TELEVİZYONU KAPAT  KALP GÖZÜNÜ AÇ

TELEVİZYONU KAPAT  KALP GÖZÜNÜ AÇ

Dünyanın ilk televizyonu İskoç L. Baird tarafından yapıldı. L. Baird 1924 tarihinde ilk televizyonun patentini aldı. “Televisior” denilen ve bu alet oldukça ilkel koşullarda üretildi. Eski bir çay kutusunun üzerine monte edilen Televisiorun motoru ev yapımı bir nipkow diskten oluşmaktaydı. Disk tekeri olarak şapka kutusundan kesilen yuvarlak karton, lambayı yerleştirmek için bir bisküvi kutusu, mil yerine dikiş iğnesi bu motor için ideal malzemeler olarak kullanılmıştı. L. Baird o imkânsızlıklar içinde yaptığı televizyonun bugünkü halini görse ne yapardı acaba?

Televizyonların analarımızın yaptığı dantellerin üzerini süslediği, akşam açılan yayının sadece ajans dinlenmek için kullanıldığı günlerden, karşısından ayrılmadığımız, adeta karşısında ömrümüzü tükettiğimiz günlere geldik.

— Günde 3 saat tv izleyen biri senede 1095 saat tv izliyor. Bu da okulda görmüş olduğu eğitimden daha fazla bir süreyi içeriyor. 15 bin sayfalık bir kitap bu zaman dilimi içerisinde okunabilir. Bir yabancı dil rahatlıkla öğrenilebilir.

— İnsan televizyon izlerken beyin dalgaları zayıflıyor ve savunmasız duruma düşüyor. Bilim adamları madde bağımlılığı ile televizyon izleme arasında bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Yani madde bağımlıları kullandıkları maddeden uzaklaşmak istediklerinde yaşadıkları ruh hali ile televizyonu izlemeyi bırakanlar arasındaki ruh hali benzerlik göstermektedir.

— Bizim millet olarak okuma alışkanlığımız yok. Türkiye’de 95 kişiye bir kahvehane düşerken, 65 bin kişiye de bir kütüphane düşüyor. Biz kitap değil televizyon okuyoruz. Televizyonun bizden çaldığı değerleri geri getirmek için çaba göstermiyoruz bile. Düşünebiliyor musunuz misafiriniz geldiğinde bile sohbet yerine beraber diziler izleniyor. İnsanlar televizyon izleye izleye birbirlerinin gözlerine bakmayı unuttular. Biz insanların birbirinin gözlerine bakmalarını istiyoruz.

— Küçük çocuklara fazla televizyon izletmek onlarda otizm hastalığına sebep oluyor. Biz biraz rahatlayalım diye çocuklara bir müzik kanalı açıyoruz ya da bir çizgi film ama çocuklar ilk şiddeti çizgi filmlerde görüyorlar Tom’un Jerry’ye yaptığı eziyetler sonucunda. Ve çocuklarımız ilerleyen zamanlarda konuşma güçlüğü çekiyorlar, zamanında konuşamıyorlar.

Sonra bir de yine çocuklarımızın ahlakî gelişmelerini engelleyen yayınlar var. Cinselliğin son derece pornografik bir şekilde ortada oluşu hiç şüphesiz ailemiz için bir tehlike olduğu kadar, kültürümüz için de bir sorun teşkil ediyor. Eskiden ben hatırlıyorum, ekrandaki haber spikerine bu adam benim gözümün içine bakıyor diye bakmayan anneannem şimdi televizyonun karşısında o dizi senin bu dizi benim saatlerce oturmaktan geri kalmıyor. Televizyon bizi hiç de alışık olmadığımız şeylere alıştırdı.

