Tarihsel Perspektif Işığında ANAYASASINI ARAYAN TÜRKİYE

Tarihsel Perspektif Işığında ANAYASASINI ARAYAN TÜRKİYE

Anayasalar, devletlerin temel yapılarını, örgütlenişlerini, işleyiş kurallarını ve çıkarılacak yasaların uymak zorunda oldukları temel ilkeleri gösterirler. Bu çerçevede, hukuk devleti anlayışında en güçlü toplumsal otorite olan devleti ve siyasi iktidarı sınırlayan hukuk kurallarının başında yer alır. Dolayısıyla teorik olarak, anayasa ve ona uygun olarak çıkarılan yasalar, toplumun genel iradesini yansıtır veya yansıtmalıdır. Uygulamada ise kimi zaman anayasaların, toplumsal barış ve uzlaşmadan çok, iktidarı ele geçiren bir siyasi görüş veya grubun, toplumun diğer kesimlerini denetlemesine, kendi düşünce ve inançlarını toplumun bütününe empoze etmesine hizmet edebildiği görülmektedir.[1]

Batı siyasi tarihi incelendiğinde anayasaların, baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı, insan hak ve hürriyetlerinin korunması yolunda verilen uzun ve zorlu mücadelelerin bir ürünü olarak ortaya çıktığı görülmektedir.[2] Bu mücadelenin öncülüğünü yapan düşünürlere göre anayasalar, farklı siyasi düşünce, inanç ve kanaatten, farklı sosyal sınıf ve statüden insanların barış içerisinde bir arada yaşamalarının temel kurallarını gösteren sözleşmelerdir.[3]

Türkiye’de anayasa arayışlarının başlangıcının 1908 tarihli Sened-i İttifak’a dayandığını varsayarsak, yaklaşık 200 yıldır anayasasını ve buna bağlı olarak demokrasisini arayan bir Türkiye gerçeği ortaya çıkar. Herhalde dünyada, demokrasiyle idare edildiği iddiası ile ortaya çıkıp, bu kadar süre içerisinde kendine uygun bir anayasa bulamamış başka bir ülkeye rastlamak pek mümkün değildir. Neden bizden sonra bu yola çıkmış birçok ülke anayasalarını ve dolayısıyla demokrasi yolundaki gelişmelerini hal yoluna koydukları halde biz hala arayışlarımızı sürdürmekle meşgulüz?

Bu soruya ait doğru, anlaşılır ve tatminkâr bir cevabın ipuçlarına ancak Türkiye’nin yaşadığı anayasa tecrübesini irdeleyerek ulaşabiliriz. Diğer bir deyişle, anayasa arama serüvenimizi incelemekle, bu serüvende öne çıkan temel özellikleri tespit etmeye çalışmakla bu sorunun cevabını bulabiliriz.

Bu yazımızda, bir dergi yazısı sınırlılığı içinde, bu konuyu ele almaya çalışacağız. Osmanlı son döneminden itibaren Türkiye’de yapılan anayasaları ana hatlarıyla, en eskiden başlamak üzere sırasıyla değerlendirecek ve tarihsel araka planda ortaya çıkan özellikler ışığında yukarıda bahsedilen soruya cevap arayacağız.

 

2. OSMANLI DÖNEMİ ANAYASALARIMIZ VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

 

       a. 1876 Anayasası

 

1908’de Sened-i İttifak ile başlayan süreç, 1839’da Tanzimat Fermanı ve 1856’da Islahat Fermanı’ndan sonra anayasalı ve parlamentolu meşruti yönetime yol açmış; sonrasında da Cumhuriyet rejimine geçilmiştir. Bu olaylar aynı zamanda Osmanlı son döneminde yaşanan batılılaşma çabalarının önemli kilometre taşlarını oluşturmaktadır. Bu süreçte askeri, idari ve hukuki alanlarda başlatılan reformlar, batı kültürünün etkisinde yetişen idareciler ve aydınlarca desteklendiği gibi batılı ülkeler tarafından da destekleniyor ve yönlendiriliyordu.[4]

Batı’da Fransız İhtilali’nin etkisiyle gündeme gelen siyasi düşünce ve idealleri benimseyen yeni Osmanlı aydınları, padişahın ve merkezi yönetimin mutlak egemenliğine karşı ilk örgütlü hareketi başlattılar. Meşrutiyet idaresi talep ediyorlardı. Hareketin geniş halk kitlelerinden destekçisi yoktu.[5] Bu nedenle merkezdeki en etkili geleneksel güç olan askerleri arkalarına aldılar. Padişah Abdülaziz’e karşı yürütülen muhalefet ordu tarafından da desteklenince, Türkiye’de anayasalı siyasi düzene geçişin yolunu açan ilk askeri darbe gerçekleştirildi. Darbeciler Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine V. Murad’ı getirdiler. Daha sonra V. Murad da sağlık durumu iyi olmadığı için tahttan indirildi ve yerine II. Abdülhamit geçti. Türk tarihinin ilk yazılı Anayasası 23 Aralık 1876 tarihinde II. Abdülhamit’in iradesi ile yürürlüğe konularak parlamentolu meşruti rejime geçildi.[6]

1876 Anayasası, toplumun vekili durumundaki bağımsız bir yasama organı veya kurucu meclis tarafından yapılarak kabul edilmiş değildir.[7] Bu nedenle ve halkın oyuna sunulmadığı için bir anayasa niteliği kazanamadığını ileri sürenler de vardır.[8]

1876 Anayasası, toplumun bünyesinden gelen milli bir hareketin, bir siyasi ve hukuki doktrinin, bir ideolojinin ve hatta siyasi bir tecrübenin ürünü değildi. Bilakis, batılılaşma yanlısı, ülkenin kurtuluşunu meşruti bir sistemin kurulmasında gören bir avuç elit grubun ürünüydü. Bu nedenle, Fransız İhtilali’nin fikirlerini taşıyan, Belçika, Rusya ve Polonya anayasalarını örnek almış;[9] hükümleri arasında uyum bulunmayan, eksik ve yetersiz bir taklitçilikten öteye gidemeyen bir anayasa olarak tarihteki yerini aldı.[10] 

1876 Anayasası’nın öngördüğü sisteme göre seçilen ve 56 müslüman ile 40 hıristiyan milletvekilinden oluşan Meclis-i Umumi’nin, padişah Abdülhamit tarafından, 14 Şubat 1878 tarihinde feshi ile parlamentolu meşruti sistem ve anayasa askıya alınmış oldu.[11]

 

b. 1909 Anayasası

 

Meclisin kapatılmasından sonra, Jön Türkler faaliyetlerini Abdülhamit’in devrilmesi ve anayasanın yeniden yürürlüğe konulması üzerine yoğunlaştırdılar. Amaçlarını gerçekleştirmek için, daha sonra partiye dönüşecek olan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdular. Bu cemiyet, askerler, sivil bürokratlar, aydınlar ve Balkanlar’daki azınlıklardan geniş ilgi görerek kısa sürede güçlendi. Ülkedeki karışıklıktan faydalanarak, 31 Mart Vakası’nı çıkartmakla suçladıkları Abdülhamit’i tahttan indirerek yerine Sultan Reşat’ı tahta çıkardılar.

