MEFKURE- Kur’an’ın Gölgesinde Davet

“İşte onlar, Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve onlar gafillerin ta kendileridir.” (Nahl, 16/108)
Mekke’de doğan İslam güneşinin çok kısa bir zaman içerisinde, Arabistan sınırlarını taşarak üç kıtayı aydınlatmasında, İslam davetçilerinin çok büyük katkısı olmuştur. Onlar ki dünyevî hiçbir karşılık beklemeden, yalnız Allah rızasını talep ederek, gösterişsiz, şan ve şöhretten aslandan kaçarcasına uzak durarak, mütevazı, sevdalı, büyük bir azim ve gayretle İslam’ı en uzak ülkelere kadar taşımışlardır.
Onlar bu dâvetlerinde her zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi örnek almış ve O’nun sünnetine tam ittiba ederek, kendilerinden hiçbir şey katmadan Kur’anî hakikatleri bütün berraklığıyla tebliğ etmişlerdir. İlk Müslümanlarla başlayan bu dâvet, insanı hayretten hayrete düşüren boyutlara ulaşmıştır.
Küfür ve şirkin karanlığından kurtulup, Kur’an’ın aydınlığında imanın sınırsız mânevî lezzetini tadan her Müslüman en yakınlarından başlamak üzere bütün insanlığın kurtuluşu için görülmemiş fedakârlıklar yapıyor, gece gündüz demeden insanları İslam’a, kurtuluşa davet ediyorlardı. Zamanımız davetçilerine örnek olması bakımından İbn İshak’ın rivayet ettiği şu hâdiseleri nakletmek istiyorum;
“Benî Sa’d bin Bekr kabilesi reisi Dımam bin Salebe elçi sıfatı ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına gelmişti. Bu zat Medine’ye vâsıl olunca devesini Mescid-i Nebi’nin önünde çöktürdü ve ön ayaklarını bağladı. Sonra Ashab-ı Kiram ile birlikte mescide girdi. Yakın bir yere yanaşarak “İçinizde Abdullah’ın oğlu Muhammed kimdir?” diye sordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisini tanıttı. Dımam Hz. Peygambere hitaben: “Sen gerçekten Muhammed misin?” diye sordu.
Hz. Peygamber de “Evet” cevabını verdi. Dımam bin Salebe: “Eğer münasebetsiz saymazsan senden birkaç şey daha soracağım. Senin ve huzurunda bulunanların ve daha sonra sana geleceklerin mabudu namına yemin ederek söyle! Seni bizlere peygamber olarak Allah mı gönderdi?”
Hz. Peygamber: “Vallahi evet” dedi. Dımam: “Aynı şekilde yemin et. Allah yalnız kendine ibadet etmemiz, kendisine ortak koşmamamız ve atalarımız için sana emirler gönderdi mi?” Hz. Peygamber yine “Vallahi evet” diye cevap verdi.
Sonra bu adam Hz. Peygamberden namaz, oruç gibi İslam’ın rükûnleri hakkında sorular sordu. Nihayet İslam’ı kabul ederek “lâ ilâhe illallah muhammedün Rasûlullah” kelime-i tayyibesini okudu ve “İslam’ın emrettiklerini yerine getireceğim ve yasak ettiği şeylerden sakınacağım, ondan ne fazla ne de eksik bir şey yapmayacağım.” diye selam vererek huzur-ı Peygamberî’den ayrıldı.[1]
Devesinin bağını çözüp kabilesinin yanına gitti. Kabilesini topladı ve onlara şöyle hitap etti: “Lat ve Uzza putları batıl şeylerdir.” Bunu der demez topluluk: “Sus! Cüzzamdan, aklını kaybetmekten sakın!” diyerek putlara karşı çıkmasının doğuracağı sanılan musibetleri ona hatırlatmak istediler. O da:
“Ayıp size! Vallahi o putlar size ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Zira Allah bir Peygamber gönderdi ve O’na bir kitap indirdi ki bunun vasıtasıyla sizler dalâletten kurtulasınız. Şahadet ederim ki Allah vardır ve O’ndan başka da ilah yoktur. Muhammed O’nun Resulüdür. Bu Resul’ün neleri emrettiği ve neleri yasakladığına dair sizlere haberler getirdim.” dedi.