İlginçtir başka hiçbir iletişim aracı televizyon ölçüsünde yaygınlığa sahip değildir. Dünyanın her yerinde her evde aşağı yukarı bir televizyon alıcısı vardır. Çocuklarımızı evlendirirken bile ilk yaptığımız iş çeyizlerine bir televizyon almak. Televizyon yayıncılığının ağırlıklı olarak görüntüye dayanması, programlarının akışı içinde her kesimden insana hitap edebilecek tarzda düzenlemelerin yapılabilmesi, kolay izlenebilmesi, eğitim ve sınıf  farklılıklarının engeline takılmaksızın etkisini her yere ulaştırmasına imkân vermektedir. Öte yandan izleyicilerine “haber” vermek yerine eğlence sunması özellikle magazin programlarıyla sürekli şimdi ne olacak duygusunu ayakta tutan sürprizlere ve skandala açık yayıncılığı ortalama bir insanın bir hayli zamanını televizyon karşısında geçirmesine neden olmaktadır.

Ayrıca televizyon yayıncılığının öncelikle gündelik hayat üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Artık akşamları dizi filmler, haberler, belgeseller, tartışma programları, spor programları var ve gündelik hayatın yaşanma biçimini önemli ölçüde bunlar belirliyor. Çünkü televizyon ekranlarında gösterilen, anlatılan konulardan haberdar olmak demek, onun en merkezî yere yerleştiği, en yeni türden bir topluluğun aktif bir üyesi olmak, televizyonun etkin bir rol oynadığı genel yaşam stilinin dışına düşmemek anlamına gelmektedir. Gündelik konuşmaların bağlamını önemli ölçüde televizyona ait veriler oluşturuyor.

Televizyonun gücü sadece ucuzluğundan gelmiyor aynı zamanda görüntünün okutulabilir olmasından da geliyor. Yazının ve sözün gücü, kendisiyle sınırlıdır. Oysa görüntü istenildiği gibi okutulabilir. Arthur A. BERGER:

“Televizyonun yumuşaklığı (artık yaşamımızın önemli bir parçası haline gelen) parlaklığı, göz kamaştırıcılığı, hemen her şeye nüfuz ediciliği, onun gücünü görmezden gelmemize neden olmaktadır” diyor ve televizyonun, bir an önce yenmek için yığınla çaba sarf ettiğimiz bağımlılıklar yarattığını, dolayısıyla televizyon mahkûmları olduğumuzu belirtiyor. İnsanların bu mahkûmiyeti de, onların daha kolay idare edilebilir ve yönlendirilebilir hâle gelmesine yol açıyor.

Televizyon sayesinde dolandırıcılar statü sağlıyor ve güçleniyor. İşte bakın, batan banka patronlarını, batan medya imparatorlukları gözümüzün önünde.  Televizyon dikkatleri belirli sorunlara, çözümlere ya da insanlara çekip yönlendirerek, güç sahibi olanları kayırıp buna bağlı olarak da rakip birey ya da gruplara yönelmelerini önlüyor. Örnek, Irak’ın başına gelenler… E hani demokrasi nerde? Aylarca demokrasi götüreceğiz diye başta televizyonlar, tüm kitle iletişim araçları bas bas bağırdı ama ortada vahşetten başka bir şey yok…

Bir de televizyonlarda oynatılan filimler var. Dünya sinemacılığının merkezi Amerika olunca, televizyon sinemalarında Amerikan sinemasının önemli bir yer tutması da kaçınılmaz oluyor. Amerikan sinemasının iki önemli özelliği, şiddet ve cinselliğin yoğunlukla kullanılması ve “sen ne yaptığını zannediyorsun ben bir Amerikalıyım” replikleriyle üstün ırk Amerikalı, yenilmez süper güç Amerika düşüncesinin dayatılmasıdır. Pentagon’un yaptığı destekle çoğalan bu filmler, bir yandan şiddet ve cinselliği yayarken, diğer taraftan ideolojiyi de transfer etmektedir. Amerika, sinema sektörüyle kültürel emperyalizmin her eve girmesini başarmıştır. Genç neslin amerikan sinemasıyla yetişmesi, amerikan kültürünün zihinlere yerleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Amerikalılaşan toplum, Amerikalı gibi düşünüp onlar gibi yaşamaya başlıyor. Günümüz insanı, her gün görmeye alıştığı ve zararsız olduğuna inandığı şeylerden kuşkulanmak zahmetini göze alamayacak kadar duyarsızlaştırıldı.  Artık evde çayımızı içerken ölen insan haberlerine bakmaktan üzüntü duymuyoruz. Eskiden haberlerde PKK tarafından şehit edilen bir askerin ailesini görünce biz de o aileyle birlikte dualar eder gözyaşı dökerdik. Şimdilerde ise bu ve benzeri olaylar tamamen sıradanlaştı.

