Asrın Portresini ‘Onlar’ Çizecek

Tarihe hangi pencereden bakarsak bakalım mutlaka bir göç hadisesiyle karşı karşıya geliyoruz. Her dönemin emperyalist güçleri kendi çıkarları doğrultusunda toplumları göçe sürüklemiştir. Göç, insanların hayatında geçici etkisi olan bir vakıa olarak görülemez. İnsanların vatanından edilmesi, ölüm gibidir. Bu nedenle göç olayını sadece bir ülkeden başka bir ülkeye geçiş olarak tanımlamak yanlış olur. İnsanlar vatanlarını geride bırakırken kimliklerini, sıfatlarını da geride bırakıyorlar. Sıfırlanmış bir hayatla sıfırdan başlamayı göze alarak yollara düşüyorlar.
Zamanımızın en büyük portresini de Suriye’de meydana gelen savaş nedeniyle başka ülkelere iltica eden insanların göç sahneleri oluşturuyor. Coğrafi ve Kültürel konumumuz açısından bu savaşın sebeplerini, Batı’nın tavrını ve bize düşen görevleri irdelemeliyiz.
Suriye’de meydana gelen savaşın aslında tek bir sebebi var. Batı’nın Müslümanlara karşı olan kin ve nefretinin hortlaması. Görünürde ise ‘Arap Baharı’ olarak bilinen Arap Halklarının özgürlük mücadelesinin Suriye’ye sıçramasıdır. Beşar Esad ve yönetiminin uyguladığı rejime karşı halk protestolarla karşılık verdi. Esad’ın ise protestolara karşı cevabı çok keskin ve acımasız oldu. Bunun üzerine harekete geçen halk kendi içinde sivil ordular oluşturdu. Suriye’de başlayan iç savaş, 2011’den beri hala devam etmektedir. Yüzbinlerce insan hayatını kaybetti. Ülkede yaşamın zorlaşmasıyla beraber birçok Suriyeli dünyanın çeşitli yerlerine mülteci olarak yerleştirildi. Yaklaşık 2,5 milyonu da Türkiye’ye geçti. Avrupa’ya geçmeye çalışan Suriyeliler ise engellerle karşı karşıya geldiler. Avrupa’ya deniz yoluyla geçmeye çalışan onlarca kişi boğularak hayatını kaybetti. Birçok Avrupa ülkeleri aldıkları kararla belirli sayıda mülteci kabul ederken bazıları ise mültecileri ülkelerine almamak için savaş açtı.
“İstenmeyen ot başında biter.” deyimiyle Batı, Müslümanları kendinden ne kadar uzak tutmayı planladıysa da istedikleri gibi olmadı. Görülüyor ki Avrupalılar göçmenleri değil sınırlarını korumanın derdinde. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye ülkelerin imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesine göre, bütün insanlar haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar, akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine kardeşlik zihniyetiyle hareket ederler. Onların bu söylemleri Kur’an’ın tabiriyle “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz.” (Bakara, 11) temsilinden ileri gitmez.
Mülteciler problemi Avrupa’nın sınırlarına dayanmasaydı bu problemi hiç umursamayacaklardı. Yapmacık söylem ve ifadeleriyle güya dert ediniyormuş gibi görünmeye çalışıyorlar. 3 ya da 3,5 milyon Müslümanın ölmesi onlar için bir mana ifade etmiyor. Müslümanları birbirine düşüren Batı, Charlie Hebdo vakasında “Bizden üç kişinin canına bir şey olsun hepimiz bir oluruz.” mesajını vermişti. “Zalimler ancak birbirinin dostudur.” (Casiye, 19). İsteselerdi sahip oldukları güç ve imkânlarla böyle bir problemin çıkmasını baştan önleyebilirlerdi. Ve böylece Arap halklarının özgürlük mücadelesi yerini bulmuş olurdu.
