‘Ben Şeriat Adamıyım’ Diyen Aksiyoner Bir Derviş: Zeki Soyak Hocaefendi

“Bir fazilet devleti kurmak mecburiyetindeyiz. Fazilet devleti; fazilet sahibi, fedakâr, ahlaklı, temiz yürekli yiğit insanların eli ile kurulur. Alnı secdeli, kendini İslam’ın yücelmesine, İslam’ın hâkimiyetine, insanlığın hizmetine adamış vakıf insanları yetiştirmemiz ve onları söz sahibi yapacak ortamı hazırlamamız gerekmektedir.” Zeki Soyak
Gönül insanlarının kabri, sevenlerinin gönüllerindedir. Gönül fatihi olmayı başarabilen isimler eserleri sayesinde dipdiridir. Bu fatihlerin ömürleri, bedenleri toprak olduktan sonra da manen devam eder. İhlâs ve gayretleri nispetinde irşad ömürleri fani hayatlarından daha uzun sürebilir. Gayret dolu hayatı, güzel ahlakı, izzeti, rıza ve teslimiyeti gibi halleriyle dikkat çeken Zeki Soyak Hocaefendi, 10 Kasım 1938’de Kayseri’de iyi ki doğdu. İlkokulu, doğduğu kasaba olan Süksün’de bitirdikten sonra rahmetli dedesinin bir iş için Kayseri’ye gittiğinde yeni bir okul açılacağını, adının İmam Hatip Lisesi olduğunu ve burada dini eğitim verileceğini öğrenmesinin ardından babasıyla yapılan istişare sonucunda buraya yönlendirildi. Tek itiraz, ilkokul öğretmeninin “Hangi okula gideceksin?” sorusuna aldığı “İmam Hatip” cevabı sonrası “Sen o okula gidip ne yapacaksın, ölü yıkayıcısı mı olacaksın?” çıkışıyla geldi.
Daha çocuk yaşta öğretmeninden işittiği azarla kafası karışıp da olayı dedesine anlattı ve o liseye gitmek istemediğini söyledi. Ancak durumun ciddiyetini anlayan dedesi tavrını daha da netleştirdi ve İmam Hatip’te ısrarcı oldu. Öğretmenin dediği değil ailenin istediği oldu ve Zeki Soyak, İmam Hatip lisesine yazıldı. Şehre 20 km mesafede bulunan kasabasından ayrılıp lise için Kayseri’ye geldiğinde tek odalı bir evde o yaşta tek başına kaldı ve zor şartlarda eğitimini tamamladı. 1959’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni ikinci dönem mezunları arasında bitirdi.
Zeki Soyak Hocaefendi, Süksün Kasabası’nda nasıl bir ortamda yetiştiğini şöyle anlatır; “Çocukluğumdan beri peygamber kıssalarına, tarihe, medeniyetlere, geçmişimize ilgi duyarım. Bu ilginin sebeplerinden biri doğup büyüdüğüm kasabamızda ecdadımızın misafirhane olarak yaptırdığı Fazlıoğlu Konağı’ndaki candan sohbetlerdir. Kayseri-Ankara yolu üzerindeki misafirhanemiz yolcu ve misafirlerle dolup taşardı. Uzun kış gecelerinde kasabının imamı Siyer-i Nebi okur, çok anlamlı sohbetler yapılırdı. Ben de babamla birlikte bu sohbetleri huşu içinde dinlerdim. Rüyalarıma kadar giren bu sohbetler ruhumda çok derin izler bıraktı. Anlatılan hadiselerin, savaşların, kıssaların kahramanlarına göre yeri gelir bir âlim, bir arif, bir mücahid, bir serdar olmayı bilseniz ne kadar isterdim. Onun için hayatım boyunca sohbetleri önemsemişimdir. Sohbetlerde yetişmeyen bir kişinin noksan kalacağına inanmışımdır”.
İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Yeşilhisar’da vekil öğretmenlik ve Kayseri Merkez’de imamlık yaptı. Askerliğini 1961’de Bitlis’te tamamladı. Dönünce Kayseri’de imamlığa devam etti ve aynı zamanda İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazandı. Yüksek öğrenimini bir müddet böyle devam ettirmeyi başardı. İstanbul, Fatih’te Şeyh Muslihiddin Cami’nde görevli bir imamla becayiş yaparak eğitiminin son iki yılını İstanbul’da tamamlama fırsatı buldu. Hasan el Benna ve ümmet için çalışan herkeste olduğu gibi Zeki Soyak Hocaefendi’nin çalışmalarında da ‘Gaye Allah’ idi.