Sultan Reşat’ın uysal kişiliğinden yararlanan İttihatçılar, yönetimi tamamıyla ele geçirerek 1909’da yapılan anayasa değişikliği ile parlamentolu meşruti bir yönetimin hukuki şartlarını oluşturdular. 1909 Anayasası, 1876 Anayasasına göre seçilen milletvekilleri tarafından hazırlanmış ve padişahın onaylamasıyla yürürlüğe girmiştir. Yeni anayasa, hazırlanma biçimi bakımından, milletvekilleri ile padişah arasında akdedilen bir sözleşme (misak) niteliğinde olduğu kabul edilmektedir.[12]

 1909 Anayasası, İttihat ve Terakki’nin Türk siyasi hayatına egemen olduğu dönemde uygulanmış ve İttihatçıların girdikleri savaştan devletin yenik çıkmasıyla yürürlükten kalkmıştır. Bu dönemde devletin içinde bulunduğu zor şartlar ve İttihatçıların diktacı tutumu yüzünden meşrutiyet yönetimi beklenen sonuçları vermedi. Abdülhamit istibdadını yıkarak hürriyeti ilan ettiklerini söyleyen İttihatçıların uyguladığı terör ve baskı rejimi, Abdülhamit dönemini aratır oldu. Hürriyet getirmesi beklenen 1909 Anayasası ve uygulandığı II. Meşrutiyet dönemi, hak ve özgürlüklerin askıya alındığı otoriter bir tek parti yönetimi altında geçti.[13]

Bu tarihten itibaren, sivil ve asker İttihatçıların kurduğu ve zümre istibdadına dönüşen[14] siyasi düzen, yoğunluğu ve biçimi dönemsel olarak değişiklik gösterse de, her daim Türk siyasal hayatının en temel özelliklerinden birisi olarak varlığını sürdürmüştür.

Görüldüğü gibi 1876 Anayasası Jön Türklerin, 1909 Anayasası da İttihatçıların vatan ve milletin selameti gerekçesi ile askeri darbe gerçekleştirmelerinin ardından yapılmış ve yürürlüğe girmiştir. Böylece, Türk anayasacılığında darbecilik ve akabinde anayasa yapma geleneği de başlamış oldu. Nitekim, ilerde görüleceği gibi, 1961 ve 1982 Anayasaları bu geleneğin örnekleri olarak tarihe geçmiştir.

 

 

2. CUMHURİYET DÖNEMİ ANAYASALARIMIZ VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

 

    

a. 1921 Anayasası

 

I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkılmasından sonra, milletin bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamak ve hilafet ve saltanat makamını kurtarmak üzere[15] 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM açıldı.[16] Meclis üyelerinin çoğu, hilafet-saltanat makamına bağlı olmasına ve anayasada bu makamın konumunun ne olacağı tartışmalarına rağmen, I. Meclis’in bir ürünü olan 1921 Anayasası’nda hilafet ve saltanattan söz edilmedi.[17] Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Ocak 1921’de anayasanın yapılması münasebetiyle yaptığı konuşmada, “biz prensip olarak makamı hilafet ve saltanatı kabul ediyoruz. Bunu kabul ettikten sonra efendiler, muktazayı şeri şerif ve muktazayı tabiat ona bir takım hukuk ve selahiyet vereceğiz. Fakat bunları bugün konuşup karar vermek istemiyoruz”[18] diyerek teminat vermesi üzerine, konu ile ilgili tartışmalar ileri bir tarihe ertelenmişti.[19]

Görüldüğü gibi, yazılı olarak kayıt altına alınmasa da her halükarda hilafet ve saltanatın meşruiyeti ve meclisin bu makamlara bağlılığı tartışma konusu edilmiyordu. TBMM, olağan şartlarda kanun yapacak ve aldığı siyasi kararlarla ülkeyi yönetecek İstanbul’dan bağımsız bir organ olarak görülmüyordu. Bu nedenle hazırlanan anayasada, devletin şeklinin ne olduğu belirtilmemişti. Bu olağanüstü şartlarda geçici bir çözüm olarak meclis hükümeti sistemi benimsenmişti.[20]

Buna rağmen, Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde olgunlaşıp kuvvetlenen milli irade ve milli egemenlik ilkelerini esas alan bu anayasa, devletin gelecekte şeklinin en azından mutlakiyetçi bir hükümdarlık olmayacağını dolaylı yoldan anlatıyordu. Nitekim, 1876 ve 1909 Anayasaları, padişahın yetkilerinden bir kısmını halkın temsilcisi olan parlamentoya devretmiş, fakat padişah devleti yöneten en üstün güç olarak statüsünü korumuştu. 1921 anayasası, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve milletin tek temsilcisinin TBMM olduğunu hükme bağlayarak bu statüyü bozmuştu.[21]

1921 Anayasası, savaşı yürütmek için Ankara’da geçici olarak kurulan meclis hükümetinin çalışma usullerini düzenleyen ve dolayısıyla, ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartların gerektirdiği acil ihtiyaçları karşılamak için hazırlanmış 24 maddelik kısa bir metinden ibaretti. Bu nedenle de olağan durumlarda bir devletin yönetimine ve siyasi hayatının düzenlenmesine yeterli değildi.[22] Anayasada temel hak ve özgürlüklere hiç yer verilmemişti. Anayasanın yetersiz olduğu tüm konularda 1909 Anayasası’nın ilgili hükümlerinin yürürlükte olduğu kabul edilmişti.[23]

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının düşüncesinde padişahın siyasi iktidarının kesin olarak sona ermesi ve Cumhuriyet idaresine geçilmesi fikri vardı. Bunun için fırsat kolluyorlardı.[24] 1923 yılında, anayasaya aykırı olarak, Meclise erken seçim kararı aldırıldı[25] ve yaz aylarında yapılan seçimlerde muhalif kanada mensup milletvekilleri seçimlere sokulmayarak meclis dışında bırakıldı.[26] Yeni Meclis önce Saltanat’ı kaldırdı, sonrasında da 29 Ekim 1923 tarihinde çıkardığı bir kanunla Cumhuriyet’i ilan etti.[27]

Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte, 1924 yılında patlak veren Kürt isyanının da etkisiyle, sadece meclis içindeki değil meclis dışındaki muhalefetin de silindiği bir dönem yaşandı.[28] Bu dönemde partileşerek Cumhuriyet Halk Fırkası(CHF) çatısı altında kontrolü tamamen eline geçiren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Hilafetin kaldırılmasını temin ettikten sonra 1924 yılında yeni bir anayasanın yürürlüğe girmesini sağladılar.

Aslında 1921 Anayasası ve sonrasında yaşananlar, anayasacılık bakımından yepyeni bir aşamanın başlangıcı oluyordu. Artık hükümdarlı ve parlamentolu bir meşruti sistem yerine, doğrudan doğruya meclis üstünlüğüne dayanan bir ihtilal yönetimi söz konusudur. O dönemdeki ihtilalci yönetim tarzını düzenleyen ilk anayasa da 1921 Anayasası’dır. Mücadeleyi yöneten kadrolar, bu anayasa ile artık doğrudan doğruya bütün egemenliği kullanan bir meclisin kurulmasına karar vermekte, böylece iktidarı sınırlama yerine, doğrudan doğruya egemenliğin ve iktidarın kaynağını ve kullanımını değiştirme isteği kendini göstermektedir. Artık egemenliğin kaynağı İlahi niteliğinden uzaklaştırılarak, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir düsturu ile millete ait kılınıyordu.  Egemenliğin kullanımı konusunda ise, milletin temsilcisi olan meclis tek yetkili olarak hilafet ve saltanat kurumunun yerini alıyordu. Nitekim bu anlayışla devlete ait yasama, yürütme ve yargılama yetkileri tamamıyla meclisin eline verilmiştir.[29]

 

d. 1924 Anayasası

 

