Yitik Hikmeti Unutmak

Yitik Hikmeti Unutmak

“Hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa onu alır.” cümlesini bir zamanlar baş tacı ettiğimiz gerçeğini ifade etmek, uzun yıllar öncesinden bahsediyormuşuz gibi geliyor. Oysa şunun şurasında bir çeyrek asır önce, bu düşünce hem teorik olarak zihinlerimizde, hem de uygulamada tarz-ı hayatımızda mündemiç idi.

Hikmet kavramı, daha ilk insanla beraber, insan zihninin meşgul ede gelmiştir. Ancak ne olduğu konusunda açık beyanlara rastlamak mümkün değildir. Bu yüzden, adı hikmet olmuştur. Bu sebeple “yitik” kabul edilmiştir. Ve onu aramak ve hiçbir zaman da bulamamak hikmetin barındırdığı başka bir hikmettir.

 Hikmet, Yaratanın uygulamalarındaki soru işaretleridir. Bunun ipuçlarını bazen Hızır aleyhisselamın Hz. Musa’ya yaşattığı akıl almaz olaylarda görebilmişizdir. Hikmet, kimi zaman güzel bir sözde gizlenmiştir. Başka bir zaman, Peygamberlerin cümlelerinde, ya da tavırlarında var olmuştur. Hikmet, belki de Rabbimizin bizlere sunduğu bilgilerden bir demettir. Bir öğretidir hikmet, dahası bilinmezliktir, gizli sebeptir.

Efendimizin sünnetlerini örf ve adetlere dönüştürerek yaşamayı öncelikli kabul etmiş milletimiz, hikmetin diğer anlamlarından çok,  “gizli sebep” anlamını sanki daha dikkate değer bulmuştur. Bu sebeple Medine döneminden itibaren Müslümanlar arasında hâkim olan sulh ve sükûndan daha sonra bizim milletimiz de nasiplenmiştir. Kökü dışarıda olan mihrakların gayretleri ve iç cehalet sebebiyle neşet etmiş nadir isyan olaylarının dışında, yüz yıllar boyu huzurlu coğrafyalar oluşturmamızın ana nedenlerinden bir de hikmet anlayışının düşünce hazinelerimizde mevcudiyetini muhafaza edebilmesidir. Mevcut kader anlayışı ile bütünleşen hikmet düşüncesi Ümmet-i Muhammed’in, ağır oturup batman kalkmasını sağlamıştır. Bu olgu Batı toplumlarında görülen taşkınlıkların Müslüman halklarda görülmemesini sağlayan ana unsurlardan biri olmuştur.

Mümin kişinin zihninde oluşan hikmet anlayışı, o kişinin mensup olduğu aile, mahalle ve topluma göre bir hiyerarşi oluşturmuştur. Bu, birinci basamakta inanan insanın kendisi, en sonda ise Yaratan’ı olacak şekilde meydana gelen bir düzen anlamına gelmektedir. Böyle bir tertipte, öncelikle kendi iradesi dışında gerçekleşen en basit hadiselere bile hikmet gözü ile bakan mümin, kâinatta husule gelen hadiselere “Allah’ın hikmetidir.” anlayışı ile bakabilmeyi adet haline getirmiş olmaktadır. Ferdi plandaki bu düşünce zinciri toplum bazında da gerçekleşmektedir. Böylece inanan kavimlerde var olagelen hikmet anlayışı, südur edebilecek zararlı birçok toplumsal olayın önüne geçmiştir.

Kâinatın yaratılışı inanan zihinlerde bir hikmete binaendir. İnsanın yaratılışında da sayısız hikmetler mevcuttur. Canlılardaki dişi ve erkek gerçekliği, kâinatın neden insanlığın hizmetine musahhar kılındığı, bilimsel cevapları olsa da hikmetin bir sonucu olduğunu çağrıştırmaktan kurtulmamaktadır.

Doğal afetlerin husule gelmesinin nedenlerinden birinin de hikmet olduğu inancı yüzyıllardır inanan toplumların zihin dünyasında yerini almıştır.

Günlük hayattaki arızalar, belalar, musibetler, şaşkınlıklar, sevinçler, kederler bizler tarafından “Hikmetinden sual olunmaz.” ilahi çerçevesinin içinde değerlendirilirdi.

İslâm coğrafyasında, yağmurun az yağması hikmete binaen, imtihan maksadı ile gerçekleşmiş bir olay olarak kabul edilirdi. Yağmurun çok yağması da Müslüman halk tarafından daima hikmetin gereği olarak algılanmıştır.

Ürünün bol olması da kıt olması da imtihan sebebi sayılır; imtihanının ana sebebinin ise hikmet olduğu düşünülürdü.

Mümin bir ailenin çocuğunun olmaması, kız çocuğunun olmaması ya da erkek çocuklarının olmaması “Bunda da var bir hikmet” ön kabulü ile değerlendirilip;  büyük sıkıntılarla karşılaşılmazdı.

Tarihin akışı bir hikmet gereği idi. Savaşların sebepleri bilinse de, sonuçları hikmetin yavrusu olarak değerlendirilirdi.

