Susurluk Süreci: Sessiz Kalabalıkların Bilinçlenmesi Süreci Mi?

3 Kasım 1996’da bir otomobil bir kamyona çarptı ve bu tarihten itibaren sonu bilinmeyen bir geleceğe kadar devam edecek bir süreç başlamış oldu. Bu sürecin adı “Susurluk Süreci” idi ve Susurluk ismi, bir yer ifade etmenin ötesinde olarak devlet içerisinde ve devlet ile işbirliği halinde olan kirli ilişkiler yumağını ifade eden bir ‘kavram’ halini almış oldu.
Otomobilde bulunan kişilerin bir işbirliği halinde olarak asla birarada bulunmaması, bilakis birbirlerini kaçıp-kovalayan kişiler olması gerekmesine rağmen ‘bir iş gezisinden’ dönüyor olmaları, akla hiç de tekin olmayan bir çok soru gelmesine neden oldu. Herbir cevap ise yepyeni soruları gerekli kıldı. Hal böyle olunca da karmakarışık bir tablo ortaya çıkmış oldu.
Bu ‘Susurluk Süreci’ içinde ortaya saçılan pis ilişkiler yumağından sistemin ne kadar kokuşmuş olduğunu daha net olarak anlamış olduk.
Bu süreçten önce de sistemi tanımaya çalışan, işleyişi hakkında bilgi sahibi olmak isteyen kişiler birçok şeyi biliyor veya tahmin ediyorlardı. Ancak bugün ortaya çıkan olayların binde birini ifade edenler, rejim düşmanı ve kötü niyetli komplo teorisi üreten ‘Şarlatanlar’ olarak suçlanıyorlardı. Bugün ise, ortaya çıkan olayların gerçekten kötü niyetle komplo teorisi üretenlerin dahi aklına gelemeyecek boyutları çoktan aşmış olduğu görüldü.
Devletin en önemli mevkilerinin görünürdeki fonksiyonlarının ötesinde, görünmeyen birçok ince hesap için kullanılmakta olduğunu gördük.
Yetimin hakkı çetelere peşkeş çekiliyor, yapılan ihaleler önceden belirlenmiş kişi-kurumlara veriliyor, halkın önünde ihale yapılıyor olması ise, işe sadece resmiyet kazandırıyordu.
Peşkeşler gırla gidiyor, ancak kendilerine gerçekten yardım edilmesi gerekli olan gerçek hak sahibi yetimler, ‘Sosyal Devlet’ sosyal elini uzatmadığı için ‘tiner ve bally’ çekerek ‘sosyal birer problem’ olma potansiyelini koruyan sahipsiz, ipsiz-sapsız sokak çocukları oluyorlardı.
Ortalık öylesine toz-duman olmuş durumda ki, kimin eli kimin cebinde belli değil. Bu işi çözmek için görevli kişilerin bu işin içinde olması, hapishanelerdeki mafya babalarının temiz toplum oluşumuna katılma istekleri, devletin en etkili yerlerindeki kişilerin hatta başbakanın dahi çetelerle irtibatının olduğunu tesbip eden kasetlerin ilan edilmesi işin boyutunu gözler önüne sermektedir. Bu kasetler nedeniyle hütümetin düşürülmesi için gensoru verilmişti ve gensoru büyük bir çoğunlukla kabul edilmiş hükümet düşmüştür. Ancak konuşulan yeni hükümet senaryoları pek de bir şeyin değişmeyeceği sinyallerini vermektedir.
Firavun’un sihirbazları gibi ortada olanlar farklı şeyler gibi gösterilmekte veya gündem saptırılmaya çalışılmakta, ancak bir türlü mızrak çuvala sığmamaktadır. İş gelip zor günlerin en önemli cankurtaran simidi olan İRTİCA’ya dayanmaktadır. Herhangi bir problem ortaya çıkar ve yönetim bu problemi çözemeyecek olursa bundan önceki yönetim ne yaptıysa bu yönetim de aynı kolay yolu seçmektedir. İrtica-Laikçi tartışmaları sürüp gider ve üniversitelerde en önemli insani hak olan insan ve düşünce özgürlüğü baskı altına alınırken ortam suni gündemlerle gerdirilmektedir. Bu gerginlik içinde esas üzerinde durulması gerekli olan konular kaynayıp gitmekte, yine birileri malı götürürken, birileri hala ortamı gerdirecek ideolojik kamplaşmalara alet olmaya devam etmektedirler.
Hükümetin gündemi değiştirmek için ne tür bir arayış içinde olduğunu en son ortaya çıkan Apo’nun yakalanması olayında gördük. †lkemizde 30 binden fazla insanın ölümünden sorumlu olan bu caninin ele geçirilmesinde hükümetin herhangi bir katkısı olmamasına rağmen olaya can simidi gibi sarılmış, hatta soğukkanlı değerlendirme yapmayı bile gözardı edebilmiştir.
Türkiye’nin gelmiş olduğu durum itibariyle artık olaylar tamamen ortalıkta cereyan ediyor, bu olayların perde arkasının anlaşılması için büyük bir zekanın ve güçlü önsezilerin olması gerekmiyor. ‘Sokaktaki adam’ dahi olanlar hakkında bilgi ve bilinç sahibi olmuş durumda. Bu ilişkilerin ortaya çıkmasının bence en önemli sonucu budur diye düşünüyorum.
Bu süreç içinde devletin bir çok mevkii ve kurumu yaralandı. Ancak en vahimlerinden biri ise ‘Hukukun Siyasallaşması’ kavramının ne yazık ki bu dönem içinde doğmuş ve sıkça da kullanılmış olmasıdır. Yargının en bağımsız olması gerektiği zamanlarda Anayasa Mahkemesi başkanından Yargıtay Başkanına kadar en yetkili ağızların yargının bağımsız olmadığını bağırmaları hala kulaklarımızda çınlamaktadır.
Toplumsal vicdanın tatmin olması ile en hakkaniyetli isabeti sağlayacak olan yargısal kararların çokça tartışılır olması yine en çok bu dönem içinde gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Sessiz kalabalık, olayları sessiz ancak hiç de azımsanmayacak şekilde etkilenerek takip etmektedir.