Kendisi enstitüde öğrencilik yaparken oğlu Nurettin Soyak da ilkokulda öğrenciydi. Evden birlikte çıkıyorlar ve okullarına gidiyorlardı. Aile reisi, imam, öğrenci olmanın yoğunluğu yanında başta Sadreddin Yüksel, Ömer Nasuhi Bilmen ve Mahir İz olmak üzere Osmanlı medreselerinde yetişmiş son devrin âlimlerinin derslerine devam ediyordu. 1967’de enstitüyü bitirdi ve kendi isteğiyle Kayseri İmam Hatip Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. 1971’e kadar mezun olduğu lisede öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Bu dönemde bir müddet Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde İslam Tarihi de okuttu. Her zaman ‘yeni bir diriliş nesli yetiştirme’ gayretindeydi. İnsanları etkilemeye çalışmak gibi bir yapmacıklığa asla tevessül etmedi. Tabii konuşur ve anlatırdı.
1971’de memlekette kalmak istediğini belirtmesine rağmen telefonda Bursa İmam Hatip Lisesi dense de bir yanlış anlaşılma olduğu söylenerek Urfa İmam Hatip Lisesi’ne müdür olarak tayin edildi. Dört yıl görev yapacağı Urfa’da öğrenci, veli, memur ve esnafla hemen kaynaşarak bir ömür sürecek olan dostluklar edindi. Bu isimler arasında dönemin Urfa müftüsü olan Halil Gönenç Hocaefendi de vardı. Misafirliğe gittiğinde ev sahibini memnun etmek için ortama uygun olarak evdeki halinden fazla yer ve sofradakilere uyardı. İnsanlara yük olmak istemez, alışverişini kendisi yapar, faturalarını kendisi öder, sobasını kendisi kurar ve temizlerdi. Misafirlerine bizzat ikramlarda bulunur, asla bu hizmeti başkasına bırakmazdı. Tembelliği hoş görmez, bir müslümanın bekleyen değil beklenen olması gerektiğini vurgular ve hayatında uygulardı. Talebeleri arasında ayrım yapmadığı için herkes ‘hocam en çok beni seviyor’ zannederdi.
Dört yıl Kayseri, dört yıl da Urfa’da çalıştıktan sonra kendi isteğiyle 1974’te Nevşehir İmam Hatip Lisesi müdürlüğüne geçti. Nevşehir İmam Hatip Lisesi’nden ise haksız uygulamalar, ideolojik baskılar ve hakkında verilen sürgün kararı nedeniyle emekliliğine bir buçuk yıl kala istifa etti. Üst düzey bürokratlık tekliflerini ‘Talebelerime kıyamadığım için’ diyerek kabul etmedi. Üç-beş kişilik daha samimi ve faydalı bir sohbeti, yüzlerce kişiye vereceği konferansa tercih ederdi. Ta ilkokul arkadaşlarından üniversitedeki arkadaşlarına kadar önemli gün ve gecelerde onları hatırlardı.
Birlikte çalıştığı memur arkadaşları ve Rıza-i İlahi uğrunda beraber hizmet ettikleri Nevşehir halkı kendisine bu dönemde sahip çıktı. O, birkaç işyerinin muhasebe kayıtlarını tutmayı tercih ederek geçimini sağladı. Memur değil işçi emeklisi olduğundan daha mütevazı bir emekli maaşıyla geçindi. ‘Kişi, başına gelen bela ve musibetlere sabretmelidir. Sabır, belanın geldiği ilk anda gösterilen sabırdır. İlk anda isyan edip sonradan sabretmeye çalışmak sabır değildir’ diyen biri olarak yaşadıklarına sabrediyordu. Maaşları ile yetinemeyen kardeşlerin bu hallerini gereksiz harcama ve kaldıramayacakları külfetlerin altına girmelerine bağlar, israftan uzak durmalarını telkin ederdi. ‘Çok şükür zengin olma tehlikesini atlattık’ diyecek kadar kanaat ehliydi. Emekli maaşını bankada hiç bekletmemeye ve o ortamda fazla kalmamaya özen gösterirdi.