Bizim medeniyetimizde, hikmet düşüncesinin yaygın bir biçimde her şeye uygulanması yeryüzünde her şeyin yerli yerince mevcudiyetini devam ettirdiği fikrini benimsetiyordu. Bu fikir ise kainatta kaos düşüncesini yok ediyordu.

 Her şeyin bir hikmeti var, her hikmet kesin olarak bilinemeyen bir soru işaretidir. Bilinen tek şey ise, hikmetin sahibinin kim olduğudur. Bu kadim düşünce günümüze kadar gelebilmeyi başarabiliştir.

Sanayi devrimine kadar dinden kopmayan Avrupalılar, bu devrimi gerçekleştirince dinden uzaklaşmayı hızla gerçekleştirebildiler. Bunu yaparken tabi ki reformlar, devrimler yapmak zorunda idiler. Devrimlerin alt yapısını elbette ki yönlendirici kavramlar ve yeni ilkeler ortaya koymak gerekiyordu.

Batı’nın kendi ilerlemesini gerçekleştirirken ortaya attığı birçok kavram arasında bizleri “yitik hikmet”in peşinden alıkoyacak iki önemli kavarama dikkat çekmek yerinde olacaktır: Determinizm ve pozitivizm. 

Determinizm, ilk ortaya çıktığında, aslında insanın özgür olmadığını, dünyadaki bütün olayların aslında önceden tasarlanmış olduğu ve bu sebeple insan iradesinin olmadığı fikrini savunan bir felsefe akımı idi. Bu yönü ile bizdeki “Cebriye” mezhebine benziyordu. Ancak daha sonraları “Bireyselciliğin” etkisi ve Batı İnsanın Allah’ tan uzaklaşmasına paralel olarak determinizmin, “belli sebepler belli sonuçları doğurur” fikri ön plana çıkartıldı. Bundan dolayı determinizm, insanın özgürlüğünü engellemek yerine insanın ilahlaşmasına hizmet eder hale getirildi.

İlahi köklerinden tamamen kopan Avrupalı filozoflardan Auguste Comte’un ortaya attığı Pozitivizm ise, deneyi ilahlaştıran bir yapı arz eder. Bu düşünceye göre metafizik açıklamalar teorik açıdan imkânsızdır. Çünkü görülemeyen varlıklar deneye tabi tutulamazlar, öyleyse onlarla uğraşmak beyhudedir. Comte’a göre olayın gerçek nedeninin, yani özünün ne olduğunu araştırmak anlamsızdır.

Determinizmin ve pozitivizmin çok hızlı bir biçimde dünya yüzeyine yayılması Müslümanları da etkilemiştir. Her ne kadar teorik açıdan bu iki düşünceye iman etmesek de hiç ummadığımız ve beklemediğimiz bir şekilde pratik determinizm ve pozitivizm bizlerin de hayatına girmekte gecikmemiştir.

Dikkate edilirse, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurması ve olayların gerçek nedenlerini yani özlerini araştırmanın gereksiz olduğu fikri hikmet arayışına son vermektedir.

Yaşadığımız şu günlerde elde ettiklerimizi ve elde edemediklerimizi Determinizm’e bağlar hale geldiğimizi itiraf etmek durumundayız. Başarılarımızı maddi sebeplere dayandırıyoruz. Çocuklarımızın zekâlarını öve öve bitiremiyoruz. Zenginlikler yalnız ve yalnız kendimizden kaynaklanıyor sanıyoruz. Bürokratik ilerlemeler sadece kendi özelliklerimizden neşet ediyor gibi bir hal aldı. Başımıza gelen musibetler hep maddi sebeplerin sonuçları gibi algılanır oldu. Aile felaketlerinin sebeplerinde hikmet yok gibi. Günlük hayat kâinatı düşünmememizi engeller bir veçhe üzere devam ediyor. Bizleri hikmete götürecek çevre bağlarından kopmak üzereyiz.

Öbür taraftan olayların ve eşyanın özü ile ilgilenmeye vakit bulamaz bir hayat tarzını baş tacı eder duruma itildiğimizin farkında değiliz. Metafazik olayları düşünemez bir düşüncesizlik dünyasında ıvır zıvır şeyleri düşünmekle vakit harcıyoruz. Kâinatın yaratılışındaki hikmeti akletmek zorumuza gidiyor. Olayların direk sebeplerini düşünmeye kalkışıyoruz. Aklımıza gelen ne kadar maddi sebep varsa onları sıralıyoruz. Lakin son cümle olarak bile ”Hikmetinden sual olunmaz.” cümlesi artık dilimizin ucuna gelmiyor.

Oysa unutmamamız gereken hakikat şudur: Bizim tarifimiz yapılırken, biz müminlere  “Yitik hikmetin arayıcıları” denilmişti.

**

Hikmetinden Sual Olunmaz

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.

Derviş soluğu berberde alır.

– Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Başın sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Bu esnada içeri bıçkın bir kabadayı girer. Dervişin başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak;

– Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek.

Usulca kalkar yerinden.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar.

Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder.

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç adım atmıştır ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.

İki atın arasına yerleştirilmiş uzun, sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır kalır. Ölmüştür.

Berber şaşkın, bir manzaraya bir olaya bakar, gayr-i ihtiyari sorar.

– Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir.

– Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı… Hikmetinden sual olunmaz…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.