11 Eylül Öncesi ve Sonrası İslam Coğrafyasındaki Gelişmeler Işığında Son Darbe Hamlesi

Birinci Dünya savaşı devam ederken İngilizler 29 Nisan 1916’da Kutü’l Amare Kuşatması’nda ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Adı geçen hezimetten 17 gün sonra 16 Mayıs 1916’da Britanya ve Fransa temsilcileri bir araya gelerek Osmanlı sonrası Osmanlı ve Ortadoğu topraklarının paylaşımını içeren bir anlaşma imzaladılar.
Amerika bu anlaşmanın üzerinden yüzyıl geçmiş olmasına rağmen ve üstelik İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Yalta Konferansı’nın (5-11 Nisan 1945) yegâne galibi olduğu halde, Osmanlı sonrası Ortadoğu ve Osmanlı topraklarından İngilizleri ve Fransızları kovamadı. Bu ülkelerin etkileri Ortadoğu başta olmak üzere Afrika ve dünyanın birçok yerinde devam etmektedir.
20 Temmuz 1974’de Türkiye’nin başlatmış olduğu Kıbrıs Harekâtı’nın da arka planında İngilizlerin Ortadoğu için tarassut kulesi olarak kullandığı Ağrotur ve Dikelya üslerinin Britanya’nın tekelinden kurtarılması ve Amerika’nın kontrolüne verilmesi yatmaktadır. Bunun önemli ipuçları 18 Temmuz 1974’de Ankarapalas’ta gerçekleşen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ile ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’in yardımcısı arasında geçen görüşmelerden elde edilebilinir.
Amerika’nın Emperyalist Atakları
Amerika, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik ve siyasi gücü ile adeta dünyanın başına problem olmuş bir ülke. Kısaca hatırlayalım: Önce Pakistan-Hindistan ayrışması ve günümüzde halen devam eden Keşmir sorunu. 1947’de BMGK’nin 181 sayılı kararı ile İsrail Devleti’nin kurulmasının kararlaştırılması. Ve 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin fiilen kurulması… O günden bugüne kadar Yahudi/Siyonist İsrail devleti Filistin halkına karşı her türlü katliamı yaptığı halde Amerika’nın buna seyirci kalması. Bir başka önemli konu Vietnam Savaşı. 1963-1973 yılları arasında seyreden savaş’ta ABD 60 bin askerini, Kuzey Vietnam ile Vietkong 500 bini sivil olmakla birlikte 900 bin insanını kaybetti. Tabii ki bu savaşın öncesinde bir de Kore Savaşı. Bu savaşta da savaşan tarafların insan kaybı 750 bin civarındadır. İran-Irak Savaşı: 23 Eylül 1980’de başlayan ve Ağustos 1988’de BM’nin 598 sayılı kararı ile ateşkes sağlanan bu savaşta iki tarafın toplam insan kaybı 1 milyon 450 bindir.
17 Ocak 1991’de başlayan Körfez Harekâtı ve devamında 20 Mart 2003’de Irak’ın işgali ardından Irak’ta kaybedilen insan sayısı bir milyonun üzerinde. Keza Arap Baharı sürecinde sadece Suriye’deki kayıplar 500 bini buldu. Bütün saydıklarım ve sayacaklarım gösteriyor ki, dünyanın son yüzyılının en terörist ülkesi Amerika ve onun yandaşlarıdır. Olağanüstü güç zehirlenmesine duçar olan Amerika, halen dünya ölçeğinde zehrini kusmaya devam ediyor. İşte bunun son örneklerinden birisini de 15 Temmuz 2016 günü Türkiye’de yaşadık. Akim kalan darbenin liderine 1999’dan beri ev sahipliği yapıyor. Kontrolleri altındaki medya, tezvirat ve yalanda sınır tanımadı. Mesela ABD’nin NBC kanalı: “Erdoğan, Almanya’dan sığınma hakkı istedi” derken, Stratfor atmış olduğu twitlerden sıcak saatlerde Erdoğan’ın uçağının rotasını paylaştı. Wikileaks, Ak Parti ve Erdoğan’la ilgili belgeleri açıklamaya başladı.