1921 Anayasası ile yeni rejimin işletilmesi mümkün değildi. Hilafet ve Saltanat kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmişti. Kaldırılan bu geleneksel kurumların yerine yeni kurumlaşmalara gidilmemişti. Ciddi bir hukuki boşluk söz konusuydu. Geniş ve kapsamlı bir anayasa gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, tasarladıkları devlet ve toplum modelini kısa sürede gerçekleştirmelerine elverişli olacak bir anayasayı, CHF’nın öncülüğünde, yeni meclis aracılığı ile yaptılar.[30] Yeni anayasa Kanunu Esasi Encümeni adlı bir komisyon tarafından, özellikle Fransız ve Polonya Anayasalarından büyük ölçüde yararlanılarak hazırlandı. Klasik parlamenter sistem ile meclis hükümeti sistemlerinin izlerini taşıyan yeni anayasa, mecliste yapılan değişikliklerden sonra oylanarak 20 Nisan 1924’de yürürlüğe girdi.[31]

1924 Anayasası özgürlüklerin korunması ve siyasal iktidarın sınırlandırılması konusuna önem vermemişti. Bunun sebebi, millet iradesi ile meclis iradesinin birbiriyle kaynaştırılması ön kabulüdür. İktidarı elinde tutan aydın kadrolar meclisi, ulusal iradenin egemen olmasının en önemli güvencesi olarak görüyorlardı. Bu yüzden meclis iradesinin, yani iktidarın sınırlandırılmasını, aynı zamanda millet iradesinin sınırlandırılması anlamına geleceğini düşünüyorlardı.[32]

 Yeni bir anayasa yapılmasına ve rejimin adı değişmiş olmasına rağmen asker-sivil bürokrasinin hakimiyeti devam ediyor, İttihatçı gelenek varlığını sürdürüyordu.[33] Bu kadro, 1924 Anayasasına ve onun temelini oluşturan meclis iradesi = millet iradesi anlayışına dayalı olarak yapılan devrimlerle, Osmanlıdan devralınan siyasi ve sosyal kurumların hepsini, batı hukuku ve kurumları ile değiştirdiler.[34]

1923-1950 rejimi, çok açık ve seçik olarak sivil topluma ve demokrasiye karşı bir ideoloji üretmiştir.[35] Tek parti yönetiminde, ülkenin, ekonomik, sosyal ve siyasi yapısı yasa gücü kullanılarak yukarıdan aşağıya doğru değişmeye zorlandı. Bu dönemde halk hakimiyetinden değil olsa olsa Halk Partisi Hakimiyetinden bahsedilebilir.[36] Öyle ki, siyasi rejimin çerçevesini 1924 Anayasasından çok Halk Parti’nin tüzük ve programları[37] ile kendi keyfine göre çıkarmış olduğu yasalar ve almış olduğu kararlar belirledi.[38]

Tek parti yönetimi, benimsediği değer ve düşünceler doğrultusunda zaman içerisinde 1924 Anayasasında bir takım değişikliklere gitti. Fakat bu değişiklikler, rejimin geçirdiği değişikliklerin yanında pek küçük kalmaktadır.[39] Bu değişikliklerin en önemlilerinden birisi, anayasada yer alan dini hükümlerin kaldırılması ile ilgilidir. 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklik ile 2. maddede yer alan “devletin dini İslam’dır” ve 26. maddede TBMM’nin görevleri arasında sayılan “şer’i hükümlerin yerine getirilmesi” hükümleri anayasadan çıkarıldı. Ayrıca 16. maddede mebusların, 38. maddede, cumhurbaşkanının yemin metninde yer alan “vallahi” kelimesi kaldırıldı.[40]

Bir diğer önemli değişiklik ise, 5 Şubat 1937’de yapıldı. Bu değişiklikle CHP’nin altı oku anayasaya alınarak, devletin niteliklerini düzenleyen 2. maddeye Türkiye’nin “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olduğu hükmü eklendi.[41] Ayrıca, 75. maddede yer alan ve tarikat seçme hakkını, “hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi inancından dolayı kınanamaz” diye güvenceye alan metinden tarikat kelimesi çıkarıldı. Böylece Anayasanın 75. maddesindeki bu hüküm, 30 Kasım 1925’de çıkarılan tarikatları yasaklayan kanunla uyumlu hale getirildi.[42]

 Tek parti yönetiminde, örgütlü siyasi muhalefete izin verilmedi, kişisel ve bölgesel bazı karşı çıkmalar ise şiddetle cezalandırıldı. Tamamen içine kapanan siyasi hayat, 1945’lere gelindiğinde, dış dünyadaki gelişmelerin etkisiyle tıkanıklığa girdi. Rusya’dan gelen baskı karşısında NATO’dan yardım isteyen Türkiye, 1946’da batılı ülkelerin isteğine uyarak çok partili hayata geçti.[43] 1924 Anayasası bundan sonraki ömrünü, Demokrat Parti(DP)’nin iktidar, Halk Partisi’nin muhalefet olduğu çok partili siyasi mücadele ortamında geçirdi.[44]

1924 Anayasası, 1945’te çok partili hayata geçildikten sonra herhangi bir köklü değişikliğe uğramadan yürürlükte kaldığı için ağır bir yükün altına girmişti. Tek partili dönemde rahatlıkla işleyen anayasa, çok partili bir sisteme çerçevelik etmeye zorlanıyordu. Anayasanın kendisini bu göreve uydurabilmesi, ancak genel oydan çıkan çoğunluğun milli iradeyi temsil ettiği yöndeki ön kabul ile mümkün olmuştur.[45]

İktidara gelen DP bu anlayışla, CHP’den devraldığı çoğulculuğa ve muhalefete hayat hakkı tanımayan hukuki çerçeveyi muhafaza etmeyi tercih etti. Muhalefette iken sürekli olarak eleştirdiği ve değiştirmeyi vaadettiği anayasal ve yasal düzeni değiştirme konusunda hiçbir girişimde bulunmadı. Hazır bulduğu yasal imkanları kendisi için de kullandı. Hatta meclisteki ezici çoğunluğuna dayanarak, azınlık haklarını sınırladı, muhalefete karşı baskı uygulayabildi. Bu defa roller değişti; CHP, güçler birliğine ağırlık veren 1924 Anayasasının değiştirilmesini istemeye başladı. Ancak, bürokrasinin ve ordunun CHP’ne bağlılığını bilen iktidar, devlet mekanizması içerisinde lehine kullanabildiği tek güç olan meclis üstünlüğü ilkesine ve meclis çoğunluğuna dayalı güçlü pozisyonunu elden çıkarmamak için anayasa değişikliğine yanaşmadı.[46]

İktidarı seçimle ele geçirme umudu geriledikçe, CHP’nin hırçınlığı arttı, muhalefeti sertleşti. Muhalefetin odak noktasını ise irtica tehlikesi oluşturuyordu. Neticede, CHP’nin meclis dışındaki (asker-sivil bürokrasi, üniversite, basın ve gençlik) güçleri kışkırtarak,[47] hükümeti seçim dışı yollardan düşürmenin şartları oluşturuldu ve 27 Mayıs 1960’da Silahlı Kuvvetler darbe yaparak yönetime el koydu. DP iktidardan indirildi ve 1924 Anayasası yürürlükten kaldırıldı. Bu olay aslında 14 Mayıs 1950’nin rövanşıydı; böylece iktidar yeniden halktan devletçi seçkinlere geçmişti.[48]

 

    e. 1961 Anayasası

 

27 Mayıs 1960’da darbeyi gerçekleştiren ordu, aynı gün idareyi, Org. Cemal Gürsel’in başkanlığında 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK)’ne devretti. Bu Komite’nin kontrolünde oluşturulan Kurucu Meclis ve bu Meclis’in oluşturduğu Anayasa Komisyonu, İstanbul ve Ankara’da yer alan üniversite hocalarından oluşan bilim kurullarının hazırladığı taslakları esas alarak yeni bir anayasa metni hazırladı. Hazırlanan bu metin Kurucu Meclis tarafından kabul edildikten sonra, 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunularak yürürlüğe girdi.[49]