Filistinli bir anne “Bizim yok oluşumuz Müslüman ümmetin uyanışına vesile olacaksa varsın canımız feda olsun.” diye feryat etmişti. Suriye’de binlerce insan yok olmaya devam ederken biz, bahçemizdeki çiçeği, Suriyeli bir çocuk kopardı diye rahatsız oluyoruz. Daha ne kadar Müslümanın ölmesi gerekiyor uyanmamız için bilmiyorum. Suriyeli kardeşlerimiz, Allahu Teâlâ’nın biz insanlara Müslümanlığımızı hatırlatmak için gözümüzün önüne kadar getirdiği ayetidir.
“Yarım asırdır sırtımızda İslam dışı bir düzenin kamburunu taşıyoruz. Düşmanlarımız ise bu kamburun üzerinde hora tepiyor.” derken Zarifoğlu, Müslümanların halini bizlere özetliyor.
V’el hâsıl kelam;
Kimi savaşın içinde, kimi göç yolunda ölmeye devam ederken canlarını kurtararak vatanımıza gelen Suriyeli kardeşlerimize yardım kapılarımızı sonuna kadar açmalıyız. Köklerinden kopup yeni bir toprakta hayat bulmaya çalışan bedenleri küçük, bakışları kocaman çocukların her daim yardım bekçisi olmalıyız.
Suriye’de ölen onca insana rağmen daha halen ‘vatanlarında kalıp savaşmalılardı.’ gibi söylemlerle Batı’nın tutum ve davranışlarından öte bir yere varamayız. Konum olarak tam da yangının ortasındayız. Yaşamamızı değerli kılacak bir şey varsa o da yangını söndürecek söz ve davranışlar sergilemektir. “Yetimi hor görmek, onu itip kakmak, yoksulu doyurmaya yanaşmamak ve yardımdan sakınmak gibi hareketler, dini yalan sayan kimsenin hareketleridir.” (Maun, 1-6) Dört bir yanımız, şehir merkezlerindeki sokak ve parklarda, çadırlarda yaşayan Suriyeli kardeşlerimizle dolup taşmıştır. Ortak bir yaşam tecrübesi oluşturmamız zaruridir. Bunun yolu birbirimizin yaşam tarzına saygı duymaktan geçiyor. Muhacirlik onlara, Ensar olmak bize düşmüştür.
Sonuç olarak Suriye meselesi, kendi içimizde kardeşlik sorunumuzu çözdüğümüzde hallolacaktır. Taassubî cemaat tartışmalarını bir kenara bırakıp, bir ve birlik olmanın yolunu aramalıyız… “Müslümanlar ancak kardeştir.” (Hucurat, 10) “Ümmetimin fikir ayrılığında rahmet vardır.” hadisini yanlış anlamış olacağız ki bölük parça bir haldeyiz. Müslümanların bu haline anlam veremeyen Mehmed Akif;
“Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmıyyeti şeytan mı sokan zihninize?” dizelerini dile getirmiştir.
Lüks ve şatafatlı sofralar etrafında çözüme kavuşturmaya çalıştığımız mesele, yok olmaya terk edilmiş insanların meselesiyse insanlığımız da yok olmaya mahkûmdur. Ufak tefek meseleleri tartışırken gözleriniz Suriyeli bir çocuğun gözlerine değerse, onun gözlerindeki ağırlığın sözlerinizdeki hafifliği gidereceğini düşünüyorum.
“Ey iman edenler! İman edin!” ayeti gereğince bildiğimiz ne varsa tekrar gözden geçirip ona göre yaşamalıyız. Asrın yeni portresini, dünyayı özgürleştirmekten bıkmayan, hakikatle aydınlanmış zihinler çizecektir. Ve onlar Allah’ın “İşte onlar, cennet halkıdır; yaptıklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalacaklardır.” (Ahkaf, 14) ayetine muhatap olacaklardır. Selam ‘Onlar’ın üzerine olsun.