Zeki Soyak Hocaefendi bir memurdan daha fazlasıydı. Hayatı boyunca sade ve sobalı bir evde yaşadı. Kaloriferli bir eve çıkması yönünde aldığı teklifleri hep reddetti. Evinde on yıllarca kullandığı eşyalar vardı. Ona göre bir elbisenin yeni olması değil, temiz ve bakımlı olması önemliydi. En basit ifadeyle bir dava adamıydı. Tabiri caizse İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Cemiyeti ile başlayan teşkilatçılık kariyeri Kayseri İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği, Yeşilay Derneği, Nevşehir İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği, Mefkûreci Öğretmenler Derneği, Akıncılar Derneği ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) Nevşehir Şubeleri, Millî Gençlik Vakfı (MGV), Enderûn Eğitim Vakfı, Mefkûre Dergisi, İlkadım Dergisi, ART FM (yeni adıyla Enderun FM) ile devam etti. Siyasi faaliyetlerinde ve tercihlerinde ise güncel politikanın bataklığına saplanmadan kadim siyaseti önceleyerek Millî Görüş çizgisindeki partilerin çalışmalarına bizzat katıldı veya destek verdi.
Olaylara karşı duygusal değil basiretle ve sabırla yaklaşır, teenniyi elden bırakmazdı. Onun bu duruşundan talebeleri cesaret alırdı. Konjonktürel dalgalanmalara karşı itidalle yaklaşır, gerek amelî, gerek fikrî gerekse sosyal konularda zikzak çizmezdi. İyi bir yöneticiydi ama her şeyden önce tam bir liderdi. Hizmetlerini herhangi bir hocaefendiden miras almadan kendisi başlatmış, ölçülerini koymuş ve istikrarlı bir şekilde devam ettirmiş, konjonktürel dalgalanmalardan etkilenmeden toplumu yönlendirmeye ve tehlikelerden korumayı, ayakta tutmayı başarmıştı. İnsanların kabiliyetlerini bilir ve ona göre görev verirdi. Hayata, devlete, topluma, aileye ve bireye dair her türlü gelişme, sorun ve ihmali yakından takip etti ve İslam’ı temel alarak ürettiği çözümlerin uygulanabilmesi adına hizmet/gayret/cihad etti. ‘Müslüman demir leblebi gibi olmalı, düşmanı onu ağzına alırsa dişini kırmalı, yutarsa midesine oturmalı ama asla erimemeli ve taviz vermemeli’ derdi. Bilgi ve sevgiye dayalı bir otorite kurardı.
Vefatından önce hasta yatağında ‘Ya Rabbi, yirmi yaşındaki gencin hizmet heyecanını taşıyorum. Eğer ecelim gelmediyse senden hizmet ömrü istiyorum’ diye dua ediyordu. Oğlu Nurettin Soyak’ın ifadesiyle ‘Hastalık dönemindeki en büyük sıkıntısı hizmetlerden geri kalmaktı’. Zor günlerin hasat zamanı olduğunu söyler, bu zamanlarda az amelle çok sevaplar alınacağını vurgulardı. İstikametin Kur’an ve Sünnet yolunda olmaktan geçtiğini söyler, tasavvuf ehli biri olarak ‘Ben şeriat adamıyım’ derdi.
O; dini, geleneksel tasavvuf anlayışında olduğu gibi sadece iç dünyamızın tezyini için değil bütün hayatımızı kuşatan ve yönlendiren bir sistem olarak görüyordu. O; ‘Peygamberler başarılı olmaya değil ilkeli olmaya özen gösterirlerdi. Zira başarmak, ilkeli olmak anlamına gelmez. Nitekim Kur’an’da zikredilen peygamberlerin önemli bir kısmı geldikleri toplumda başarılı olamamışlardır. Ancak hepsi de ilkeli olmuşlardır. Başarmak, insanlar için bir değer ölçüsü değil, ilkeli olmak bir değer ölçüsüdür’ şeklinde düşünen ve hareket edenlerdendi. O; bulunduğu ortamda yaşça küçükler olsa bile bir iş yapacaksa kimseye buyurmadan kendisi başlayandı. O; bir gencin kalbinde yer etmeyi, ona İslam’ı sevdirmeyi her şeyden kıymetli görenlerdendi.