1961 Anayasası, daha çok, askeri ya da sivil kökenli bürokrasiden gelen aydınların ürünüdür. Amaç, bu tabakanın kendi özlemlerini ve değerlerini bu yeni anayasa ile gerçekleştirmek olmuştur.[50]

Anayasanın hazırlanmasında 1946 tarihli Fransız, 1947 tarihli İtalyan, 1949 tarihli Federal Almanya anayasalarından biçimsel olarak yararlanıldı.[51] Yeni Anayasa’nın şekil ve kapsam yönünden sahip olduğu yeni özellikleri şöyle sıralayabiliriz:[52]

1. 1961 Anayasası, bir tepki anayasasıdır. Bu tepki, 1950-1960 yılları arasında iktidarda bulunan DP uygulamalarına karşıdır. Tepki niteliğinin gereği olarak, tüm sorunları çözecek bir anayasa düşünülmüş, bu düşünce de teferruatlı ve uzun bir anayasa metni ortaya çıkarmıştır. Anayasa ile kurulan özgürlükçü demokratik düzenin, yine anayasa da ifadesini bulan kurum ve kurallar sistemiyle ayakta tutulabileceğine inanılmıştır.

2. 1961 Anayasası, egemenlik anlayışını değiştirmiştir. 1924 Anayasasının getirmiş olduğu meclis iradesi = millet iradesi anlayışı yerini, 1961 Anayasasında, “millet, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır” hükmüne bırakmıştır. Böylece meclis, egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarılarak, anayasada gösterilen organlardan biri durumuna geldi. Egemenliğin kullanımında meclisin yetkileri sınırlanarak, meclis dışı kurumlar devreye sokuldu.[53] Ayrıca, bu anayasa devlet iktidarının bölüşülmesinde sadece yatay değil dikey şekilde de bir idari parçalama yoluna gitmiştir. Bu çerçevede yasamayı Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olarak iki meclisli bir yapıya oturtmuştur.

3. 1961 Anayasası, parlamenter sisteme geçişi tamamladı. 1924 Anayasasının getirmiş olduğu meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasındaki karma rejimi terk ederek parlamenter sisteme geçilmesini sağlamıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi getirildi; yasama, yürütme ve yargı arasında ayrılık oluşturuldu. Klasik parlamenter sistemin ilke ve ruhuna uygun olarak Meclisin hükümeti denetleme yolları kabul edildi, bağımsız ve sembolik yetki ve görevlerden fazla bir fonksiyonu olmayan Cumhurbaşkanlığı makamı oluşturuldu.[54]

MBK’nin görevleri, 1961 Anayasasının kabulü ve 15 Ekim 1961’de milletvekili genel seçimlerinin yapılıp meclisin açılmasıyla hukuken sona ermiş oldu. Fakat, seçimlerden bekledikleri sonucu alamayan[55] subaylar, siyasi çalışmalarına devam ediyorlardı. Askerler hükümetin mutlaka CHP tarafından kurulmasını istiyor ve bunun gerçekleşmemesi halinde iktidarı bırakmamaya niyetli görünüyorlardı.[56]

          Askerlerin baskısıyla Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi ve İnönü’nün başkanlığında bir CHP-AP koalisyonunun kurulması ile buhran belli bir dönem atlatıldı. Fakat ordunun siyasete müdahalesi tamamen önlenemedi. Subayların her birinin gönlünde, kendi fikirlerine göre devleti kurtarma düşüncesi yatıyordu.[57] Genç subayların bu durumu ordu üst kademelerini bile endişelendiriyordu. Ordu içinde bozulan hiyerarşi, İnönü’nün de desteği ile tekrar kuruldu. Fevri olarak darbe düşüncesinde olan subaylar elenerek az da olsa tasfiye edildiler. Ordu bundan sonra yeniden yapılandırılarak, emir-komuta zincirini bozacak girişimlere kesinlikle izin vermedi. Bu nedenle, gerek 12 Mart Muhtırası ve gerekse 12 Eylül darbesi tamamen emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirildi.[58]

27 Mayısçı subayların, siyasi sistemin işleyişi üzerindeki belirleyici konumları, 1965 genel seçimlerine kadar devam etse de, Türk siyasetinde 1961 Anayasası ile başlayan dönemin en önemli özelliği, siyasetin çoğulcu bir nitelik kazanması ve seçim sisteminin küçük gruplara temsil imkanı sağlaması oldu. Böylece meclis, farklı dünya görüşünü temsil eden partilere de kapılarını açtı. İlk olarak 1965 seçimlerinde, mecliste temsil edilme şansı kazanan değişik gruplar[59], 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerinin tüm engellemelerine rağmen çoğalıp çeşitlenerek, Türk siyasi hayatının ayrılmaz parçası oldular.[60]

        Fakat, 1961 Anayasasının sağlamış olduğu bu imkanlara rağmen, Türk siyasi hayatı, özellikle gençlik ve işçilerin ön plana çıktığı bu yeni katılma taleplerini karşılayacak kadar gelişmiş mekanizmalardan yoksundu. Neticede, koalisyon hükümetlerinin üstesinden gelememesinin de etkisiyle, gençlik hareketlerinin ve meclis dışı siyasi mücadelenin sabotaj, soygun ve cinayet boyutlarına ulaşması üzerine, 12 Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve ordu komutanlarının vermiş oldukları muhtıra ile AP hükümeti istifa etti ve çok partili siyasi hayat askıya alındı. Muhtıradan 1973 seçimlerine kadar, ülkeyi askerlerin denetimindeki sivil hükümetler yönetti. Bu dönemde siyasi rejim ordunun istediği biçimde yeniden düzenlendi ve devletin egemen ideoljik anlayışına zıt olan siyasi ve sivil örgütlere izin veren anayasa hükümlerinde kapsamlı değişiklikler yapıldı.[61]

        12 Mart ara rejiminin baskı ve engellemelerine rağmen, siyaset dışına itilmeye çalışılan gruplar, kısa sürede tekrar siyasi hayatın dinamik güçleri haline geldiler. Cumhuriyetin başından beri yasaklanan çeşitli siyasi eğilimler, bu dönemde akla gelebilecek her türlü aracı kullanarak siyasi hayata katılmak ve devletin yönetiminde etkili olabilmek için meydana çıktılar. 1973 ve sonrasında yapılan seçimlerde, hiç bir partinin tek başına iktidara gelemeyeceği, oyların çok sayıda parti arasında bölündüğü, çok parçalı meclis tabloları ortaya çıktı. Dolayısıyla ülke koalisyon hükümetleri ile yönetilmek zorunda kaldı.

        Koalisyon ortaklarının her birinin elde ettikleri bakanlıklarda kendi bağımsız hükümetini ilan ettiği bu dönemde, toplumsal huzursuzluk ve terör olayları yaygınlaştı. Bu durum, Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasını haklı gösterecek yeni bir ortam hazırlamıştı.[62] Nitekim 12 Eylül 1980 tarihinde Silahlı Kuvvetler emir-komuta zinciri içinde yönetime el koydu.

