SİRÂCEN MÜNÎRA: AYDINLATAN BİR KANDİL

İslam dini üç asla dayanmaktadır. Usûl-i selâse diye isimlendirilen bu üç esas, ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret inancıdır. Bunlar İslam inanç sisteminin umdeleridir. “İlahlık” anlamına gelen ulûhiyet, Allah’ın varlığına ve birliğine iman ederek tevhid akidesini benimsemek, sahte tanrılar anlamına gelen “tağut”tan yüz çevirmektir. “Peygamberlik” manasındaki nübüvvet inancı ise peygambere itaat ve peygamberin getirdiğine iman ile tahakkuk eder. Ahiret inancı da kulun öldükten sonra amellerinden hesaba çekileceğine iman etmesi demektir. Bu üç esastan birinin ya da birkaçının noksanlığı kişiyi İslam dairesinin dışına itmektedir. Ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret meselelerinin tamamının inkârı Ateizm inancına karşılık gelirken; bir ilahın varlığına inanıp, nübüvvet ve ahireti inkâr etmek Deizm’i ifade eder.
Deizm öğretisi, evrenin tanrı tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte “pasif tanrı” anlayışını benimsemektedir. Buna göre âlem zaten doğal bir süreklilik içerisinde olduğundan, tanrı sürekli yaratma halinde değildir. Bu, âlemi yaratıp insanı akılla donatan ve sonra kenara çekilen bir tanrı tasavvuru demektir. Deizm’e göre insana verilen akıl, ona yol göstermesi, yaşamını idame ettirmesi için ona yeterlidir.[1] İslam’daki peygamber ve ahiret inancını dışarıda bırakan bu öğretinin çağımızda yaygınlık kazanması şaşılacak bir durum olmasa gerektir. Deizm, her açıdan konfor arayan, konfor alanını bozmasına sebep olacak her şeyi tozlu raflara kaldıran 21.yy insanının konfor arayışının adeta bir uzantısı mesabesindedir. Bu konfor, sorumluluk duygusunu sıfıra indirmenin bir başka şeklidir. Çünkü peygambere iman etmek, peygamberin otoritesini kabul etmek ve onun getirdiğine iman etmek demektir. Beraberinde kitaba, meleklere, kadere inanmayı; namaz, oruç, zekât ve hac gibi vazifelerle mükellef olmayı hatta tabii gündelik mevzularda bile peygamberin yolunu takip etmeyi gerektirir. Ahiret inancı ise tüm bu amellerin sorumluluğunu üstlenmek demektir.
İslam’da Allah ile kul yani yaratan ile yaratılan iletişim halindedir. Kul namaz ve benzeri ibadetlerle Rabi’yle manevi bir bağ kurar. Dua eder ve duasını Allah işitir ve icabet eder. Allah Kur’an ile direkt kuluna hitap eder. Allah, kulunun sahibi, koruyucusu, gözetleyicisidir. Kul başıboş değildir. İyi amelin ne olduğunu Kur’an ve Sünnet açıklamıştır. Bu ikisine ittiba dünyada iç huzurunun ahirette de cennetin müjdesidir.
Mevlânâ Mesnevî’sinde bir kıssa anlatır: Hayatında hiç fil görmemiş insanlar karanlık bir ahırda fil ile baş başadır. Yanlarında aydınlatıcı bir mum olmadığından dolayı hepsi file ellerini sürerek onu tanımaya çalışır. Birinin eline filin kulağı gelir ve o fili bir oluğa benzetir. Başka birinin eli filin ayağına gelir ve o fili bir direğe benzetir. Bir başkası da filin sırtını ellemiştir ve onu bir tahta benzetir. Herkes ellediği yere göre bir fikir yürütmüştür, nasıl sandılarsa fili öyle anlatmaya başlamışlardır. Mevlânâ’ya göre ellerinde bir mum olsaydı bu karışıklık çıkmayacak, fil tariflerinde bir farklılık kalmayacaktı.
İşte o mum Hz. Peygamber’dir. Ömrümüzü, gönlümüzü, dünyamızı, ahiretimizi aydınlatır. Allah Kur’an’da Hz. Peygamber’i “aydınlatan bir kandil” olarak tavsif etmiştir:
“Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan, nur saçan bir kandil olarak gönderdik.”[2]
Ve,
“Allah iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağuttur; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokar.”[3]
Allah bizi o nurdan ayırmasın.
Betül Ablak
[1] Hüsameddin Erdem, DEİZM, TDV İslâm Ansiklopedisi
[2] Ahzab/45-46
[3] Bakara/257