Tarihi Süreç İçerisinde Hilafet

Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber, yeni Türk devletini kuran kadro birçok alanda yenilik hareketine girişmişti. Bu düzenlemeler içinde belki de en önemlisi 3 Mart 1924 tarihinde Halifelik’in kaldırılmasıdır. Çünkü halifelik kurumu yalnız Türkleri değil bütün İslam dünyasını ilgilendirmekteydi. Bu yazımızda İslam dünyası için bu kadar önemli olan bir kurumun tarihsel sürecini anlatmaya çalışacağız.
Hilafet, sözlük anlamı olarak “birinin yerine geçmek, vekâlet etmek veya temsil etmek” anlamlarına gelmekte olup, terim olarak ise “Hz. Muhammed aleyhisselam’ın vefatından sonra Müslümanları yönetmek üzere oluşturulan devlet başkanlığı kurumu” şeklinde ifade edilmiştir. Siyasi anlamda da halife; biat sonucu mü’minler adına yönetme yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan İslam dünyasının en büyük yöneticisidir.
Hz. Muhammed aleyhisselam, sağlığında iken peygamberlik görevinin yanında devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Dolayısıyla hicretten sonra kurulan İslam Devleti’nin başkanını belirlemek gibi bir problem yaşanmamıştı. Peygamber Efendimiz kendisinden sonraki halifeyi belirleyecek herhangi bir söz de söylememişti. Ancak O’nun vefatıyla beraber halifenin kim olacağı hususunda bazı farklı görüşler ortaya çıksa da bu durum geçici ve oldukça kısa süre yaşanmıştır. Müslümanların, devletsiz ve başsız olamayacağı hakikatinden dolayı, Rasulullah aleyhisselam daha defnedilmeden Hz. Ebubekir halife seçilmiş ve Müslümanların biatını aldıktan sonra vazifeye başlamıştı. Halifenin seçim işinin Rasulullah’ın defninden bile önceye alınması aslında bize bu makamın önemini anlatmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan ihânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terk etmesin; çünkü onu terk eden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez.” Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi temellere dayandığını ve varlık gayesini açıklamaktadır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’e biat edilerek başlayan Hulefa-i Raşidin dönemi, Hz. Ömer ve Hz. Osman’la devam ederek Hz. Ali’nin halifeliği ile son buldu. Dört halife dönemi olarak bilinen bu evrede “ehlü’l-hal ve’l-akd” denilen kurul ya da kişiler, halifenin kim olacağını seçimle belirliyorlardı. Bu ise toplumun büyük kesiminin halifenin kim olacağı noktasında mutabık olmasını sağlıyordu.
Hz. Peygamber aleyhisselam’dan sonra gelen ilk dört halifenin hilâfet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygamber’e zaman itibariyle en yakın olmak, O’nun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz eder.
Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında yaşanan mücadeleden sonra halifelik makamı Emevilere geçmişti. Bundan sonra hilafet makamının statüsü de değişti. Çünkü Hz. Muaviye, kendisinden sonra başa geçecek kişi olarak oğlu Yezid’i halife tayin etmiş böylece hilafet makamında veraset sistemini başlatmış oldu. Yezid ve sonrasındaki halifelerin uygulamalarıyla birlikte hilafet babadan oğula ya da hanedanın diğer üyelerine intikal ederek saltanata dönüştürüldü. Artık dört halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil; eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu. Dört halife ve Emeviler döneminde (658-750) Halifelik Kureyş soyundan gelenlerdedir. Emeviler dönemi Arapların kendilerini bir ulus olarak tanımlamak istedikleri dönem olduğundan din, devlet nazarında ne yazık ki ikinci planda kalmıştır.
Üç Halifeli Dönem
750 yılında Emevilerden Abbasilere geçen hilafet, saltanat şeklinde devam etti. Abbasiler döneminde (750-1258) halifelik merkezi Bağdat olmuştur. Bu dönemde fetihler yapılmış, Harun Reşid ve oğulları Memun ve Mutasım zamanında ilmi çalışmalar yapılmıştır. Ancak halifeler halktan uzaklaşarak saraylara çekilmişlerdir. Abbasilerin, Şiilere ve Emevi ailesinden olanlara karşı izledikleri dışlayıcı siyaset ve diğer sıkıntılar İslam ülkelerinde Halife unvanını taşıyan hükümdar sayısını üçe çıkartmıştır. Nitekim hilafet, Abbasi hanedanında iken, 909 yılında Mısır’da kurulan Şii Fatımi Devleti ile 929 yılında günümüz İspanya’sındaki Endülüs Emevilerinde de ayrı ayrı halifeler ortaya çıktı. Bu durum İslam âleminde yeni bir tartışmanın ortaya çıkmasına yol açtı; halife olarak kime biat edilecekti? Dini ve siyasi sıkıntıların yaşandığı bu dönemlerde, Abbasilere yönelik çeşitli dış baskıların varlığı, hilafet makamını da bazı zorluklarla karşı karşıya getirdi. 945 yılında Büveyhoğulları’nın Bağdat’a girmesiyle halife, Büveyhoğulları’nın etkisi altına girdi. 1055 yılında Tuğrul Bey, Büveyhoğulları’nın hâkimiyetine son vererek hilafet makamını Selçuklu himayesine aldı. Böylece hilafet makamında Türk etkisi iyice hissedilmeye başlandı.