11 Eylül’e Doğru
11 Eylül saldırılarına ilişkin olarak birçok yorum yapıldı. Hatta bu saldırıların Amerika’nın kendi tertibi olduğu haberleri de yayıldı. Hiçbir şey ihtimal dışı değil. Zira 11 Şubat 1979’da İran’da İslam adına bir devrim gerçekleşti. Doğrusu bu küresel güç odaklarının ve onların hempalarının beklemediği bir gelişmeydi. Çünkü adı geçen odaklar, yeryüzünde bir daha İslam’ın dünya görüşü olarak gündeme gelmeyeceği/gelemeyeceğini hesap ediyorlardı. Ama oldu. Ve bunu takiben Amerika’nın karizmasını yerle bir eden olayda 4 Kasım 1979’da ABD Tahran Büyükelçiliği İranlı öğrenciler tarafından işgal edildi. Sonrasında Aralık 1979’da Rusya Afganistan’ı işgal etti. Yaklaşık 1,5 milyon Afganlı hayatını kaybetti. 15 Mayıs 1989’da Gorbaçov’in emri ile savaş sona erdi ama bu kez de mücahitler(!) arasında savaş devam etti. Altı yıllık bir aradan sonra Amerika’nın engin katkıları ile TALİBAN 1996’da yönetimi ele geçirdi. Belki de İslam adına onaylayamayacağımız bir uygulama ile Taliban yönetimi 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısına kadar devam etti.
Rusların Afganistan’ı işgalinin ardından üç isim öne çıkmıştı. Dr. Abdullah Azzam, Usame b. Ladin ve Mu’sab el-Zerkavi. Bu şahıslar Rus işgaline karşı önemli ölçüde hem Afgan halkını bilinçlendirmeye ve desteğe, hem de dünya Müslümanları nezdinde cihadcı ruh’un canlanmasına neden oldular. Neredeyse tüm dünya Müslümanlarının mali ve bedensel katkıları ile sona erdirilen Afgan Cihadı sonrası Müslümanlar derin bir sükût-ı hayale uğradı. Bilhassa Tacik Şah Mesud ile Peştun Hikmetyar arasındaki savaş Afgan cihadı ile mücahid unvanı kazanmış savaşçıları farklı arayışlara sevk etti. Gerek ‘Müttefik Kuvvetler’ adı altında Amerika’nın başlattığı Körfez Harekâtı ve gerekse Bosna Savaşı mücahidler için yaşam kaynağı oldu. Ancak bir gerçeklik daha ortaya çıktı ki o da, Müslümanların cihad ruhunun canlanmasının ardından bu ruhu yok etmeye çalışan Siyonist, emperyalist küresel güç odakları’nın varlığı idi. Nitekim Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından küresel güç odakları kapitalizme alternatif tek dünya görüşünün İslam olduğu tezinden hareketle; başta tüm İslam coğrafyası olmak üzere küresel ölçekte siyasal İslam ve onun takipçilerine yönelik sindirme, itibarsızlaştırma ve gerekirse imha etme kararlılığını ortaya koydular.
Amerika başta olmak üzere bütüncül İslam anlayışını ve onun takipçilerini yok etmek yarışına giren yandaşlarına karşı İslami hareketlilik ve örgütlenmeler başladı. İlki hiç şüphesiz Pakistan medreselerinde eğitim almış çoğunluğu Peştun olan öğrenci grubunun örgütlenmesinin ismi olan Taliban’dır. Nitekim bu örgütlenmenin belki de en önemli mimarı Pakistan İstihbaratı’dır. Kısa adı ISI olan bu yapı hem 1989 sonrası Afganistan’a Taliban’ın hâkim olması için hem de 11 Eylül 2001 sonrası Amerika’nın bu yapıyı yok etmemesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Nitekim o dönemlerde ISI’nın eski direktörü olan Hamid Gül, Taliban’ın yaşamsal mücadelesinde önemli rol oynamıştır. (Kıyametin Eşiğinde, Bruce Ricdel, sh. 156)
Taliban, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından yönetimden uzaklaştırıldı. Bu kez 1988’de kurulan El-Kaide bayrağı devralmaya çalıştı. Ve El-kaide’nin eylem defterine iki önemli olay kaydedildi. Birincisi 11 Eylül saldırıları, ikincisi de 2002 Bali Saldırıları.