 

             f. 1982 Anayasası

 

        İç Hizmet Kanunu’ndaki “Cumhuriyeti koruma ve kollama” görevini yerine getirdiğini belirterek idareyi ele alan Türk Silahlı Kuvvetleri, 1961 Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa yapılmasını temin etti.[63] Yeni Anayasa 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunularak kabul edildi.[64]

        12 Eylül Cuntası, siyasal alanın sınırlarını son derece daraltan ve sınırlı sayıda olması öngörülen siyasi aktörleri denetim altına tutmak üzerine bir siyasi sistem kurgulamıştı.[65] Bunu temin için siyasal sistemin askeri vesayet altında çalışmasını sağlayacak mekanizmalar oluşturulmuştu.[66]

1982 Anayasası’nın temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:[67]

1. 1982 Anayasası da 1961 Anayasası gibi tepki anayasasıdır. Darbenin yapılmasına gerekçe gösterilen düzenleme ve uygulamalara karşı tepki niteliği ağır basan hukuk metinleridir. Bu nedenle 1961 Anayasası’nın, meclisi ve yürütmeyi güçsüzleştiren bölünmüş egemenlik anlayışına ve onun sonucu olan güçsüz yürütmeye tepki olarak yürütme organını yasama ve yargı karşısında güçlendirmiştir. Özellikle yürütmenin Cumhurbaşkanı kanadını, klasik parlamenter sistemin özüne aykırı olması pahasına, çok güçlü bir pozisyona getirmiştir.[68]

2. 1982 Anayasası da istikrarlı bir siyasal rejim gerçekleştirmek için aşırı düzenleyici, uzun ve ayrıntılı bir anayasa olarak ortaya çıkmıştır. Demokrasilerin çoğunda kanunlara veya meclis iç tüzüklerine bırakılan konular anayasa metnine dahil edilmiştir. Değiştirilemeyecek hükümlerin çoğaltılması ile birlikte bu özellik, anayasayı daha katı, dar ve değişen ihtiyaçlar karşısında daha çabuk eskiyen bir metin haline getirmiştir.

3. 1982 Anayasası 1961 Anayasası’ndan daha az özgürlükçüdür. Önceki döneme tepki olarak, otorite-hürriyet dengesinde otorite lehine düzenlemeleri esas almıştır. 1961 Anayasası’nın devlet otoritesini kişi özgürlükleri lehine olarak zayıflatmasını siyasi buhranın en önemli kaynağı olarak görmüş, hak ve hürriyetlerin kötüye kullanıldığı varsayımından hareket etmiştir.[69]

4. 1982 Anayasası, daha az katılımcı bir demokrasi modelini benimsemiştir. Bir önceki anayasa toplumsal grupların politikaya ilgilerini özendirirken, 1982 Anayasası depolitizasyonu ve siyasetten uzaklaşmayı amaçlamıştır.

         12 Eylül sonrası Turgut Özal’ın Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye siyasetinde yeni bir açılım gerçekleşti. Türkiye dışa açılırken ufkunu gittikçe genişleten bir ülke olma yoluna girdi. Liberal politikaların etkisiyle düşünce ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan bazı anayasal ve yasal düzenlemeler kaldırılırken, resmi ideolojinin ve statükonun sınırlarını zorlayan kimi tartışmalar ve talepler söz konusu olmaya başladı. Özellikle Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991-1993 döneminde, sistem üstündeki askeri vesayetten tutun da etnik sorunlara, hatta Kemalizme kadar, tartışmaya açılmayan hemen hemen hiç bir konu kalmadı. Devlet-millet kaynaşması konusunda önemli adımlar atıldı. Bu süreçte de devlet seçkinlerinin en önemli muhalefet konusu yine “irtica” ve “laik rejimin tehdit altında olması” söylemi idi.

        Bu hava Özal’ın ölümünden sonra bir-iki yıl daha devam etti. Fakat sonrasında durum tersine dönmeye ve özgür tartışma alanı daralmaya başladı; asker-sivil bürokrasinin sistem üzerindeki etkisi yine ağırlaşma eğilimi gösterdi.

        Nitekim 1995 yılı genel seçimlerinde Refah Partisi’nin birinci parti olarak çıkması ve koalisyonun büyük ortağı olarak hükümette yer alması, özellikle de Erbakan’ın Başbakan olması “Devletçi-Kemalist” taife için bardağı taşıran son damla oldu. Gelinen nokta 12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü ufku çok aşmıştı. Sistem artık kontrolden çıkmak üzereydi. Rejimin değiştirilmesine, “irtica” ya teslim olmasına ramak kalmıştı. Vatandaş bu vahim durumun farkında olmasa da durumun idrakinde olan “rejim”in gerçek sorumluları vardı. Onlar gerçekten de gayet “sorumlu” davrandılar: Önce Başbakanlık Kriz Yönetmeliği geldi, sonra 28 Şubat Muhtırası, Başbakan’ı fırçalayan malum ve meçhul generaller ve nihayet hükümetin düşürülüp Refah Partisi’nin saf dışı bırakılıp, kapatılması… Ortada Anayasa olmasına rağmen, Postmodern 28 Şubat Darbesi’nin akabinde Türkiye, demokrasi görüntüsü altında yarı-askeri, “uzaktan (!) kumandalı” bir hükümet tarafından yönetilmeye başladı.[70]

        28 Şubat sürecini başlatan “sorumlu” irade, bir “toplum mühendisliği” harikası olarak 1999 seçimlerini gayet güzel kotarmış olmasına rağmen, 2002 seçimlerinde yeniden bir geriye gidiş söz konusu oldu. Türk halkının siyasal sisteme müdahaleleri cezalandırma “hastalığı (!)” tekrar nüksetti ve Milli Görüş çizgisinden gelenlerin kurduğu AK Parti iktidara taşındı. 27 Nisan e-Muhtırası ile başlatılan süreç, “sorumlu” iradenin, tıpkı öncekinde olduğu gibi, sivil güçlerin de (yargı, YÖK, medya, kimi partiler ve sivil toplum kuruluşları) desteği ile psikolojik harp tekniklerini kullanarak, manipülasyon, ajitasyon ve komplolarla hedefine ulaşmaya çalıştığı yeni bir “toplum mühendisliği” operasyonu olarak ortaya çıktı. Fakat bu operasyon da 2007 seçimleri ile derin millet tarafından boşa çıkarıldı ve seçkinci oligarşinin iktidar yolu bir süreliğine daha kesilmiş oldu. 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan genel seçimlerin sonuçları da bu yeni Türkiye gerçeğini pekiştiren bir tablo ortaya koydu. Derin millet çalışmaya devam ediyordu.

         Bahsi geçen siyasal gelişmelere paralel olarak 1982 Anayasası pek çok değişiklikler geçirerek Türkiye anayasa tarihinin en çok değiştirilen anayasası olma özelliğine sahip olmuştur. Yürürlüğe girdiği günden bugüne dokuz kez değiştirilen Anayasanın yaklaşık üçte biri yenilenmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde giriştiği reformların bir parçası olarak 1995, 2001 ve 2004 değişikleriyle Türk anayasal sistemi evrensel olarak kabul gören demokratik değerlere biraz daha yaklaşmıştır.[71]

         1995’e kadar yapılan 1987 ve 1993 değişiklikleri birkaç madde ile sınırlı ve son derece cılızdı. 1995 Anayasa değişikliği paketiyle siyasal katılımcılığın önündeki engeller kaldırılabildi. Dernekler, sendikalar ve meslek kuruluşlarının siyasal faaliyet yasaklarının kaldırılması ve siyasi partilerle ilişki kurabilmeleri sağlandı. Kuşkusuz, bu, demokrasi için küçümsenemeyecek bir adımdı; fakat, daha az özgürlükçü demokratik yapıda önemli bir değişiklik olmamıştı.