Öte yandan Moğol saldırıları karşısında zor durumda kalan Selçuklu hanedanı, Bağdat’taki Abbasi hilafetini koruyamadı ve Moğol hükümdarı Hülagü, 1258 yılında halife Mustasım’ı öldürerek, Bağdat’taki Abbasi hilafetine son verdi. Ancak hilafet makamındaki bu kesinti çok sürmemiştir. Nitekim 1260 yılına gelindiğinde Moğol saldırılarını durduran Memluk Sultanı Baybars, son Abbasi halifesi Mustasım’ın amcası Ebü’l-Kâsım Ahmed’i Mısır’a getirerek, 1261 tarihinde hilafeti Abbasi ailesine tekrar teslim etti. Bu tarihten sonra Kahire’de bulunan halife, siyasi otoriteden mahrum olup, sadece Mısır sultanlarının etkisi altında dini yönünü muhafaza edebilmiştir.
Osmanlı Halifeleri
Hilafet makamı XVI. yüzyılda Memluklardan Osmanlı hanedanına intikal etti. Nitekim, 1517 yılında Kahire’ye giren Yavuz Sultan Selim, hilafeti son Abbasi halifesi III. Mütevekkil-Alellah’tan İstanbul’da Ayasofya Cami’nde yapılan dini bir törenle devraldı. Bu değişiklikle beraber o zamana kadar devletin her yönüyle en üst makamında bulunarak sadece Allah’a ve O’nun yasalarına karşı sorumlu olan Padişah, bundan böyle hem Allah’ın yeryüzündeki gölgesi hem de halefi olacaktı. Ancak Mısır seferinden sonra Osmanlı Devleti’ne geçen hilafet makamının gücüne Osmanlı padişahları uzun bir süre başvurmamışlardır. Bunun temel nedeni, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin her alanda dünya lideri olmasıydı. Bu durumun sonucu olarak da Halifelik nüfuzuna başvurmadan istediğini yapabilmesi ve yaptırabilmesiydi.
Osmanlılarda hilafetin nüfuzunun ülke sınırları dışında ne zaman artmaya başladığı hala tartışıla gelen bir husus olmakla birlikte padişahların hilafet kurumuna ağırlık vermeye yönelmelerinde, genellikle Osmanlı-Rus savaşları sonrasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası sayılmaktadır. Bu antlaşma, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmi belge olması bakımından önemlidir. Bu antlaşma ile kaybettiğimiz Kırım, Osmanlılardan özel bir hukukta ayrılan ilk İslam toprağıdır. Osmanlı Devleti daha önce hiçbir gayrimüslim devletle, bir zamanlar kendi sınırları içinde yer alan bir ülkedeki Müslümanların geleceğini tartışmamıştır. Padişahlar bu tarihten sonra da Osmanlı sınırları dışındaki Müslümanlarla hilafet hukuku çerçevesinde ilgilenmeyi sürdürmüşlerdir. Örneğin 1782’de İspanya ile bir antlaşma imzalanırken İspanyolların, Kuzey Afrika Müslümanları kendilerine karşı Babıâli’den yardım istediklerinde yardım yapılmaması şartını ileri sürünce Osmanlı Devleti, “hilafet" sebebiyle onlara yardım etmenin farz olduğunu ileri sürerek buna uzun süre direnmiştir.
Sultan II. Abdülhamid Han Dönemi
Osmanlı Devleti’nde halifelik nüfuzundan en çok yararlanmaya çalışan padişah şüphesiz II. Abdülhamid’dir. Ülke içinde ve dışında milyonlarca Müslümanı harekete geçirebilme potansiyeline sahip bir güç olan hilafete karşı II. Abdülhamid son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır. 1878-1880 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi olan Henry Layard’ın şu sözleri de bu hassasiyeti doğrulamaktadır: “Sultan, halifelik sıfatı hakkında gösterdiği hassasiyeti başka hiçbir meselede göstermemektedir… Onun en büyük gayelerinden biri unvanını muhafaza etmektir… Halife unvanını sultan unvanından daha kutsal ve ehemmiyetli görmektedir.”
II. Abdülhamid, İngilizlerin Arapları kışkırtıp Osmanlı Devleti’ni parçalamak için hilafet meselesini devamlı şekilde gündeme getirdiklerine inanıyordu. 1882’de Mısır’ın işgalini de bir halife olarak taşıdığı itibara karşı en büyük darbe olarak kabul etti. Ona göre İngiltere’nin asıl hedefi, Araplardan bir halife ortaya çıkararak hilafet merkezini Cidde veya Mısır gibi bir yere taşımak ve hilafeti kendi maiyetinde bir alet haline getirerek bütün Müslümanları istediği gibi yönetmekti. Bütün oyunların farkında olan II. Abdülhamid ne yazık ki kendi içimizdeki hainlerin oyunları ile tahttan indirilmişti.
