AHMET YÜKSEL ÖZEMRE VE DİLENCİ

AHMET YÜKSEL ÖZEMRE VE DİLENCİ

Kültür Bakanlığı 1990 yılını “Bilgi Yılı” İlan etmişti. Benim genel müdürü ve kurucularından olduğum “Bilim ve Teknoloji Vakfı” da bu temayı işleyen bir belgesel hazırlamakla görevlendirilmişti.

Bu maksatla, Ottowa Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nün kurucusu ve “Yapay Zeka” konusunda Dünya’nın en ileri gelen birkaç bilim adamından biri olan Prof. Dr. Tuncer Ören’i, ailesini, doğal çevresini, yaşayışını ve düşüncelerini ekrana yansıtmak amacıyla Kanada’ya gitmiştik.

II. gün çekim ve röportaj işlemlerini bitirdikten sonra daha önce namzetlediğimiz Lübnan Lokantası’nda akşam yemeğini yedik. Akabinde uzunca bir sohbete koyulduk. Nihayet kalacağımız otele geldik.

Tam soyunup dökünmeğe başlamıştım ki, yemeği fazla kaçırdığım için rahatsızlık hissettim. Maden suyu veya o neviden bir şey içme ihtiyacı hissettim. Otelin lokanta kısmı ve sair yerler kapalı olduğundan, bu ihtiyacımı dışarıdan karşılamaya karar verdim. Dışarı çıkarak açık bulunan bir yerden ihtiyacımı gördüm.

Geri dönerken kaldırımdaki kanepenin üzerinde simsiyah sakallı, dilenci kılıklı biri dikkatimi çekti. Bütün vücudunu ayaklarına kadar ve rengi belli olmayan pis bir harmaniye örtmekteydi.

Tam önünden geçiyordum ki dilenci: “Hey dostum! Hava soğuk değil mi?” diye laf attı. Mecburen durdum: “Maalesef öyle” diye cevap verdim. Ardından; “Bana bir sigara verir misiniz?” dedi. Elimi cebime attım. Uzun Maltepe’nin yarıya kadar boşalmış paketini dilenciye uzattım: “Sizde kalsın.” dedim. Dilenci paketi aldı, yüzüme beni rahatsız edercesine uzun uzun baktı; sonra paketi inceledi. Bana döndü: “Siz bir Müslümansınız, değil mi? Gerçekten Müslümansınız, değil mi” diye sordu. Dilencinin firaseti adeta beni felçetti; dilim tutuldu. Uzun müddet gırtlağımdan bir ses çıkmadı. O ise bana bakarak: “Evet, Müslümansınız dostum.” dedi. Ben zorlukla: “Peki, ama bunu nasıl teşhis ettiniz?” diye sordum. Dilenci acı acı gülümsedi: “Benim içinde bulunduğum durumda olsaydınız sizde de mutlaka 6. his gelişirdi.” dedi ve ayağa kalkarak sırtından harmanisini sıyırıp takkesini çıkardı. Pırıl pırıl giysisi, dalgalı gür saçıyla zarif bir zat çıktı. Sıcak ve samimi bir şekilde iri fakat biçimli elini samimiyetle uzattı: “Ben, William Behan O’Dalaigh; tarih doktoru. Kiminle teşerrüf ediyorum?” dedi. Ben de: “İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi emekli Teorik Fizik Profesörü ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Ahmet Yüksel Özemre.” dedim

O’Dalaigh’ın gözleri faltaşı gibi açıldı. “Rabb’im beni seviyor, Rabb’im beni seviyor. Bugün çok şanslıyım.” dedi. Sonra “Sevgili profesörüm, sizi evime davet edebilir miyim?” diye sordu. “Eğer lütfen kabul buyurursanız hem dostça bir gece geçirmiş olur hem de benim hikâyemi dinlersiniz.” diye de ilave etti. Adamın hali samimi olmamasına rağmen, gene de davetini çekinerek kabul ettim. Çok sevindi hemen yolun karşısındaki park edilmiş lüks arabasına davet etti.

Dilencilik aksesuarını bagaja koyduktan sonra hareket ettik. Yaklaşık on dakika sonra Ottowa’nın varoşları olduğunu sandığım üç katlı muhteşem villasına vardık. Kapıyı smokinli bir hizmetçi açtı. Efendisini benimle gören hizmetli nezaketli bir şekilde: “Tebrik ederim Efendim. Bu gecenizin verimli geçmiş olduğunu müşahede etmekten memnunum.” dedi.

Muhteşem dizayn edilmiş, kütüphaneyi andıran çalışma salonuna oturduk. İkram edilen içeceklerden süt alarak soğuk günde sertleşen boğazımı yumuşattı. Bir müddet sonra hayatını anlatmaya başladı.