O; eldeki imkânlar ne kadar kıt, şartlar ne kadar zor olsa da mutlaka yapılabilecek bir şeyler olduğunu söyleyenlerden ve “Hz. Yusuf zindana girdiğinde orayı bir medrese yapmıştı” örneğini unutmayanlardandı. O; İslamî çalışmayı hayatının bir parçası değil kendisi yapanlardandı. “On adım atması gerekirken dokuz adım atan, bir adım atmayan kişi Allah’a karşı mesuldür” gerçeğini tembih edenlerdendi. O; iç inkılâbını gerçekleştirmeyen bir insanın geniş bir dış inkılâbı gerçekleştirmesi mümkün değildir diyenlerdendi. O; eğitim için üniversitenin şart olmadığına, bir Müslüman hanımın kendisi için faydalı olan yayın ve çalışmaları takip ederek kendisini yetiştirebileceğine inananlardandı. İşte bu yüzden İlkadım Dergisi’nin yeni sayısı geldiğinde önce Baciyan Dergisi’ni okuyanlardandı. Yaptığı ikramlara önce kız torunlarından başlardı.
O; hastalığı döneminde ‘Ameliyat olmanız gerekiyor’ dendiğinde ‘Niçin?’ diye değil de ‘Bir-iki ay sonra olsam olmaz mı?’ diye sorup sebebi merak edildiğinde ‘İlkadım Dergisi abonelerine verilecek olan Kıssalar Hisseler kitabını ancak o zaman bitirebilirim, bunun için söz verdim’ diyerek asıl derdinin verdiği söz olduğunu hatırlatanlardandı. O; yapılan incelemeler sonunda kanser teşhisi konunca bunu önemsemeyip ‘Ölümün hastalıkla değil ecelle olduğunu’ ifade edenlerdendi. Geçmiş olsun’a gelen misafirlerini hasta yatağındayken elbiseleri ile oturur vaziyette karşılayanlardandı. Sorulmadıkça hastalığından bahsetmez, onun yerine sohbet ederdi.
Ağrılarının arttığı dönemde istemeden ah vah etse hemen tevbe ve istiğfar ederdi. Bir keresinde doktoruna “Bundan sonra dayanılmayacak seviyedeki ağrılara karşı ‘Hayy’ diyeceğim, çünkü o Rabbimin ismi. Böylece diğer ifadeleri kullanarak bir hata da işlememiş olacağım” demişti. Farklı branşlardan tedavi için gelen doktorlara kendi kitaplarından hediye ederdi. Hastalığında hiç ihmal etmediği güzelliklerden biri de ziyaretçilerine ikramda bulunmasıydı. Hastanın duasının makbul olduğunu bildiğinden bunu bir avantaja dönüştürürcesine en yakınlarından başlayarak, hocalarına, üstatlarına, beraber çalıştığı hizmet eri kardeşlerine, ümmete ve bütün insanlığa dua ederdi.
O bir vakıf insandı. O, çağın zehirlediği insanlık için sohbet meclislerini oksijen çadırı olarak görenlerdendi. Kanser vücutta ilerleyip de omurilikteki sinirlere ulaştığında Hocamızın belden aşağısı tutmaz olmuştu. O, bu felçli halini “Ne kadar şükretsek az, elhamdülillah. Allah bütün ağrılarımı aldı” diyerek izah ediyordu. Sadece bir kolunu kısmen hareket ettirebildiği zamanlarda bile ‘Sadece bir kolum sağlam kalsa onu Allah yolunda feda etmek için hayatımın sonuna kadar cihad ederdim’ diyordu. Vefat ettiğinde doktoru ‘Hazinemi kaybettim’ demişti. Hayatında olduğu gibi hastalığında da örnek olmayı başarabilmişti.
Zeki Soyak Hocaefendi, müjdelenen fethin 552. yıldönümü olan 29 Mayıs 2005 tarihinde vefat etti. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Âmin.
Hakkında Söylenenler
Osman Nuri Topbaş: İnsanlığın imansızlık ve ahlaksızlık buhranına girdiği bir dönem, Zeki Soyak Hocaefendi’yi tahammül ötesi bir gayretle çalışmaya sevk etmişti. O kendisini cemiyetin gidişatından mesul hisseden, kurtuluş bekleyen kitleleri Hakk’a ve hayra ulaştırabilmenin endişesini vicdanında en üst seviyede duyan salih bir kardeşimizdi.