Bu hitabeden sonra daha akşam olmadan Ben-i Sa’d kabilesinden İslamiyet’i kabul etmeyen ne bir erkek ne de bir kadın kaldı.[2]
Gerek bu hadise ve gerekse Medine’de Mus’ab bin Umeyr vasıtasıyla İslam’la şereflenen Useyd bin Hudayr, Sa’d bin Muaz ve bu iki zatın kabilesi olan Abduleşhel oğullarının toptan Müslüman olması gibi her dâvet gönüllere sürûr verecek şekilde neticelenmedi.
Mesela Taif’in ileri gelenlerinden Urve b. Mes’ud da aynı Dımam b. Salebe gibi Müslüman oluşunun hemen arkasından büyük bir şevk ve aşkla kabilesini İslam’a davet etti. Taif halkı bu davete şiddetle karşı çıktığı gibi onu ok yağmuruna tutarak şehit ettiler. Kalpleri, kulakları mühürlü, gözleri perdeli olanlar, Kur’an hakikatlerini anlayamadı, duyamadı ve göremedi. Küfür ve şirklerinde ısrar ettiler, inat ettiler.
Hak ve batıl mücadelesinde Mus’ablar, Urveler eksik olmadığı gibi Ebu Cehiller, Ebu Lehebler de eksik olmadı. Zamanımızın münkir, ateist ve müşrikleri de aynı inat ve ısrarla İslam’a karşı kin ve düşmanlıkları sürdürüyorlar ve Müslümanlara acımasızca zulüm ve işkencelerini devam ettiriyorlar ve bu yaptıklarından vahşi bir zevk alıyor, saldırdıkça saldırıyorlar.
Bütün bu düşmanlıkları, vahşi saldırıları göğsünde söndürecek, ılık İslam nefesi ile buzulları eritip Rahmet ırmaklarına dönüştürecek İslam davetçileri, cihad erleri, asr-ı saadet neşesi ile merkezi bir Daru’l-Erkam eğitiminden sonra yollara düşüp diyar diyar Kur’an hakikatlerini anlatmadıkça, gönüller İslam inkılâbı ile tutuşturulmadıkça, insanlığın huzura kavuşması, insanın insanca yaşama hakkına sahip olması imanın gereğini savunup hayata geçirmesi mümkün olamaz. Çünkü insanlık Kur’an gölgesinde yaşamaya muhtaçtır.
Hangi dinden ve inançtan olursa olsun insanlar kendi dinlerine göre yaşama hakkını ancak İslam’ın idaresinde elde edebilirler. Bunun en güzel örneği Kudüs’ün Hz. Ömer radıyallahu anh’a teslim edilmesi anında Kudüs halkına verilen amannâmedir.
“Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın kulu ve müminlerin emiri bulunan Ömer tarafından bura halkına verilen amannâmedir. Emiru’l-mü’minin hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haclarına ve dinlerine dokunulmayacağını temin eder. Halkın kiliseleri tahrip edilmeyeceği gibi, mesken haline de getirilmeyecektir. Eskiden sahip oldukları haklar aynen muhafaza edilecektir. Ne malik oldukları şeylere bir halel gelecek ne de mezhepleri mevzuunda bir baskı yapılacaktır. İçlerinde hiçbir kimse hiçbir şekilde zarar görmeyecektir.”
İnanç hürriyeti, inancını yaşama hürriyeti mal, can, namus emniyeti bu denli bir garanti altına alınmış hangi sistem vardır? Batı Batı diye ruh sağlığını kaybetmiş, salim düşünme melekesini kaybetmiş bizim yarı okumuşlar, cehâlet ve inadı bırakıp da kendi değerlerimizi araştırma zahmetine katlansalar, eminim ki (İslam’a karşı Ebu Cehilâne bir düşmanlığı olmayan, yalnız cehâletinden dolayı yolunu kaybedenler) bu araştırmanın neticesinde hakkı bulacaklar, kendilerinden çalınan kıymetlerin farkına varacaklar ve yüzlerini Batı’dan çevirip İslam’a yönelecek ve kurtulacaklardır.
[1] Buhârî, İlim 6; Nesâî, Sıyam 1; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 194
[2] Hâkim, Müstedrek, el-Mektebetü’ş-Şâmile, 10/170, H. No:4354; Ahmed b. Hanbel, Müsned, el-Mektebetü’ş-Şâmile, 5/448, H. No:2422