İnsanlar artık arka tarafta dönen dolaplardan biraz kuşkulanmalı. Çünkü modern teknolojinin kitle iletişim araçlarına yaptığı katkıların sonucuna bağlı olarak; sistemin kitleleri etkisizleştirme yöntemleri de bu modernleşmeye bir anlamda ayak uydurmak zorunda kaldı. Televizyonun karşısına oturan her izleyici, televizyon muhabirlerinin müthiş girişkenlikleri ve gerçeği yansıtabilmek uğruna cansiperane çabaları sayesinde, dünyada olan biten her şeyi bütün gerçeklikleriyle izleyebildiğine inanıyor. Oysa iletişim bilimci Arthur A. BERGER’ in deyimiyle;

“Kitle iletişim araçlarıyla yansıtılan gerçekler, her zaman gerçeği yansıtmayabilirler.” Çünkü insanın kontrolündeki kamera, bir tek noktayı veya objektifin görüş alanına giren yerleri görüntüleyebilir sadece. Böylece televizyon, gerçekleri yansıtan bir araç olması gerekirken, gerçekleri gizleyen bir kitle iletişim aracına dönüşmektedir. Bunun örneklerini 1990 yılındaki Körfez Savaşı’nda yeterince görebilme imkânımız olmuştu. Bugün de buna benzer şeyleri yaşıyoruz aslında. Meselâ son Irak savaşı’nda Amerika ve ittifak güçleri, medyayı da kontrolünde bulundurarak, bir “işgal gücü” görüntüsünü silmeye çalışıyor ve haksız ırak işgallerini meşru bir zemine oturtma çabası gösteriyorlar. İşgal güçlerinin kontrolündeki medyanın taraflı, eksik ve yanlış bilgilendirmeleri sonucu bölgede neler olup bittiğine dair de izleyici kitleler tam anlamıyla bilgi sahibi olamıyor. Verilmek istenen mesaj şu: “Amerika, bölgeyi terörden arındırmak ve demokrasiyi yerleştirmek için burada!”. Oysa artık birçok insan anlamaya başladı ki, mesele televizyonun gösterdiklerinden çok farklı bir boyuta sahip. Bu gelişmeler karşısında televizyonların aslında bir iletişim sağlamaktan çok, belli bir düşünceyi, kanaati, uygulamayı tek taraflı olarak iletmekten öte bir işlevi olmadığını gösteriyor. Sözgelimi, bölgeyle tarihî ve kültürel bağları olan Türkiye’nin medyası bile, neredeyse “Amerikan Medyası” gibi bir işlev üstlenmiş görünüyor. İşte bu yalan ve dayatma politikaları yüzünden Amerika’da film sektörü, büyük destek görüyor.

Sürekli televizyon seyreden bir kişi ailesiyle zaman geçiremiyor, çocuklarından her geçen gün fersah fersah uzaklaştığından haberdar olamıyor. Evinde kendi kültürü yerine, televizyonda saatlerce izlediği yabancı ülkelerin kültürünü yaşıyor. Çocuklar davranış ve ahlâkî açıdan artık, halaya, teyzeye, amca ya da dayıya benzemiyor; saatlerce gözünü bile kırpmadan seyrettiği filmlerin kahramanlarına benziyor. Televizyonda aile filmlerinde dahi her 7 dakikada bir ikram edilen ve içilen içkilerle karşılaşan çocukların şuur altlarına içki, sigara gibi kötü alışkanlıklar işleniyor. Biz ise iş işten geçtikten sonra ha bire çocuklarımız bu kötü alışkanlıkları nereden kazanıyor diye hayıflanıp duruyoruz.

