Babam ve Srebrenitsa

2016 yılı Temmuz ayında Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla annem, ben ve büyük abim bir Bosna ziyareti gerçekleştirdik. Bu seyahatten maksat orada medfun halde bulunan babamın kabrini ziyaret etmek ve Srebnenitsa’ın da yıl dönemi törenlerine katılmaktı. Tabi bu ziyaret annem ve benim için bir ilkti. İkimiz için ayrı bir anlam taşıyordu. Çünkü orada yatan babamın evden son kez çıkarken söylediği “esselamü aleyküm” sesi hala annemin kulaklarındaydı. Benim için hiç göremediğim, işitemediğim, konuşamadığım bir babaydı o. Annem ve ben iki farklı insan, iki farklı kalp, iki farklı hissiyat… Fakat karşımızda büyük bir şerefle yatan tek bir ‘ADAM’ tek bir şehit…
Bazen olur kalbin derinliklerinden çıkan manalar -kuyu dibinde gibi- tın tın eder ise lisan onu işitemez ki, nasıl tercüman olsun. Kalem onu anlayamaz ki, nasıl yazıya döksün. İşte şimdi benim halim de bunun gibi, o süreci ve hisleri size aktarmakta yaşadığım acziyeti bağışlayın… Burada değineceğim bir nokta var. Srebrenitsa’ya gidip törenlere bizzat katıldığımda bir şeyi fark etmeye ve anlamaya başlamıştım. O da şu; babamın veya bir şehidin “fedakârlığı”…
Küçüklüğümden bu yana babamın Bosna’ya gitmesinden hep şeref duymuş olsam da içimde bir yerlerde “Acaba bu adam neden bizi bırakıp gitti? Niçin doğacak çocuğunu terk edip gitti? Nasıl her şeyi arkasında bırakıp gitti?” suallerine fikren cevap bulsam da hissiyaten bir evlat olarak bu suallere bir cevap bulamıyordum. Kabaran hissiyatlarımı tatmin edemiyordum. Ta ki Srebrenitsa’yı görene kadar…
İşte o zaman her şeyin cevabını tam olarak buldum. Her şeyin yerli yerine oturduğunu gördüm. Çünkü orada on binlerce mezarın başında ağlayanları, çaresizleri, ayrılık acısı çekenleri, içinde büyük bir yangın bulunanları, âhı göğe ulaşanları, gençleri, ihtiyarları, kadınları, erkekleri gözümün önünde görünce dayanamadım. Kendimi bir farklı hissettim. Bir yandan kin, bir yandan şefkat, bir yandan ıstırap, bir yandan çaresizlik hissiyatları vücudumu kapladı. Ben bu duygular içerisinde iken birden hayalen 90’lı yıllara, o döneme gittim. Kendimi babamın yerinde aynı hissiyatlar ile gördüm.
İşte o zaman babamın, bir mücahidin ne hissettiğini niçin ve nasıl böyle davrandığını değil, sadece akılla belki kalbimle, duygularımla hatta vücudumun bütün zerreleriyle anlamaya ve hissetmeye başlamıştım. Kafamda şimşekler gibi çakan fikirlerle, kalbime yağmur gibi yağan itminan damlalarıyla suallerime cevap buluyor, tatmin oluyordum. O an, Srebrenitsa babamı anlamada ve suallerime cevap bulmada benim için bir inkılâptı.
Çünkü babam o zamanın dehşetinde gözü yaşlı insanlar için, mazlumlar için din-i İslam’ın izzetini göstermek için mezkûr hissiyatlarla, aynı ecdadı gibi gayet kuvvetli gayet hakikatli gayet şanlı, bütün silsele-i ecdadın bağlandığı ve şeref kazandığı, canını feda ettiği bir hakikate büyük bir fedakârlıkla canını feda etmişti. Hem de ne büyük bir fedakârlık; eşini, ana babasını, bu dünyada hiç göremeyeceği çocuğunu, canını feda etmişti. Ve edilmeliydi de…
Ey baba! Ey şehit! Şimdi seni anlıyorum. Ahirette görüşmek üzere “esselamü aleyküm…”
Şehid Ahmet Pınar
Babam Ahmet Pınar 1963 yılında Ürgüp’ün Başdere köyünde doğdu. Ortaokul ve liseyi İmam Hatip’te tamamladı. 1982’de evlendi. 1992’de Bosna’ya gitti ve aynı yılın Aralık ayında şehadete erdi. Babam cevval bir fıtrata sahipti ve hayatı boyunca İslami faaliyetlerde bulundu. İslami yaşayıştan ve anlayıştan taviz vermeyerek insanlara hüsnü misal oldu. Babamla aynı ismi taşıyan bense onun şehid olduğu yıl dünyaya gelmişim. Dört kardeşin en küçüğüm.