El-Kaide ve onun kurucu lideri olan Usame bin Ladin aslında Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı direnişe CIA saflarında başladı. Ancak Sovyetler, Afganistan’ı terk ettikten sonra Usame, bin Ladin ve arkadaşları silah bırakmayı reddetti. Çünkü Usame’nin artık ülkesini ve dinini Amerika’dan korumak gibi önemli bir görevi vardı. (William Praff, Herald Tribune, 17 Eylül 2001)
Körfez Harekâtı’nın 11 Eylül’e Katkısı
Amerika, gerek 11 Eylül saldırıları öncesi ve gerekse sonrasında sürekli güç kullandı. Yani Amerika ‘güçlü haklıdır’ felsefesini teoriden pratiğe intikal ettirdi. Bu durum da beraberinde Amerika’ya olan düşmanlıkların artmasında etkili oldu. 17 Ocak 1991’de ABD Başkanı Bush; “Geçtiğimiz yıl çok uzun süren soğuk savaş dönemini geride bıraktık. Bundan sonraki hedefimiz çocuklarımız ve geleceğimiz için yeni bir dünya düzeni kurmaktır.” şeklinde kendi kamuoyuna ve dünyaya duyurduğu Körfez Harekâtı’nın aslında ne olup olmadığını da ortaya koyuyordu. Oysa harekâta muhatap olan Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak 8 yıl Amerika adına İran’la savaştırılmıştı. Körfez Harekâtı ile Irak’ın fiili işgali arasında geçen 12 yıllık sürede Irak’a uygulanan ambargo Irak’ı bitirdi. On binlerce çocuk yetersiz beslenme sonucu öldü. Dünyanın en önemli petrol ihracatçılarından Irak açlık çekmeye başladı. Yetmedi. İran-Irak savaşını sona erdirmek için fiilen 1988’in Mart ayından itibaren Irak adına savaşa giren Amerika, Körfez Harekâtı’ndan sonra adeta İran’ın müttefiki oldu. 3 Temmuz 1988’de İran’ın 296 yolcu ve mürettebat taşıyan Airbus 300 uçağını Viskonsin uçak gemisinden fırlattığı füzeyle düşüren Amerika, harekât sonrası sanki İran’la aralarında hiçbir şey yokmuş gibi dost oluverdi. İran’ın istemi ile Taliban’ı İran sınırından uzaklaştırdı. Mücahidan’ı Halkı etkisizleştirdi. Pejak’a darbe indirdi. Saddam’ı öldürdü. Tüm bunlar 11 Eylül saldırısı öncesi Sünni örgütleri tahrik etti. Yetmedi üstüne üstlük bir de Bosnalı Müslümanlara Sırp saldırılarını teşvik etti ve on binlerce Boşnak’ın ölümüne sebep oldu. Yani 11 Eylül 2001 saldırılarının faili kim olursa olsun, sonuçta Amerika’nın hiçbir ilke ve kural tanımaksızın İslam dünyasına tahmil ettiği zulüm ve baskılar 11 Eylül saldırılarının alt yapısını oluşturdu ve meşruiyet zemini meydana geldi!