Mehmet Göktaş: Bugün bize nereden hücum ediliyorsa Hocam onun dertlisiydi. En netameli günlerde etrafında toplandık. Bize yol gösteren tavsiyeleri, saatlerce süren mütalaaları elbette yerine vardı, oturdu.
Yunus Keleş: Bir yandan nefsin terbiyesine devam edilirken öte yandan kişinin gücü ve istidadı nispetinde etrafına faydalı olması gerektiği üzerinde dururdu. Çirkin işlerin ve kötülüklerin ayyuka çıktığı günümüzde aynî farz olarak tahakkuk eden bu vazifeyi îfâda ‘nefsimle uğraşıyorum’ diye bahane aramanın kendini kandırmak olacağını belirtirdi. İnanırdı ki, Cenab-ı Hakkın yerine getirilen her emri nefsi tezkiye konusunda dev bir adım; her bir nehyinden kaçınmak da nefsi dize getirmekte bir gemdir.
Nureddin Yıldız: Kendisiyle bir anım olmadığı için esef ediyorum. Hocaefendi’yi uzaktan sevdim. Faaliyetlerimiz esnasında hep hayırla andık. Ben yurt dışındayken O aktif çalıştı. ‘Keşke görüşmek nasip olsaydı’ dediğim insanlardan biridir. Ama sanki görüşüyor gibi hissediyorum kendimi. Hayata bakışı, şeriata hizmeti, siyasi kimliği açısından sanki Hocaefendi’yle hep görüştük gibiyiz elhamdülillah.
Zeki Soyak Hocamızdan Notlar
# Bir Müslüman; kâmil bir iman, halis bir niyet, salih bir amel, çok iyi insani ilişkiler, güzel bir ahlakla mücehhez olmadıkça toplumu silkeleyip sarsacak, heyecanlandırıp davaya katacak, köküne, aslına bağlı kalıp âleme dal budak salacak kadar yürekli, yürekli olduğu kadar mütevazı, mütevazı olduğu kadar vakur, ucuba düşmeden kendine güvenen, sevdalı, sancılı bir Allah eri, bir İslam eri olma yolunda başarılı olamaz.
# Dünyada rahatlık arayan, yok olanı arıyor demektir. Huzur arayan ise mutlaka onu bulacaktır ve kalbi huzura erecektir. Bunun sırrı, senden gelen her ne ise razıyım, lütfun da hoş, kahrın da hoş diyebilmek, onun sırrına ermek, teslim olup boyun eğmektir. Şayet bu hususta samimi olursak, Rabbimiz de kalbimize kendine yöneltecek, masivadan temizleyecek, O bizi sevecek, biz de O’nu gerçekten seveceğiz. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” sırrı tecelli edecektir.
# Hizmet ehli kişiler hiç beklemedikleri kimselerden hatta en yakınlarından bile birçok olumsuz davranışlarla karşılaşabilirler. Böyle durumlarda bile hizmet heyecanı kaybedilmemelidir. Heyecanınızı muhafaza edin. Her Müslüman, hele hele her hizmet eri sevdalı olacak, sancılı olacak ve heyecanlı olacak. Eğer sevdanızı yitirirseniz, sancınızı yitirirseniz, heyecanınızı yitirirseniz bir kenarda oturmak zorunda kalırsınız.
# İnsanlar tarafından oluşturulan sistemler asla kapsayıcı, kuşatıcı ve insanların ihtiyaç ve beklentilerine cevap verici nitelikte olamaz. İnsanlar ne kadar bilge olurlarsa olsunlar insan yaratılışındaki müspet ve menfi yönleri, toplumun tümünü kucaklayacak esasları, insanın gerçek manada zarar ve faydasına olacak şeyleri bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki insanlar kanun koyarken kendi düşüncelerini, ideolojilerini ve hatta çıkarlarını, bazen de bir kesimin diğer bir kesime karşı avantajlı ve hâkim duruma gelmeleri doğrultusunda hareket ederler. Yeryüzünde adaletin tesisi, dengelerin kurulması için imanî esasların ve hak ölçülerin hâkim olduğu bir yönetim şarttır. Böyle bir yönetimde ne dünyaya dalıp gidilir ne de ahiret unutulur. Böylece sağlıklı bir toplum kurulmuş olur.