Ekranlar “Reality Show”ların istilası altında bulunuyor. Önceleri adliye koridorlarından, cinayet mahallerinden ya da yangın yerlerinden başlayan şov programları, ana haber bültenlerinde ölümün görselleştirilmesi ve güzellenmesi ile devam etmişti. “Memedalibey”li programlar reyting duvarına tosladıktan sonra yerini yeni ithal tasarımlar aldı. Biri bizi gözetliyor vardı bir ara. Ve ne kadar kızmıştık o programa. Oysa henüz işin başındaymışız da haberimiz yokmuş. Bunu şimdi anlıyoruz. Bugün yeni başlayan ya da halen devam emekte olan birçok bu tarz program var. “Biz evleniyoruz”, “Popstar”, “Türkiye’nin Yıldızları”, “Benimle dans eder misin” v.b. Bu tür yayınlar halkın ahlakını bozmaktan öteye gidemiyor. Şimdiye kadar birçok yarışma oldu bu şekilde. Ee peki bu yarışmalardan birinci çıkanlar nerede peki hani ünlü olacaklardı? Hani birçok sanatsal başarıya imza atacaklardı? Onların görevi gündemi meşgul etmek ve insanların başka bir şey düşünmelerine ve konuşmalarına engel olmaktı. Başardılar. Şimdi sırayı yenileri aldı. Gerçi bu yarışma programlarının hepsi ithal, içlerinde hiç yerli mahsül yok. CBS’de “Surviver/Hayatta Kalan”, BBC’de “Fame Academy/ Şöhretler Akademisi”, ABC’ de “Bacheler-Bachelorette”, MTV’ de “Real World/Gerçek Dünya” gibi yapımlar hep aynı noktaya vuruyorlar. Yani memlekete ne geliyorsa batıdan..

Sonuçta; televizyondan sunulan bir çeşit kokainden başka bir şey değil. Üretimi ucuz, ama feci derecede bağımlılık yapıyor. Ters tarafından bakarsak insanlar buna gönüllü olarak razı oluyorlar. Dünyada bugün aklı özgürleştirmeyen, insanı mutlu kılmayan bir yaşam sürüp gidiyor. Tüm değerlerin yerinde artık ucuzluk ve sıradanlık hâkim. Sonuçta yersiz yurtsuz bırakılmış, kendi içinde parçalanmış insan, bu kokaine iştahla sarılıyor.

İnsanı bilgilendirmek, eğitmek ve eğlendirmek için keşfedildiği iddia edilen televizyon, günümüzde bu maksatları çoktan terk edip kitlesel, kültürel ve zihinsel dönüştürücü haline gelmiş bulunuyor. Son dönemlerde hemen hemen her televizyon kanalında boy gösteren sırlar dünyası, kalp gözü, altıncı his, gönül dünyası… Gibi programlar cam ekrandaki kurgulamanın en güzel örneğini teşkil ediyor. Başlangıç dönemlerinde yaşanmış “ibretlik” olaylar anlatılırken zamanla içerisinde televizyonculuğun izleyiciyi kendine bağlamak ve vazgeçilmek olmak anlayışına yenik düşerek başkalaşıma uğramaya başlayan bu sır diziler sayesinde kalp, sır ve his gibi birçok manevî kavram reyting kaygısına feda edilmiş durumda.

Aksakallı dedeler, dervişler, zalimler ve mazlumlar bu programların değişmez figüranları. Sıcağı sıcağına defteri dürülen zalimler ve ivedilikle sabrının karşılığını alan mazlumlar, en ufak sıkıntıda ortaya çıkıveren aksakallı dedeler bir imtihan yeri olan dünyayı hesaplaşma alanına dönüştürüyor.

Dizi sonlanmadan, büyük bir mükâfat geri dönmekte, kötülük ise yine aynı ivedilikle sahibinin bin bir türlü bela ve musibetle yerin dibine geçmesi şeklinde ekranda görülüyor. Toplumda, hassasiyet göstermesi gereken yerde duyarsızlaşan, tevekkül etmesi gereken yerde ise sabırsızlık ve cezalandırma anlayışına sahip bireylerin sayısı gün geçtikçe artıyor.

Birbirine zıt iki ayrı değerler dünyasının temsilcisi kalp gözü ve televizyon ekranının aynı anda açık olması ne kadar mümkündür? (Ayhan DEMİR-Milli Gazete)

Onun için kapatın televizyonu açın kalp gözünüzü…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.