Tefekkür Etmez Misiniz?

“Kur’an üzerinde düşünmüyorlar mı?
Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24).
İnsanlar ve cinler sadece Rabbe kulluktan başka bir şey için yaratılmamıştır (Zariyat, 56). İnsanın bir parçası olan kalp de sadece bunun için yaratılmıştır.
Kalbin ameli, ibadeti/kulluğu tefekkürdür.
“Andolsun ki cehennem için de pek çok cin ve insan yarattık ki, onların kalpleri vardır fakat onlarla düşünmezler/anlamazlar.” (Araf , 179).
Rabbimizin kullarından istediği selim, temiz, hastalıksız bir kalple tefekkürdür. Cahiliye Arapları’nınki gibi değil:
“Allah bir kimsenin (göğüs) boşluğunda iki kalp yaratmadı.” (Ahzab, 4). Dolayısıyla, bir insanın iki kimliği, kişiliği olamaz. İnsanın tek kalbi ve tek Rabbi vardır. Kalp nazargah-ı ilahidir, makarr-ı ilahidir, masivanın onda yeri yoktur. Efendimizin ifadesi ile bu et parçası kirletilirse, muhafaza edilmez hastalandırılırsa sağlıklı çalışamaz, düşünemez ve bütün bünyeyi hastalandırır, helake götürür.
“Onlar (mü’minler) inanmışlardır. Kalpleri Allah’ı anmakla/anlamakla yatışmıştır (hiçbir şüpheleri ve endişeleri kalmamıştır). Biliniz ki zaten kalpler ancak Allah’ı anarak tatmin olur.” (Ra’d, 28)
Rabbimizin ilahi sıfatlarının bu alemde üç tecelli mekanı vardır. Bunlar insan, Kur’an ve kainattır.
Rabbimiz, halifesi olarak yarattığı insana daha bu aleme göndermeden ilahi esmasını öğretmiş ve bu esmanın tecelli mekanları hakkında bilgilendirmiştir. Dünyada verdiği imtihan mühleti boyunca bu bilgileri tefekkür ederek “tekrar” hatırlamasını, mühlet sonunda kendisine döndürüldüğünde ilk donanımı ile gelmesini murad etmiş ve insanı bu emanetle yükümlü kılmıştır. Nisyan ile malül olduğunu bildiği, ve hidayetini üzerine aldığı (Nahl, 9; Yunus, 35; İnsan, 3) bu müstesna varlığa verdiği değer sebebiyle, Rahman isminin de tecellisi ile uyarıcılar, hatırlatıcılar göndermiş, yolunu doğrultma imkanını (tevbe) her an açık tutmuş, gaflette kalmasına rıza göstermemiştir.
“Muhakkak ki Adem’e bir sözleşme verdik ama o unuttu. Biz onda bir azim/kararlılık bulmadık.” (Taha, 115)
“Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara, 37)
“Ancak Allah’ın kabul etmesini vaad buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, unutarak günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder.” (Nisa, 17)
Allah insanın her an (gece- gündüz) ve her halde (ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken) devamlı tezekkür (Rabbini hatırda tutma) ve tefekkür (Rabbinin tecelli mekanları üzerinde düşünme, kafa yorma) üzere bulunmasını ister. Kalbini ve aklını koruduğu (ulü-l ebab olduğu) müddetçe de bu hal üzere kalabileceğini ifade eder (Al-i İmran, 190-195). Bu tefekkür-tezekkür ayetlerinin nazil olduğu gece Efendimizin hali ayrıca bir tefekkür konusudur:
Hz Ömer’in oğlu Abdullah (R. Anhüma) demiştir ki:
Ümmü-l mü’minin, Hz. Ebubekir’in kızı Âişe’ye (R. Anhüma), “Rasulullah’dan gördüğün şeylerin en dikkat çekenini bana haber ver.” dedim. Bunun üzerine ağladı, uzun bir müddet ağladı da sonra dedi ki:
“Onun her işi dikkat çekici idi. Bir gece bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki, ‘Ey Âişe, bu gece bana Rabbıma ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de, ‘Ey Allah’ın Rasulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim.
Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu, Kur’ân okudu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı yine ağlıyordu. Hatta gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki ağlıyor;
‘Ey Allah’ın Rasulü, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’
‘Ey Bilâl,’ buyurdu, ‘O halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki:
‘Nasıl ağlamıyayım, Allah Teâlâ bu gece bir takım ayetlerini indirdi: ‘Bunu okuyup da, bu babda tefekkür etmeyenlerin vay haline! Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere!’
“Ya Aişe o ayetleri hatırlıyor musun?” diye sordum.
“Elbette, Al-i İmran Suresi 190 ve sonrası idi.” dedi.
Rabbimiz bu ayetlerde insanın, yerleri, gökleri ve yaratılışlarını, boş yere yaratılmadıklarını, buralarda tecelliyat-ı ilahi kapsamında gerçekleşen hadiseleri, varlıkların tesbihatını uzun uzun tezekkür, tefekkür etmesini ve kendisinin de tesbihat halinde olmasını, sonunda da “Rabbimiz! Sen bunu BOŞ YERE YARATMADIN, Sen SÜBHAN’sın, BİZİ ATEŞİN AZABINDAN KORU.” demesini istiyor.
İnsanın kendi varlığı da bütünüyle bir ilahi tecelliler, ayetler manzumesidir. İnsan, kendi yaratılışının mükemmelliğini, bu en güzel surette yaratılışının sebeplerini ve hikmetlerini tefekkür etmelidir. Bu mükemmel varlığını -bu alemde- sona erdiren ölümü tefekkür etmelidir. Emrine verilen nimetleri, kainatı, Rabbinin kevnî ayetlerini tefekkür etmelidir. Bu mükemmeliyetin boş yere (batıl) olamayacağının, yok olup gidemeyeceğinin farkına varmalıdır. Mükemmel varlığını aşağıların aşağısına (esfel-i safilin) taşımasının çok büyük bir ziyan olacağının, bunun kendi nefsine zulmetmesi olduğunun, ilahi emanete hıyanet olduğunun farkına varmalı ve yine Rabbine dönmeli, “Bizi ateş azabından koru” demelidir.
İnsan, yolunu doğrultucu (hidayet), unuttuklarını hatırlatıcı (zikir) olarak, Rahmet-i İlahi gereği indirilen Kur’an ayetlerini de gereğince tefekkür etmelidir.
“…Düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 44)
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Zaten Kur’an olmadan insan ne kendisi ne de kainat üzerinde kamil manada tefekkür edemez. Yaratıcımız Kur’an ayetlerini ve onlardaki mükemmelliği de boş yere indirmemiştir.
Kur’an’ı tefekkür edebilmek için de öncelikle okumak ve anlamak gerekir. Hakkıyla tefekkür için manasını anlamadan sadece yukarıdaki hadisi şerifte beyan edildiği gibi “dişler arasında çiğnemek” yeterli değildir.
Efendimiz Kur’an’ı çokça okumak isteyen Amr bin As’ın oğlu Abdullah’a (R. Anhüma) en az bir ayda hatmetmesini tavsiye buyurmuştur. Aşırı ısrarı üzerine en son bir haftada okumasına izin vermiş, daha kısa sürede okumasını istememiştir. Bunun mana üzerinde yeterince tefekkür edilemeyeceği kaygısıyla olduğunu düşünebiliriz. Amr (R. Anh) yaşlılık yıllarında Efendimizin başlangıçtaki tavsiyesine uymasının kendisi için daha hayırlı olacağını anladığını ve pişmanlığını ifade etmiştir.
“Esma-yı ilahiyyenin üçüncü tecelli mekanı olan kainat ise, Kur’an’ın bir nevi tefsiridir. Kainat sessiz bir Kur’an, Kur’an sesli bir kainattır. İnsan ise -öz cevheri itibariyle- bu sesli ve sessiz Kur’an nurları içinde kemal bulan bir tecelli sultanı mevkiindedir. Bu bakımdan “insan, Kur’an ve kainat” tam bir tevhid ailesidir.”
