Vazifen Büyüktü Ey Ehl-i Kitab! Ama Kaybettin!

Bütün peygamberlerin ortak çağrılarından olan Emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma yönündeki faaliyetler için kullanılan dinî, ahlâkî ve hukukî bir tabirdir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu görev, tarihte yaşamış olan bütün peygamberlerin ortak vasfı olarak karşımıza çıkmaktadır. Nuh aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, Musa aleyhisselam, İsa aleyhisselam, Muhammed aleyhisselam ve diğerleri.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyurmaktadır.
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz…”
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah, kullarından yine kendi kullarına, iyiliği emretmelerini ve onları kötülükten sakındırmalarını istiyor. Bu müessesenin devam etmesini, toplumda işlerlik kazanması insanlardan talep ediyor. Bu vazife yerine getirildiği takdirde hem topluma hem de ferde huzurun hâkim olacağını bildiriyor. Bundan dolayıdır ki insanlık, bu ayetlerin gereği olan emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker müessesesini ne zaman çalıştırmış ise, insanlar ve toplumlar rahat bir hayat sürmüşlerdir. Ne zaman ki bu iş bırakılmış, o zaman insanoğlu toplumun ifsadından kendini bile koruyamayacak bir hale düşmüştür.
Emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker vazifesi Hz. Âdem’den bu deme her zaman var olmuştur ve var olmaya da devam edecektir biiznillah. Hz. Muhammed aleyhisselam ve O’ndan önce gelen peygamberler de bu görevi yerine getirmek için canhıraş çalışmış, çabalamış ve hatta bazı zamanlar canları ile bu çabanın karşılığını ödemişlerdir. Öyleyse yapılacak iş açık ve nettir. Hangi dönem olursa olsun ben Müslümanım diyen herkes ilk önce bulunduğu çevreden başlamak üzere, gücü ölçüsünce emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker vazifesini yerine getirmekle yükümlü olduğunu unutmamalıdır.
Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir. İnsanlığın geçmişi bu emri yerine getirmeyenlerin ya da terk edenlerin hazin sonları ile doludur. Hz. Muhammed aleyhisselam’a indirilen dinin en yakın şâhitleri ve zaman dilimi olarak da en yakınları olan Ehl-i Kitab, bu konuda bizlere en büyük örnekliği teşkil etmektedir. Ehl-i Kitab “Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılan bir tabirdir.” İşte bu hazin sona maruz kalan Yahudi ve Hıristiyanların durumlarına hep beraber ibret nazarı ile bakmak hepimizin yararına olacaktır.
Ehl-i Kitab’dan Yahudiler ve Hıristiyanlar kendilerine tâbi olanları hak yoldan saptırmak için epeyce gayret sarf etmişlerdir. Ne zaman bir fırsat bulsalar hemen o fırsatı Allah’a isyan için kendi nefisleri doğrultusunda kullanmışlardır. Kendilerine gelen ilahi uyarıları ve vahyi kulak ardı etmişler, vahye uymayı bırakın vahyi kendilerine ulaştıran peygamberlerini dahi katletmişlerdir. Hangi dönemde olursa olsun ilahi emre uymayan ve ilahi emre uymayı öğütleyenleri dinlemeyen her türlü zorba kavim, Allah’ın azabı ile karşılık bulmuştur. Ehl-i Kitab’ın bu durumu ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de Taha Suresi’nde anlatılan şu kıssa gerçekten calibi dikkattir. Olay şöyle gelişir:
Musa aleyhisselam Tur dağına çıkınca Sâmirî halktan altınlarını toplamış ve eriterek bir buzağı yapmıştır. Musa aleyhisselam gelene kadar bu yapılan buzağıyı ilah edinmelerini telkin etmiştir. Ve her ne kadar Harun aleyhisselam defaatle uyarsa da, halk Harun aleyhisselam dinlememiş ve Musa aleyhisselam gelene kadar buzağıya tapmayı devam ettirmişlerdir. Ve
Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) “Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)” dediler.
Onlar bu heykelin, sözlerine karşılık vermediğini, kendilerinden hiçbir zararı uzaklaştıramayacağını ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacağını görmezler mi?
And olsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: “Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân’dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin.”
Onlar da, “Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceğiz” dediler.
Evet, İsrailoğulları görüldüğü üzere bir dinin en temel akidesi olan ilah inancında şirke düştükleri halde Sâmirî ve adamlarına karşı sükût etmişler, hatta içlerinden birçoğu da Sâmirî’ye uymuştur. Kendilerinin yanlışlarını anlatan Harun aleyhisselam’ı bile dinlememişler ve ona kötü davranmışlardır. Ve ayette geçtiği üzere Musa aleyhisselam Sâmirî’ye cevabı çok ağır olmuştur.
Mûsâ, “Çekil git! Artık sen hayatın boyunca (hastalanıp) “Bana dokunmak yok!” diyeceksin. Senin için, asla kaçamayacağın bir ceza daha var. Hele şu ibadet edip durduğun ilâhına bak! Biz onu elbette yakacağız ve onu muhakkak denize savuracağız. Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.
Kendilerine çeki düzen vermeyen Sâmirî ve yandaşları Allah’ın azabı ile karşı karşıya kalmışlardır. Ve ayrıca emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker vazifesi İsrailoğulları tarafından yerine getirilmediği gibi bir de yapılan yanlışa uyulmuştur. Ne toplum ne de toplumun ileri gelenleri görevlerini yerine getirmemişler ve Allah’ın azabına dûçar olmuşlardır. Ehl-i Kitab yani Yahudiler ve Hıristiyanlar buna benzer birçok isyan hareketine girişmişler ve buna mukabil ne yöneticiler ne de genel halk kitlesi bu isyana karşı bir vazife yapmıştır. Elbette sükût etmeyen, hakkı savunanlar her dönemde olduğu gibi bu dönemde de olmuştur. Ancak biz burada genel bir kanaatten bahsetmek istiyoruz.
Bu olaydan da anlaşılacağı üzere İsrailoğulları Allah’a ve rasulüne karşı gelmişlerdir. Ve bu menfi hareketlere karşı da halk, emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker vazifesini yerine getirmemiş ve Allah’ın gazabına uğrayanlardan olmuşlardır. Halk ise “ya hu biz ne yapıyoruz, bu yaptığımız bizi yediren içiren ve firavundan kurtaran Allah’a isyandır, peygamberine isyandır” diye genel bir kanaat oluşturma ve birbirlerini uyarma yoluna da gitmemişlerdir. Bu ve bunun gibi birçok olay üzerine Allah onları kıyamete kadar kötü bir nam ile namlandırmıştır. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Yahudilerin Allah’ı görmek istemeleri, Cebrail’e düşmanlık etmeleri, İsa peygamberi aleyhisselam ilah edinmeleri, cumartesi yasağını çiğnemeleri, kafalarına göre helali haram haramı helal kılmaları, başta Musa aleyhisselam ve İsa aleyhisselam peygamberler olmak üzere birçok peygambere ihanet etmeleri vd. Bu sayıyı çoğaltmak mümkündür.
Bütün bunların üzerine Allah sessiz kalan koskoca bir halkı iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevini yapmadıkları için kıyamete kadar lanetlemiştir. İşlerini rast getirmemiştir. Her devirde zillet onları bulmuştur. Ve en önemlisi de gerçek zillet onları ahirette bulacaktır. Ve sonuç olarak bizler de 1400 yıldır günde beş vakit bu kötü nâmı ve gazabı dile getirmekteyiz.
Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.
Tüm bu mülahazalardan sonra Rabbimiz, dünyaya yarattığı günden beri bir sistem kurmuş ve bu sistemin işlemesi önündeki her türlü engelin kaldırılmasını istemiştir. Bu sistemin adı emri bi’l-ma‘rûf nehyi ani’l-münker vazifesidir. Bu isteğin yerine getirilmemesi durumunda hangi kavim olursa olsun -ister Müslümanlar isterse Ehl-i Kitab- gereğinin yerine getirileceği, azabın onları yakalayacağı da birçok ayet ile sabittir. Bu vazifeyi yerine getirenlere ise her türlü nimet ile karşılık verileceği çeşitli ayetlerde dile getirilmiştir.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.