        Bu alana yaklaşık 20 yıl sonra 2001 Anayasa değişikliği paketiyle el atılabildi. 2001 yılında yapılan en geniş kapsamlı reform sürecinde ise idam cezası kaldırıldı, işçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin sendika kurma hakları anayasal temele kavuşturuldu, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen yasalar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile paralel hale getirildi, Anayasa Mahkemesi’nin beşte üç çoğunlukla karar almadan siyasi parti kapatamayacağı karara bağlandı, MGK kararları yasal denetime tabi tutuldu, MGK kararları “tavsiye” konumuna indirgendi ve kuruldaki sivil üye sayısı arttırıldı. 2001 değişikliklerinin kapsamı kadar, parlamentoda bölünmüş bir siyasi parti yapılanmasının var olduğu bir dönemde partiler arası uzlaşma yoluyla yapılmış ve Mecliste büyük bir çoğunlukla kabul edilmiş olması, sivil anayasacılık yönünden, ileriye dönük umut ve cesaret verici bir olgu olarak görülebilir.

           2002 ve 2004’te de anayasal değişiklik süreci devam etti. 2002 de milletvekilliğini engelleyen muğlak “ideolojik veya anarşik eylemlere katılma” ibaresi “terör eylemlerine katılma” olarak değiştirildi. 2004 yılında da AB uyum sürecinde önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerle AB İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokollerine tam olarak uyum sağlanmıştır. DGM’ler tümden kaldırılmış, basın özgürlüğüne ilişkin değişiklikler yapılmış, Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olunmuş, YÖK’ten Genelkurmay Başkanlığı temsilcisi çıkarılmış, TSK elinde bulunan devlet mallarının Sayıştay’ca denetlenmesinin yolu açılmış ve devletin kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapabileceğine ilişkin değişiklik kabul edilmiştir.[72]

          21 Ekim 2007 tarihinde yapılan anayasa referandumu ile Türkiye Cumhuriyeti’nde, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi başta olmak üzere bir takım anayasa değişiklikleri yapıldı. Referandumda “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, aynı kişinin iki kez cumhurbaşkanı seçilebilmesi (5+5), görev süresinin 7 yıldan 5 yıla indirilmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin, görev süresi bitmeden önceki 60 gün içinde tamamlanması, genel seçimlerin 5 yıl yerine 4 yılda bir yapılması, TBMM’de, seçimler dâhil tüm oturumların 184 milletvekiliyle açılması” gibi değişiklikler onaylandı.[73]

         12 Eylül 2010 tarihinde yine bir halk oylaması ile anayasada kapsamlı değişikliklere gidildi. Buna göre Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısı, görevleri ve kararlarına ilişkin yeni düzenlemeler yapıldı. Askeri yargının görev alanı daraltıldı. YAŞ kararlarına yargı denetimi getirildi. Kamu Denetçiliği Kurumu’nun kurulmasına imkan tanındı. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler gibi gruplara pozitif ayrımcılık getirildi. Memurlara Toplu Sözleşme gibi bazı haklar verildi.

       1982 anayasasındaki bugüne kadar yapılan tüm bu değişiklikler demokratikleşme ve özgürlükler bağlamında hem mevzuatın iyileştirilmesi hem de uygulama boyutunda kısmi  bazı kazanımlar sağlasa da, maalesef onun arkasındaki baskıcı, özgürlükleri sınırlayıcı, anti-demokratik ve bireye karşı devletin korunmasını esas alan vesayetçi temel felsefeyi tam olarak değiştirememiştir.

 

 

   3. SONUÇ

 

Buraya kadar verilen bahsedilenler göstermektedir ki, başlangıcından günümüze Türkiye’de anayasacılık geleneğinde birbirini tamamlayan iki temel özellik dikkat çekmektedir. Birincisi, Türkiye’de ilk anayasadan bu yana, anayasa yapma tekelini elinde tutan zihniyet değişmemiştir.[74] Dolayısıyla denilebilir ki, son dönemde yapılan anayasa değişiklikleri dışında, Türkiye toplumu bugüne kadar kendi girişimi ve iradesi ile bir anayasa yapamamıştır. Türkiye’de Anayasalar, askeri darbelerden sonra ve darbe yönetimlerinin inisiyatifleriyle olağanüstü dönemlerde hazırlanmış, toplumsal uzlaşma, mutabakat sağlama hedefi gözetilmemiştir. İkincisi ise, anayasalar, anayasayı hazırlayanlarca, anayasaya dayanarak milleti/toplumu değiştirme ve dönüştürme düşüncesi üzerine oturmuştur.[75] Bu iki özellik Türk siyasal sisteminin “demokratik cumhuriyet” olmasının da önündeki en önemli engelleri oluşturmaktadır.

Bu nedenlerle bizde anayasalar toplumun devlet için tanzim ettiği bir yetki beratı olmak yerine, devletin topluma çizdiği hadleri gösteren bir vesayet belgesi mahiyetinde olagelmiştir. Bu nedenle anayasalarımız, bir tür toplumsal sözleşme belgesi olmaktan ziyade, olağanüstü dönemlerin ve darbelerin akabinde “güç kimdeyse onun yaptığı doğrudur” mantığının eseri olarak ortaya çıkan metinlerdir.[76]

İster bürokratik despotizm, ister yarı-demokrasi, ister yarı-askeri rejim, isterse vesayetçi demokrasi diyelim, karşı karşıya bulunduğumuz sistemin anayasal bir rejim olarak da demokrasi olarak da nitelenemeyeceği şüphesizdir. Bu nedenle Türkiye’nin aynı anda hem bir anayasal devlet hem de bir demokratik devlet olmaya acilen ihtiyacı vardır.[77]

Bugün gündemde olan yeni bir sivil anayasa hazırlama çalışmalarını ve bu konu etrafında yürütülen tartışmaları, bu tarihsel arka planı çerçevesinde ele almak ve anlamaya çalışmanın faydalı olacağı inancındayız. Bu tarihsel perspektif ışığında bakıldığında askeri darbelerden ve halka rağmenci yaklaşımlardan uzak bir ortam içinde günümüzde yürütülen yeni ve sivil  bir anayasa hazırlanması süreci bir ilk niteliği taşımaktadır ve Türkiye demokrasisinin kökleşmesi ve Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu sahici bir anayasaya sahip olması açısından ümit vadeden bir durumdur.

 


[1] Mümtaz  Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınları, İst-1986, s.10-11)

[2] “Paris’te, Devrim Müzesi’nde gerçek insan derisiyle kaplanmış bir anayasa sergilenmektedir. Anayasalar, anayasacılık hareketlerinin elle tutulur hukuki ürünleri olarak, esas itibarıyla, birer özgürlük belgesidirler. Bu belgeleri elde edebilmek için, özgürlük mücadelesinde önemli acılar çekilmiş, baskıcı rejimlere karşı bazen -hatta sık sık- maliyeti insan hayatına dek yükselen bedeller ödenmiştir. İşte Paris’te sergilenen o anayasa, anayasal belgelerde ifadesini bulan özgürlüklere erişmek için çekilen acıları, yitirilen yaşamları çarpıcı bir biçimde anlatabilmek için o müzeye konulmuştur.”(Ozan Erözden, Osmanlı-Türk Anayasacılık Hareketlerinin Rotası, http://www.tohov.org/p=165). Bu çerçevede ülkemizde genel kabul gören bir düşünce vardır: Türkiye’de hak ve özgürlükler tepeden, devlet eliyle verildiği için, o özgürlüklerin elde edilmesinde bedeller ödenmediği, acılar çekilmediği için geri alınmaları da kolaydır. Özgürlükleri somutlaştıran belgelerin arkasında güçlü bir toplumsal hareket bulunmadığı için, rejim otoritarizme kaydığı ve hakları kısıtlamaya giriştiği anda karşısında ciddi bir tepki bulmamaktadır.