11 Eylül Saldırısı Sonrası Müslümanlar Üzerinde Planlanan ve Sergilenen Oyunlar
Amerika’nın kimyasını bozan en önemli gelişmelerden biri şüphesiz Soğuk Savaş’ın sona ermesidir. ABD Başkanı, George W. Bush ile Sovyetler Birliği lideri Mikhail Gorbaçov arasında 3 Aralık 1989 Malta adasında geçen zirvede Sovyet lideri soğuk savaş teranesinin sonlandırılmasını masaya yatırdı. ABD, her ne kadar bu sona hazır değilse de sonuçta soğuk savaş’ın sona erdirilmesi mutabakatına vardılar. Bu, ne demek? Amerika’nın 1945’den bu yana soğuk savaş bahanesi ve Komünizm tehdidi ile İslam dünyasını, üçüncü dünya ülkelerini sömürme, uyutma taktiklerinin yara alması demektir. Oysa gücünü bir ilah gibi gören Amerika, gerçek ya da sanal olsun düşmansız yaşayamaz. Dikkat edilirse Amerika’nın İslam dünyasına saldırıları soğuk savaş sonrası yoğunlaşmıştır. Önce kendisine rakip olarak gördüğü İslam’ı ve Müslümanları kendi içlerinde birbirlerine kırdırmaya çalıştı. Yani denizin taşı ile denizin kuşunu vurmaya çalıştı. Formüller üretti. İslami tehlikeyi bertaraf etmek için Müslümanları iktidara getirmek lazım dedi. (Graham Fuller’in tezi) Ya da İslami tehlikeden kurtulmak için Müslümanları da iktidardan uzak tutalım dediler (Daniel Pipes Formülü). Birincisini bazı ülkelerde uyguladılar, son olarak da 2002’den itibaren Türkiye’de uygulanmaktadır. İkincisini ise Cezayir’de devreye soktular. FİS (İslami Selamet Cephesi) 1991 Cezayir seçimlerinin ilk turunu katılımın %87’sini alarak tamamladığı halde, ikinci tura geçmeden Askeri darbe geldi. (Aralık 1991) Ve 110 bin Cezayirli hayatını kaybetti. Ali Bel Hacc ve Abbas Medeni gibi birçok şahsiyet zindanlarda çürümeye terk edildi.
Elbette 11 Eylül 2001 ile soğuk savaşın sona ermesi arasında daha birçok zulüm ve işkenceler İslam dünyasını kasıp kavurdu. Ve zaten 11 Eylül saldırıları bir süreç değil, o güne kadar devam eden zulümlere verilen bir cevaptır, sonuçtur.
ABD Başkanı Bush, saldırıların hemen ardından hem haçlı savaşından söz etti, hem de direkt olarak ‘savaştayız.’ dedi. Peki, kiminle, niçin savaştasın? Gerçi dönemin ABD Savunma bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz yaptığı bir açıklamada: “Yalnızca insanları yakalamak yeterli değil, sığınakları dağıtmak ve teröre destek veren devletleri sona erdirmeliyiz.” (Financial Times, Quentin Peel, 18 Eylül 2001) de demişti.
Amerika’nın 11 Eylül sonrası hedefi; Ortadoğu başta olmak üzere tüm İslam dünyasında ölümcül operasyonlar yapmaktı. Bunu da yaptı. Bilhassa Afganistan’ın işgali ardından, Afganistan ceza ve tutukevleri başta Taliban ve El-Kaide mensupları olmak üzere tıklım tıklım dolduruldu. Katliam had safhalara ulaştı. Dünya, insan hakları örgütleri velhasıl her kesim sadece seyretti. İşgalin ardından servise sokulan Guantanamo Kampı işkencenin, zulmün merkezi oldu. 20 Mart 2003 sonrası Irak’ta tıpkı Afganistan gibi Amerikan zulmünden nasibini aldı. Sanki Saddam’a yıllarca destek veren, İran-Irak Savaşı’nda fiilen Saddam’ın yanında savaşa katılan kendileri değilmiş gibi tavır sergileyen Amerika, Irak’ın işgali ile birlikte ki o da ayrı bir garabet; zira işgal gerekçeleri Saddam’ın kitle imha silahları bulundurduğu varsayımına dayanıyordu. Nitekim bu tezin yalan olduğu da netleşti. Gerek Blair ve gerekse Amerikalı birçok yetkililer bu konuda yanıldıklarını itiraf ettiler.
Amerika’nın Irak’ta Ebu Gureyb cezaevinde yaptığı işkenceler dünyada eşi-benzeri görülmemiş türden işkencelerdi.
Amerika’nın İslam Dünyası İle Alıp Veremediği Ne?
