevk ve alkışlar arasında basiretleri köreldiğinden vahiy nurunu getiren Peygamberlere karşı hep şüphe ve vehimle yaklaşıyorlar; “Siz fesad çıkarıyorsunuz, mecnunsunuz, sihirbazsınız, saltanatı ele geçirmek istiyorsunuz” gibi sözler sarf ediyorlardı. Aslında bu ithamların arka planına baktığımızda onların asıl vurguladıkları, endişe taşıdıkları husus şuydu:

“Siz insanların kafasını ve gönlünü çelerek, bizim koyduğumuz bu nizamı, hayat tarzını, sistemi değiştirerek iktidarımızı alt edecek, bu ihtişama siz sahip olacak, yeryüzünde debdebeyi, şaşaayı, saltanat ihtişamını siz yaşayacaksınız. Biz sıradanlaşacağız, unutulacağız, o azamet ve ihtişamdan mahrum kalacağız. Bunu size yedirmeyiz” vehmindeydiler (Yunus, 78). Bilmiyorlardı ki, Peygamberlerin derdi saltanat, ihtişam değildi. Onların asıl meselesi, sadece dünya hayatının zahirini mamur eden, insanları bununla kendilerine meftun eden, şeytani, nefsani heva ve hevesin peşinde insanları sürükleyerek istedikleri saltanatı, insanların sömürülmüş ve hüsrana sevk edilmiş kalp ve ruh dünyaları üzerine kuran bu güruhun aldatıcı, müfsid ve sefih çehrelerini resmetmek, asıl mananın, hayatın ancak alemlerin Rabbine inkiyad, kulluk ve teslimiyetle gerçekliğe kavuşacağını göstermekti.

Geniş halk kitlelerini sürüklemeye devam eden bu güruhun apaçık mucizelere rağmen halkı yönlendirebilmesi, aldatabilmesi öyle basit yaklaşımlarla izah edilecek türden değildir. Basiretleri bağlayan, ruhları esir eden, kalpleri heva, şehvet peşinde koşturan bir söylem geliştirmişler, buna davet eden ortamlar hazırlayarak kutsal, geleneksel şirk ilkelerine olan tutkuya mahkûm olmuşlardı. Mekke müşrikleri de böyle yapmamış mıydı? Onlar da kendi kurdukları düzenlerinin, nefsanî hayatın, ihtişam ve azamet hislerinin, kibir ve gururlarının bertaraf edilmesine tahammül edemiyorlar, birbiri arkasına inen vahiyler karşısında çılgına dönüyorlardı. İnsanların basiretlerinin açılması, gerçeği görmeleri, ruh ve kalplerinin aydınlanması karşısında şiddetli infial gösteriyorlardı. İslam’ın nurunun gün geçtikçe ziyadeleşmesi karşısında aciz kalınca da, Peygamberimize gelerek, kendilerine özel, ayrıcalıklı bir din olması hususunda pazarlık yapıyorlar böyle olursa Müslüman olacaklarını söylüyorlardı. Nefislerinin kibir ve azametini tatmin için islamı bile kullanma hevesine düşmüşlerdi. Bunun üzerine şu dehşetli ayetler indi:

Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin.İşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın.İsra/ 73-75﴿

Yani onlar arzu ettikleri bir din olsun istiyorlar, akıllarınca hayat tarzlarına uygun, yontulmuş, batılla karışmış bir dine evet demeye hazırdılar. Yoksa vahyin ortaya koyduğu din her yönüyle akıllarına yatmıyor, nefislerine ağır geldiğinden, dik burunlarını aşağı eğdiğinden, ayrıcalıklı konumlarını kaybetme endişesiyle teslim olmuyorlardı.

Sünnetullahın şaşmaz kanunu gereği, zamanımızın müşrik ve müfsid nizam koyucuları da aynı gerekçeleri kullanıyorlar. Onlar da insanların ruhlarını, kalplerini manevi bir disiplin altına alarak, heva ve hevesten uzaklaştıran bir dinin kendi düzenleri için en büyük engel olduğunu gördüklerinden, iğdiş edilmiş, kırpılmış, batıla hoşgörüyle muamele edecek bir din anlayışına ancak müsamaha gösterebileceklerini deklare ediyorlar.

İslam, mensuplarından topyekün Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalarını istiyor. Dinin bir kısmının alınıp bir kısmının geriye atılmasını reddediyor. Allah ve Rasulü’nün hükmü yanında tüm akıllar bir araya gelse vahye teslimden başka bir tercih hakkının olmadığını ilan ediyor. Yaratan yarattığına şekil veren, mahlûkatını en iyi bilen Rabbimiz Zülcelâl, kendi boyasından başka göz boyayıcıların cafcaflı, cümbüşlü boyalarına batamamamızı istiyor. Mahlûkatının saadeti için neyin gerekli olduğunu, hangi sosyal ve psikolojik tedbirlere muhtaç olduğumuzu O’ndan daha iyi kim bilebilir. Her şey zaten O’na muhtaçken, zaten kendisinin bahşettiği akıllardan daha iyi bilmez mi? “Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?” (Bakara, 140).

Artık müşrikvari algılara dayalı hayat tarzı dayatan, heva ve heves bataklığına panayıra çağırır gibi davet çıkaran, biraz dinden biraz ondan biraz bundan müfsid bir dünya görüşü sunan tüm yaklaşımlara ruhumuzun ve kalbimizin sesini yükselterek Hakk’a kayıtsız şartsız teslim olma zamanı gelmedi mi? (Hadid, 16)

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.