[3] Soysal, a. g.e., s.8; Şükrü Karatepe, Darbeler Anayasalar ve Modernleşme, İz Yay., İst-1997, s.13.

[4] Bu destek ve baskının görünürdeki nedenini batılılarca şöyle açıklanıyordu: “Avrupa’da yaygın duygu, imparatorluğun eski kurumlarının ve yapısının barbar ve onarılamayacak kadar kötü olduğu ve sadece Avrupalı hükümet şekli ve hayat tarzının mümkün olduğu kadar süratle kabulünün Türkiye’yi uygar bir devlet mertebe ve imtiyazlarına eriştireceği şeklindeydi. Türk devlet adamları, Avrupa devletlerinin hükümetleri ve elçilikleri tarafından oldukça şiddetle bu görüşe zorlandı ve bu görüş Türk egemen sınıfının gittikçe genişleyen bir bölümü tarafından, hiç olmazsa zımmen, kabul edildi.”(Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara-1996, s. 124). Halbuki bu destek ve baskının arkasında yatan asıl neden, batılı devletlerin Osmanlı Devletini iyiden iyiye yarı-sömürge durumuna getirme kararlılığıydı. Bu şekilde Osmanlının sahip olduğu kaynakları sömürmeleri için istedikleri iç düzen ve elverişli ticaret ortamı oluşturmaya çalışıyorlardı.(Soysal, a.g.e., s.29)

[5]Meşrutiyet hareketi, genel çizgileriyle okumuş bir azınlığın hareketi oldu. Tıpkı yenileşme hareketleri gibi, Osmanlı Devletindeki demokratikleşme hareketleri de halkın dışında, hatta halka karşın yürütülen yüzeysel birer çaba olmaktan öteye geçemedi.”(Soysal, a.g.e., s.25)

[6] Karatepe, a.g.e.,s. 68. Aslında bu “gerçek bir meşrutiyete geçişi değil ama mutlakiyetten çıkışı ifade eder” (B. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY 1998, s. 149).

[7] Mithat Paşa başkanlığında bir komisyon (komisyon 16 mülki amir, 10 ulema, 2 asker ve 3 de hristiyan tebadan oluşuyordu) tarafından hazırlanmış, bakanlar kurulunda gözden geçirilmiş ve padişah tarafından ilan edilmiştir.(R. Galip Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, C.1, İst-1971, s.147)

[8] A. e. s.147

[9] Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişimi ve 1961 Anayasası, İÜHF Yay., s.56

[10] Suna Kili, “1876 Anayasasının Çağdaşlaşma Açısından Değerlendirilmesi”, Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, Ed. Ersin Kalaycıoğlu-A. Yaşar Sarıbay, Beta Yay., İst-1986, s.89-103

[11] Karatepe, a.g.e.,s. 68

[12] Aldıkaçtı, a.g.e., s.70; Okandan, a.g.e., s.287

[13] Karatepe, a.g.e., s.118-121

[14] Nitekim Talat Paşa, Rauf (Orbay) ve Mithat Şükrü Bey’lere bunu “Bizim bu memlekette kurduğumuz düzen olsa olsa bir aydın istibdadıdır” diyordu. (Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, İst-1979, s.88)

[15] Ömür Sezgin, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve Toplum Yay., Ankara-1984, s.15; Nitekim Mustafa Kemal Paşa, TBMM açıldıktan bir gün sonra verdiği önergesinde şunları söylüyordu:”Halife olması itibariyle padişah, tüm Müslümanların reisidir. Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadığını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır”(Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açışı ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara-1981, s. 15)

[16] TBMM’nin açılması, Osmanlı döneminde başlayan siyasal sürecin bir devamı niteliğindeydi. İlk Meclisin ikinci başkanlığını yapan Celalettin Arif Bey, bunun yeni bir meclis olmadığını; Osmanlı Meclisi’nin devamı olduğunu ifade etmektedir.(Mehmet Arif, Anadolu İnkılabı (Milli Mücadele Anıları), Arba Yay., İst-1987, s.37)

[17] Karatepe, a.g.e., s.150

[18] Öztürk, A.g.e., s.441

[19] Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Meclise verdiği 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde de şunları söylüyordu:”Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra, meclisimizin düzenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır”( Öztürk, A.g.e., s.72)

[20] Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, A.Ü.S.B.F. Yay., Ankara-1968, s.118; Nitekim Mustafa Kemal Paşa, TBMM açıldıktan bir gün sonra verdiği önergesinde şunları söylüyordu:”Anadolu’da geçici nitelikte de olsa bir hükümet reisi tanımak veya bir padişah kaymakamı ihdas etmek caiz değildir. Halife olması itibariyle padişah, tüm Müslümanların reisidir.”(Öztürk, a.g.e., s.15)

[21] Karatepe, a.g.e., s.152

[22] Aldıkaçtı, A.g.e., s.76

[23] Karatepe, a.g.e., s.152

[24] “Saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malumu olduğu veçhile, bir intikal devresi yaşadık. Bu devrede, iki fikir ve içtihat, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftarları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitam vererek idare-i cumhuriyet tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, sarih söylemekte mahzur görüyorduk. İdare-i devleti cumhuriyetten bahsetmeksizin, hakimiyeti milliye esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekilde temerküz ettirmeye çalışıyorduk… Vaziyeti olduğu gibi telaffuz etmek, maksadın büsbütün ziyanını mucip olabilirdi. Çünkü efkar ve temayülatı umumiye, henüz padişah ve halifenin mazur mevkiinde bulunduğu merkezinde idi.”(M. Kemal Atatürk, Nutuk-Söylev, TTK Yay., Ankara-1987, C.II, s. 1116,586)

[25] Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de Siyasal Sistem ve Demokrasi”, Türk Demokrasisi Özel Sayısı,Yeni Türkiye Dergisi Sayı 17 Eylül-Ekim 1997 s.50

[26] I. Meclis’te siyasal parti temsilcileri yoktu, fakat zamanla üyeler arasında bir bloklaşma olmuş ve Birinci Grup (M. Kemal Paşa ve arkadaşlarının başını çektiği Müdaf-i Hukuk Grubu) ile İkinci Grup (muhafazakarlar) teşekkül etmişti. Seçimlerden sonra İkinci Grub’un II. Meclis’e sokulmaması, önemli bir temsil sorunu çıkarmıştır.(Bkz: Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet/İkinci Grup, İletişim Yay., İst-1994)

[27] Oylamaya meclisin yüzde 52.7’si katılmadı. Arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimine gidildi. Tek aday Mustafa Kemal‘di. 334 milletvekilinin 158’i oylamaya katıldı, geri kalan 176 üye ise ne Cumhuriyet‘in oylamasına ne de Cumhurbaşkanı seçimine katılmamıştı.
Bu durumda Atatürk hem meclis başkanı, hem cumhurbaşkanı, hem Halk Partisi’nin başkanıydı. Başkomutandı. Cumhurbaşkanı olduğu için Hükümeti’de kendisi atayacaktı.”(Nuh Gönültaş, “Hatırlamakta fayda var, Atatürk nasıl Cumhurbaşkanı oldu?”, http://www.sonsaniye.net/yazar8229.htm 18.Kasım.2006)

[28] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1989, İstanbul, s.71

[29] Soysal, 100 Soruda.., s.20-21, 38-39; Meclis hükümeti denilen bu sistem, bir anlamda güçler birliği deyimiyle aynı sayılabilir. Bütün güçlerin mecliste toplanması ve güçleri birbirinden ayırarak dengeleme düşüncesinin reddedilmesi bütün ihtilal rejimlerinin ortak özelliği olarak ortaya çıkmaktadır.(A.e., s.45)

