Zamanı Ne Zaman Fark Edeceğiz?

Zamanı Ne Zaman Fark Edeceğiz?

Hiç zamanında yaşamamış birisi nasıl zamanında ölsün ki?

Bu cümle aslında bizim bugünkü yaşantımızın bir özetidir. Zaman hayatımızın vazgeçilmezi olduğunu, onsuz hayatın akmayacağını bildiğimiz halde bunun farkında mıyız? Hayatımızda zamanın yeri nerede?

İnsan doğru zaman anlayışını tamamen yitirmiş durumda. Doğru zaman uygunsuz zamana boyun eğmiş durumda. Zaman bütün ritmini, akışını kaybettiğinde, herhangi bir dayanağı veya istikameti olmadan açıklığa doğru akıp gittiğinde, doğru veya iyi zaman ortadan kaybolur.[1] Ortadan kaybolan sadece bunlarla sınırlı olmayıp zamanı birden on ikiye kadar yazılı bir çember içine hapsetmiş durumdayız. Her gün kolumuzda taşıdığımız ve hayatımızı o sayılara göre kurduğumuz bir hayat yaşıyoruz. Peki, gerçekten zaman mefhumu eskiden de böyle miydi?

Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısı bizlere unuttuğumuz/unutturulan zaman mefhumunu çok güzel bir üslup ile hatırlatmaktadır. Ahmet Haşim yazısının girişine şu satırlarla başlar;

“Saat’ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi. [2]

Burada bir değişimden haberdar ediyor. Artık “saat” ve “gün” kavramlarının hayatımızda eskisi kadar bir yeri olmadığını veya bizim için önemsiz birer kavramlar olduğunu bizlere bahsediyor. Ve devam ederek zamanı şöyle tarif ediyor;

“Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı.”[3]

24 saatlik gün tanımı bizim hayatımıza sonradan girmiş olan bir mefhum. Eskiden insanlar zamanın içinde bulunup doğa ile birlikte zamanı yaşıyorlardı. Bu yeni ölçünün hayatımıza bir zelzele gibi girdiğini de şu satırlarla belirtiyor;

“Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.”[4]

Gecelerimiz gündüz oldu, zaman kavramının bizim için bir anlamı kalmadı. Gündüz vakti bir AVM’ye girdiğinizde yapay ışıklar altında zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmıyor insan. Çünkü ışıksal olarak bir değişim olmadığından sanki o anda zaman durmuş ve sadece oradaki insanlar hareket ediyor zannediyoruz. Oradan çıktığımızda ise “Ne zaman akşam oldu?” diye kendimize sormaktan alıkoyamıyoruz. Zamanın bir çığ misali hızla yuvarlanmasının nedeni, kendi içinde bir dayanağı olmamasıdır. Bugün zamanla bağlantılı olan şeyler eskisine göre çok daha hızlı eskiyor. Hızla geçmişte kalıyor ve böylece dikkatimizden kaçıyorlar. Şimdiki zaman bir güncellik noktasına indirgenmiş durumda. Artık bir süremi yok.[5] Maalesef.

Yazının sonlarına doğru ise unuttuğumuz bir kavramı bizlere hatırlatıyor. Müslümanların unuttu(ruldu)ğu Fecr vaktini/saatini bakın nasıl anlatıyor;

“Fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.”[6]

Fecir saatinde bütün canlı cansız varlık ayağa kalkmak için harekete geçmiş iken insanoğlu gaflet içerisinde bu hareketlilikten bihaber olduğunu ise şu satırlardan anlıyoruz;

“Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.”[7]

Çölde yolunu kaybedenler gibi biz de şimdi zaman içinde yok olmaya doğru gitmekteyiz. Zamanında ölmeyi beceremezsek uygunsuz, hazırlıksız bir zamanda yok olmak zorundayız. Uygunsuz bir zamanda hazırlıksız bir anda yok olmamak mı? Yoksa bir dayanağı ve istikameti olarak ölmek mi? Bunun için bulunduğumuz zamanı fark edelim. Yaşam şimdiden diğerine aceleyle geçip durulan bir hayat. Her gün bir öncekine göre daha da hızlanan hayatımızda hız rüzgârının bizden alıp götürdüğü değerleri unutmayalım. Bu hızlı akışta bir dayanağımız olması gerektiğini bu dayanağımızın istikametimize yön verdiğini unutmayalım. Bir gün o rüzgâr bizi de alıp götüreceği vakit tutacak bir dayanağımız olsun.

Selametle…

 


[1] Chul Han, “Zamanın Kokusu”, 2019, s.12

[2] Ahmet Haşim, “Müslüman Saati”, 1997

[3] A.g.e

[4] A.g.e

[5] Chul Han, “Zamanın Kokusu”, 2019, s.15

[6] Ahmet Haşim, “Müslüman Saati”, 1997

[7] A.g.e

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.