“Aziz dostum. Ben ismimden de kolayca anlaşılacağı gibi aslen İrlandalıyım. Ailem zengin bir çiftçi ailesidir. Rahmetli babam ve annem dürüst ve mümin Katoliklerdendi. . Cambridge’de tarih tahsil ettim ve doktoramı da İslam Medeniyeti konusunda verdim. Doktoram sırasında Londra’da “İbn Arabi Cemiyeti” üyeleriyle tanıştım. Onlar sayesinde Müslüman oldum. Ali Haydar adını aldım. Ancak bir müddet sonra bunların Müslümanlığı ile Hazret-i Peygamberin getirdiği Müslümanlık arasında büyük farklar bulunduğunu tesbit ve teşhis ettim. Kendilerini ikaz ettim. Kendi vehim ve hayallerine göre değil de hiç değilse Muhyiddin İbn Arabi’nin yaşayış tarzına, yani uyduğu sünnete uygun bir uygulama içinde olmalarını tavsiye ettim. Ama bunlar Müslüman görünüşlü, İbn Arabi’nin felsefesi revnaklı, Peygamber’in sünnetinden de bir hayli uzakça bir hayat tarzı tutturmuşlar ve bu tarzda da iyiden iyiye hem yozlaşmışlar hem de yobazlaşmışlardı. Bir müddet sonra aralarında istenmeyen adam ilan edildim. Bana iyice düşman olmuşlardı. Bir münakaşada üstüme yürüyen üç kişiyi hastanelik ettim. Birinin de başını yardım. Sonra da ilk uçağa atlayıp Kanada’ya kaçtım. Burada yurt edindim. Keşke edinmeseymişim. Burası antika bir yer. Ne dostluk var, ne ahbaplık! Buradaki Müslüman cemaat de evlere şenlik! Kimseyle dost olma imkanı yok. Onun için Diyojen’in gündüzün lambayla adam araması gibi geceleri de ben konuşup sohbet edeceğim adam avına çıkıyorum. Şehirde bir antrepom var; onun yanında bir kulübe yaptım. Muhabbetli bir berduş avlarsam o kulübede berduşu berduşçasına ağırlayıp ikramda bulunuyorum. Yok eğer Allah’ın lütfuyla, istisnai olarak, sizin gibi bir zata rastlarsam onu da işte buraya getiriyorum. Babam ve annem çoktan vefat ettiler. Ailemden kalanlar hala İrlanda’da yaşıyorlar. Çok sevdiğim bir ikiz kız kardeşim var. Evli ve çocukları var. Ama ailem ve arkadaşlarım Müslüman olduğumu anlayınca zaten beni afaroz etmişlerdi. Yani sizin anlayacağınız, sevgili profesörüm, ben dost ve akraba yokluğunu acı çeken zavallı bir çilekeşim.” dedi.

Ben, niçin Kanada’daki bir üniversiteye girmediğini sordum. Böylece en azından tarih konusunda sohbet edebileceği kimseler olurdu diye düşünüyordum. O ise şahsi sebeplerden bunu şimdilik düşünmediğini söyledi. Bununla beraber birkaç senedir mezheplerin İslam toplumu ve medeniyeti üzerindeki olumsuz etkileri hakkında büyük bir kitap hazırlamakta olduğunu, bunu bitirip kendi bilgi ve değerini ortaya koyduktan sonra üniversiteye intisabının daha kolay olacağını düşündüğünü ifade etti.

Bu sırada otuz yaşlarında zarif ve kibar görünüşlü bir hizmetçi masif abanoz masanın üzerini envai çeşit yiyeceklerle donatmıştı. Marianne bu olmalıydı. O’Dalaigh: “Burada üç müslümanız. Thomas’ın ismi Bilal, Marianne’inki de Meryem. Ama mutlu değiliz. İsmimizi bu toplumda kullanamıyoruz.” dedi. Ben: “Bana kalırsa sizin en mes’ud olabileceğiniz ülke Türkiye olmalıdır.” dedim. Bunu ciddi bir şekilde düşünüp inceleyeceğini vaad etti.

Güzel bir yemek yedik. Sabah namazına kadar da sohbet ettik. Sohbetimiz daha çok fıkhi konulara inhisar etmişti. Hadis alanında çok kültürlü bir adamdı. Sabah namazında O’Dalaigh imamete geçti. Topluca namazımızı eda ettik. Dört başı mamur bir imamdı.

Veda ettiğimde güneş doğmak üzereydi.  Odama çıkıp hemen yatağa yattım. Bir buçuk saat sonra saat sekizde bizim takımla kahvaltıda buluştuğumuzda: “Ne o Hoca? Yüzün bembeyaz. Hiç uyumamış gibi bir halin var.” diye sordular. Canım nedense bu fantastik maceradan bahsetmek istemedi: “Dün gece lokantada yediklerimi pek hazmedemedim de geceyi sıkıntılı geçirdim.” diye konuyu kapattım. Kendisine büyük hayranlık duyduğum rahmetli Ahmet Yüksel Özemre, “GELDE ÇIK İŞİN İÇİNDEN” isimli kitabında böyle bir olay anlatıyor. Bende siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim.

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.