Amerika tüm bu işkence, zulüm ve işgalleri niçin yapıyor, gayesi ne, İslam’dan ve Müslümanlardan alıp veremediği ne?
11 Eylül saldırıları öncesinden yapılan işgal, sindirme, yok etme planlarına 11 Eylül bahane oldu. Keza bu bahane ile önce Afganistan’ı işgal etti. Afganistan işgali bir bakıma Çin+Hindistan=2.7 milyarlık bir kitleyi barındıran coğrafyanın önüne konulan bir bariyerdi. Amerika’nın hedefi Sykes-Picot’un üzerinden yüzyıl geçtikten sonra yeniden Osmanlı sonrası coğrafyayı dizayn etmek, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ve Müslümanlığın neşet ettiği coğrafyayı kendi istedikleri gibi düzenlemek idi. 17 Ocak 1991’de Irak’a Körfez Harekâtı tahmil edilirken ABD Başkanı baba Bush idi. 11 Eylül 2001’de Başkan oğul Bush’tu. Baba ve oğul Bush’lar eğitimli avenjelik’tirler. 2001-2009 yılları arasında başkanlık yapan George Bush, babası sayesinde iyi bir eğitim almış, Presbiteryen kilisesine bağlı olarak yetişmiş, Amerikan başkanları içerisinde evanjelizmi en fütursuzca savunan isimdir. (Evanjelizm ve Türkiye planı, Yasin Yaylar, sh. 43) Evanjeliklerin önemli hedeflerinden birisinin de Tanrıyı Kıyamete Zorlamak olduğu unutulmamalı.
Bilhassa Carter’den bu yana gelen ABD başkanlarının çoğunun amacı, yeni bir Sykes-Picot ortaya koymak, İslam’ı ve Müslümanları etkisiz hale getirmek, güç izharı mümkün olan ülkeleri güçsüzleştirmek, başta Ada Avrupası yani İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’nın ayağını Ortadoğu’dan çekmek, etnik, mezhep ve enerji temelli yeni yapılanmalar oluşturmaktır.
11 Eylül Sonrası, Arap Baharı ve Türkiye
17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve Yasemin Devrimi olarak adlandırılan bilahare Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye versiyonlarında ‘ARAP BAHARI’ olarak adlandırılan süreç de Amerika’nın emellerine adeta tercüman oldu. Bilhassa biz Müslümanların bu süreci İslami bir devrim süreci olarak okumamız ya da İntifada, İslami Cihad gibi görmemiz ve dillendirmemiz karşı tarafın istismarını kolaylaştırdı. Oysa olayın hiç de İslami devrim boyutu yoktu. Öne çıkan gündemler; insan hakları, hukukun üstünlüğü, halkın gasp edilmiş haklarının iadesi idi.
Ne var ki; Amerika 11 Eylül sonrası bölgesel ve evanjelik emellerini gerçekleştirmek için iyi bir fırsat yakaladı. Irak’ı bitirdi, parçaladı, Şia’ya teslim etti. Suriye’nin bitmesine göz yumdu. İran’ı P5+1 anlaşması ile devre dışı bıraktı. PKK, IŞİD, FETO örgütlerini de kullanarak Türkiye’yi hizaya getirmeye çalıştı. Türkiye direndi. ABD önce 23 Temmuz 2015’de PKK’yı devreye soktu. Aynı gün Kilis’te IŞİD’i hareketlendirdi. PKK-HDP-KCK ile varılan zımni barış süreci dinamitlendi. Fiilen çatışmalar başladı. Bilhassa PKK terör örgütü eliyle hendek savaşlarının, asimetrik savaşın başlamasının ardından, Türkiye, 911 km’lik Türkiye-Suriye sınırını tahkim etti. En vurucu birliklerini bölgeye konuşlandırdı. Türkiye, Amerika’nın Ortadoğu stratejisine yardımcı olmadı. Öte yandan Rusya ile olan kırgınlıkların giderilmesi noktasında belirli bir uzlaşma sağladı. Amerika’nın (kendi deyimleri ile) kara gücünü oluşturan PYD’ye lojistik akış sağlayan K. Irak Kürt yönetimi ile Türkiye’nin geliştirdiği yakın ilişkiler, K. Irak’tan PYD’ye lojistik akışı önledi. Buna mani olmak için İran’ın da katkıları ile KYB ile Goran Cephesini yakınlaştırarak Barzani yönetimini köşeye sıkıştırmaya çalıştılar.