[30] “1924 Anayasasını yapan II. Meclis, Birinci Grub’a mensup milletvekillerinin yer aldığı, Halk Fırkası’nın temsil edildiği bir meclis olmuştur. Bu sebeple buradaki anayasa yapımında ciddi bir temsil sorunu bulunmaktadır.” Davut Dursun, “Anayasa Yapımında Temsil Sorunu”, Demokratikleşme ve Yeni Anayasa Özel Sayısı II, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 30, Kasım-Aralık 1999, s.560)

[31] Karatepe, a.g.e., s. 159-160

[32] Soysal, 100 Soruda.., s.48-49; “Başka bir deyimle, bugün, geriye baktığımız zaman, bize sınırsız meclis iktidarının başlangıç noktası gibi gözüken dönem, Anadolu ihtilalcilerinin gözüne iktidarı sınırlama çizgisinin doğal sonucu ve bitiş noktası olarak gözükmekteydi.”(Mümtaz Soysal, Dinamik Anayasa Anlayışı, A.Ü.S.B.F. Yay., Ankara-1969, s.13)

[33]Cumhuriyet’in ilk yılları (1923-1946) ile Meşrutiyet devri arasında bir karşılaştırma yaptığımızda İttihatçı geleneğin Cumhuriyet devrinde iktidar partisi olan CHP’sine yani Cumhuriyetçilere de geçtiğini görüyoruz.  Temelinde Halkçılık ve halk iradesi olan Meşrutiyet ve Cumhuriyet’te Halkçılık, gerçek anlamı dışında bir yapı ve uygulama göstermişti.”(Süleyman Kocabaş, “75. Yıldömümünde Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in Niteliklerinde Yaşanan Sendromlar”, Cumhuriyet Özel Sayısı, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 23-24, Eylül-Aralık 1998, s.349-350); “Her şeyiyle Batılı olma özentisindeki Osmanlı aydınlarından tevarüs eden zihniyetle Cumhuriyeti kuranların hedefi; halk iradesine göre yön almak değil, halka şekil ve yön vermekti.”( Osman Aslan, “Mülkiyette Demokrasi”, Türk Demokrasisi Özel Sayısı, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 17, Eylül-Ekim 1997, s.512)

[34] “Değişiklikler, önceki reformlar gibi siyasi ve idari konularla sınırlı kalmadı; aile, miras, eğitim, giyim-kuşam gibi sivil hayat ve geleneklerle ilgili konuları içine alacak şekilde genişletildi. Hilafet ve saltanatı yıkanlar, tamamen tek parti diktasına dayanan yeni bir siyasi rejim kurdular.”(Karatepe, a.g.e., s. 158)

[35] Asaf Savaş Akat’la Röportaj, Sol Kemalizme Nasıl Bakıyor, Metis Yay., İst-1991, s.86

[36] “Tek parti idaresi boyunca bürokrasi, hem kanun koyucu, hem uygulayıcı, hem hakim, hem yorumlayıcı ve zaman zaman da kendi kanunlarını ihlal etmekten geri kalmayan bir hüviyette görünmüştür. Zihniyet şudur: Bu vatanı, bu milleti o kurtarmıştır. Geri olan toplumu gerilik çukurundan çıkarıp medenileştirmiştir. Öyleyse, her türlü tasarrufa hakkı ve yetkisi vardır.”(Mehmet Doğan, Darbeler Müdahaleler ve Siyasi Sistem, İz Yay., İst-1997, s. 92-93); “Yeni dönemde devlet gitgide tek bir partinin malı haline gelmiş, toplumsal ve kültürel yapı totalci bir sosyal mühendislik anlayışıyla kökten dönüştürülmeye ve yeni bir insan tipi oluşturulmaya çalışılmıştır.”( Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de…”, s. 50); “CHF, 1935 Kurultayı ile birlikte, devlet yapısıyla kendi arasında daha sıkı bir kaynaşmaya doğru gitmektedir. Parti’nin Genel Sekreteri İçişleri Bakanı olmakta, valiler de Parti’nin il başkanlığı görevlerini yüklenmektedirler. O tarihlerde Avrupa’da oldukça yaygınlaşan faşist nitelikteki rejimlerin etkisini Türkiye’de de görmek mümkün olmaktadır.”(Soysal, Anayasa’ya.., s.137)

[37] CHF’nın kuruluş nizamnamesinde partinin amaçlarının, milli egemenliğin halk tarafından ve halk için kullanılmasına yol göstermek, ülkeyi çağdaşlaştırmak, hukuk devletini egemen kılmak olduğu belirtiliyordu.(Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Yurt Yay., Ankara, s.58)

[38] Örneğin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında yer alan “dine saygılı olunacağı” hükmünün, gericiliği teşvik edici olduğu iddiasıyla ve Fırka ile Şeyh Said ayaklanması arasında ilişki kurulmak suretiyle TCF’nin kapatılması oldukça ilginçtir. Oysa yürürlükte olan 1924 Anayasasının 2. maddesinde “devletin dininin İslamiyet olduğu”, 26. maddesinde TBMM’nin görevleri arasında “şer’i hükümlerin yerine getirilmesi”, 75. maddesinde ise “hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi inancından dolayı kınanamaz” hükümleri açıkça yer alıyordu. Yine anayasa da bu hükümlerin bulunmasına rağmen 30 Kasım 1925’de çıkarılan bir yasa ile tekke ve zaviyeler yasaklanıyordu.; “O tarihten sonra, hamle ve inkılap namına ne yapılabilmişse, Anayasayı zorlayıcı karar ve kanunlarla yapılmış..”(Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, I.Cilt, Remzi Kitabevi, İst-1967, s.307)

[39] Soysal, 100 Soruda.., s.21

[40] A.e., s.50

[41] “Bu anayasa değişikliği, o günlerde, bazı Avrupa ülkelerinde de yaşanan parti – devlet bütünleşmesi siyaseti çerçevesinde gerçekleştirilmiş bir değişikliktir.”(Mustafa Şentop, Türkiye’de Anayasa Hareketleri: Tartışmaya Nerden Başlamalı,  http://www.tbbd.org/index.php?option=com_content&view=article&id=108%3Atuerkiyede-anayasa-hareketleri-tartmaya-nerden-balamal&catid=36&Itemid=48

[42] A.e., s.51; Bu da hukuki düzenlemelerin hiyerarşik üstünlüğü açısından ilginç bir durum oluşturmaktadır. Yasaların mı anayasaya, yoksa anayasa hükümlerinin mi yasaya uygun olarak düzenlenmesi gerektiği konusuna sıra dışı bir örnek oluşturmaktadır.

[43] Karatepe, a.g.e., s.158

[44]1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde asker-sivil bürokrasinin CHP’yi desteklemesine rağmen DP iktidara geldi. Bu başarıda CHP’nin dışladığı geniş halk kitlelerinin DP’ye teveccüh göstermelerinin büyük payı oldu. Batılılaşma dönemi boyunca siyaset ve yönetim dışında tutulan bu kitleler, merkezi iktidarı tekeline geçirmiş olan aydın, asker ve sivil bürokratların şahsında temsil edilen devletçi-seçkinci kadroyu, seçimlerle devletin başından uzaklaştırdılar. DP’nin uyguladığı kalkınma politikaları, dışa açık olması ve özel teşebbüse ağırlık vermesi, dini törenlere ve geleneklere ilgi göstermesi ve din eğitimi konusunda adımlar atması, meclise ve siyasete, bürokratların yerine taşradan gelen serbest meslek sahiplerini, çiftçi ve esnafları taşıması, kendisini destekleyen kitlelere yakın durmasını ve daha halkçı bir görüntü vermesini sağladı.( Karatepe,

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.