İnsan, Kur’an’ı tefekkür ederek; yolunu doğrultmayı Rabbinden talep edecek (Fatiha, 6), Kur’an’ın müttakiler için bir “hidayet” rehberi olduğunu anlayacak (Bakara, 2), yerlerin-göklerin de Allah’ın ayetleri olduğunu farkedecek, -Hz İbrahim gibi- bir yıldıza bakarak bile yolunu doğrultabileceğini (Nahl, 16) öğrenecektir. Kur’an, insanı düşünmeye, akletmeye, tefekkür etmeye, tezekkür etmeye, anlamaya, ibret almaya tekrar tekrar davet eder. Etrafında her an gördüğü ve artık gözünde normalleşen canlılara, cansızlara, şahit olduğu hadiselere tekrar ibret nazarıyla bakmaya çağrılarak muhteşem ayetlerin idrak edilmesini ve neticede bu ayetlerin sahibine ulaşılmasını ister. Kur’anda şu anlamdaki cümleler en sık rastlanan cümlelerdendir:
“Şüphesiz ki bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret (ayet) vardır.” (Nahl, 11)
“Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller (ayetler) vardır.” (Nahl, 12)
“Şüphesiz ki bunda hatırlayıp öğüt alan bir toplum için bir delil (ayet) vardır.” (Nahl, 13)
“Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hala düşünmeyecek misiniz?” (Nahl, 17)
“Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler (ayetler) vardır.” Rum, 22)
Rabbimizin Kitab-ı Kerimi ve onun canlı tefsiri olan Muhterem Elçisi bizler için hidayet rehberleridir. Kur’an, hayat yolculuğunun sonunda Rabbimize ancak “kalb-i selim”in ulaşacağını haber vermektedir (Şuara, 87-89). Bu nedenle kalbi, ilahi davete tepkisiz ve tefekkürden mahrum bırakmak tam anlamıyla ve apaçık bir gaflettir.
Tefekkür, Efendimizin -sallahu aleyhi ve sellem- ilk amelidir. Rabbimizin ona verdiği sonsuz nimetlerin ilk adımı O’nun Hira Mağarasında Kabe’yi karşısına alarak girdiği ve günler geceler süren tefekkür iklimi idi.
Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- daha sonraki hayatında da daima yüzünde tebessüm olsa da kalbi mahzun ve düşünceli idi. Zaruret olmaksızın konuşmaz, sükunet hali uzun sürerdi. Ümmetini de her fırsatta Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder, insanın tefekküre muhtaç olduğunu telkin buyururdu. Bir hadis-i şeriflerinde de:
“Rabbim bana sükutumun tefekkür olmasını emretti…” buyurmuşlardı.
İnsan konuşacaksa, sükuttan kıymetli hikmetler söylemelidir. Aksi hâlde susmalıdır. “Üsve-i Hasene-En güzel Örnek” olan Efendimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- gayet öz konuşup sükutunun uzun sürmesi, bizleri çok konuşmaktan tefekküre fırsat bulamayan gafiller gibi olmaktan ikaz mahiyetindedir. İnsan, sonsuz büyük olan Rabbi karşısındaki “HİÇ”liğini ve acizliğini de bu manada tefekkür halinde olmalıdır.
Ayrıca günümüzde ümmetin içler acısı hali de uzun uzun tefekkür edilmeli ve çareler aranmalıdır. Rabbimizin milletimizi, ahdimizi unutmayıp sadık kaldığımız dönemlerde “alemlere üstün kıldığı” da tefekkür edilip hatırlanmalıdır.
Netice-i kelam:
“Şüphesiz ki Allah katında canlıların en şerlisi, akletmediklerinden sağır ve dilsiz olanlarıdır.” (Enfal, 22)
Rabbimiz, bizleri tefekkürsüzlük gafletinden ve masivayı, malayaniyi tefekkürden muhafaza buyursun! Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rıza-yı ilahisine uygun kılsın.