Suriye’de; neredeyse Beşer Esed rejiminin katliamlarının devamı için adeta IŞİD ve PYD’yi Türkiye’nin başına musallat ettiler. Türkiye, zamanında ve gerekli değişiklik ve taktiklerle planlarını akamete uğrattı. İlan etmiş olduğu kırmızıçizgi AZEZ-Cerablus hattı konusunda geri adım atmadı. Medyanın tüm tezviratına rağmen, 98 km uzunluğunda ve 45 km derinliğindeki hattı korudu. Başika’dan taviz vermedi. 1926 Ankara Anlaşması’nı gündeme getirdi. Terörle mücadeleyi Amerika ve onun işbirlikçilerinin isteği doğrultusunda değil, kendi stratejisine uygun bir şekilde devam ettirdi.
15 Temmuz Kalkışmasını Nasıl Okumalıyız?
Amerika için ve onun destek verdiği FETÖ hareketi için zaman daralıyordu. Oysa Amerika, Sykes-Picot’un 100. yıldönümünde Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasına yeni bir şekil vermek istiyordu. Önündeki tek engel Türkiye idi. İşte 15 Temmuz 2016 kalkışması bu engeli ortadan kaldırma kalkışmasıdır. Bu darbe hareketinin en önemli özelliği, bundan öncekiler rejimi ya da yönetimi hedef almışlardı, bu ise, devleti, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef almıştır. Zira Saddam’ın Kuveyt’i işgali ardından 20 Eylül 1990’da DOHA’da yapılan bir basın toplantısında Amerikalı Binbaşı’nın gelecekte Kürt Devleti’nin topraklarını ifade ederken sağ elinin avuç içinin altında Türkiye toprağı da vardı. Güneri Civaoğlu buna itiraz edince Binbaşı: “Müsaade etmezseniz çarpışacaksınız.” demişti. Keza Amerikalı neo-con albaylardan Peters de 2006’da Ortadoğu’nun, İslam coğrafyasının yeni haritasının nasıl olacağını Amerikan Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlamıştı. Peters’in haritası dikkatlice incelenirse darbe teşebbüsünün arka planı daha net anlaşılır. Şayet adı geçen darbe gerçekleşmiş olsaydı Türkiye’nin parçalanması muhakkaktı.
11 Eylül 2001 sonrası İslam coğrafyasına tahmil edilen tüm baskı, zulüm, siyasi oluşumlar, ekonomik hareketlilik ve etnik, mezhebi, enerji odaklı gelişmeler Amerika’nın ajandasına göre gelişmiştir. Ne var ki coğrafyamızın tüm kayıplarına rağmen ABD’nin sonuç aldığını söyleyemeyiz.
Dilerseniz makaleyi Usame b. Ladin’in 11 Eylül sonrası El-Cezire’ye verdiği bir beyanatla bitirelim:
“Allah’ın inayetiyle Amerika hayati noktalarından birinden vuruldu, en büyük binaları yerle bir oldu. Allah’a şükürler olsun. Amerika, güneyinden kuzeyine ve doğusundan batısına kadar dehşete düşürüldü ve Allah biliyor ki Amerika’nın tattığı bu acı bizim yaşadıklarımızın sadece kopyası. İslam toplumu 80 yıldan fazla bir süredir bu acıları yaşadı, küçük düşmeyi ve utancı yaşadı; evlatları öldürüldü, kutsal saydıklarına hakaret edildi… Onlar kurbana karşı kasabı, masum çocuğa karşı zalimi desteklemişlerdir. Onların karşısında Allah’a sığınıyorum ve Allah’tan onların ne hak ediyorlarsa onu görmelerini niyaz ediyorum.”