Osmanlı Devleti idaresini, yaptıkları askeri darbe ile (1913 Babıâli Baskını) zorla ele geçiren İttihat ve Terakki yönetimi, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte hilafet makamının gücünden istifade etmek istedi. Vaktiyle II. Abdülhamid’in dünya Müslümanları üzerindeki nüfuzunu göz önüne alan İttihat ve Terakki yönetimi, ilan edilecek “cihad-ı ekber” ile bu büyük savaşta İslam dünyasının gücünü yanında görmek istiyordu. Bu amaçla 12 Kasım 1914’te İtilaf kuvvetlerine savaş ilan eden Osmanlı Devleti, 14 Kasım 1914’te de tüm Müslümanları kutsal cihada (cihad-ı ekber) destek vermeye çağırdı. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya kendi Müslüman sömürgelerinde gereken tedbirleri almış ve halkı harekete geçirmesi muhtemel bütün kişi ve kuruluşları tasfiye etmişlerdi. Dolayısıyla savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslam ülkelerinden beklenen tepki görülemedi.
Hindistan Hilafet Hareketi
Aksine İngiltere’nin Araplara yönelik çalışmaları sonuç verdi ve Mekke Şerifi Hüseyin, İngilizlerin bağımsızlık ve hilafet vaatlerine kanarak Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Ancak İngilizler her zamanki gibi, Şerif Hüseyin’e verdikleri sözü de yerine getirmediler. İngilizleri böyle bir davranışa götüren en önemli sebep, Hindistan’da başlayan kıpırdanmalar ve ortaya çıkan Hindistan Hilafet Hareketi idi. Zira savaş sırasında İngilizler, Hindistan Müslümanlarının tepkisini yatıştırmak için Osmanlı hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. Savaştan sonra ortaya çıkan gelişmeler ve Sevr Antlaşması bu taahhüdün yerine getirilmeyeceği gerçeğini ortaya koydu. Bunun üzerine Hint Müslümanları, Osmanlı hilafetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattılar. Hindistan Hilafet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu’da başlayan Milli Mücadele’nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu.
I. Dünya savaşı sonunda yenilen Osmanlı Devleti’nin topraklarında işgal hareketleri başladı. 16 Mart 1920’de Misak-ı Milli’yi kabul ettiği için Osmanlı Mebusan Meclisi’nin dağıtılarak kapatılmasına müteakiben İstanbul, İtilaf kuvvetlerince resmen işgal edildi. İstanbul’un İngilizlerce zaptı bir şehrin işgalinden öte hem yüzyıllardır hilafet makamının merkezini ele geçirmek hem de Anadolu’da kıpırdanmaya başlayan Milli Mücadele’yi kontrol altına almak şeklinde yorumlanabilir.
Milli Mücadele Dönemi
Osmanlı başkentinin işgal edilmesi ve Meclisinin dağıtılması Anadolu’da başlayan Milli Mücadelenin güç kazanmasına neden oldu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin milletvekilleri ve Anadolu’dan seçilmiş milletvekillerinin toplanmalarıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Ankara’da kurulan yeni meclis 1921 anayasasında, Padişah halifenin durumunun “padişah ve halife baskı ve zordan kurtulduğu zaman” ele alınacağını belirtiyordu.
Anadolu’da başlayan milli mücadelenin zaferle sonuçlanması üzerine İtilaf Devletleri ile yapılacak olan Lozan Konferansına İngilizler, hem Ankara’daki TBMM’den hem de İstanbul’daki Osmanlı Hükümetinden temsilci çağırdı. Lozan Konferansı’na Osmanlı hükümetinin de çağrılması, TBMM tarafından iki başlılığa neden olacağı düşüncesiyle saltanat, hilafetten ayrılarak 306-307 sayılı Meclis kararı ile 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. TBMM’nin bu kararından sonra Padişah VI. Mehmed (Vahdeddin) gerek can güvenliğini korumak gerekse ülkede bir iç savaş çıkmasına engel olmak düşüncesiyle 17 Kasım 1922’de İngilizlerin gözetiminde Malaya zırhlısına binerek yurtdışına çıktı. Padişah VI. Mehmed’in ülkeden ayrılmak zorunda kalması üzerine TBMM, 18 Kasım 1922’de verdiği kararla O’nu hilafetten düşürmüştür. 19 Kasım’da yaptığı seçimle de kendisinden saltanat iddiasında bulunmayacağına dair söz alınan Abdülmecid Efendi, 162 mebustan 148’inin oyunu alarak halife seçilmiştir. Aynı gün Mustafa Kemal, TBMM riyaseti başlığıyla ve “Halife-i Müslimîn” hitabıyla Abdülmecid’e bir telgraf çekip biatlarını iletmişti.
Abdülmecid Efendi’ye halife olarak nasıl davranması gerektiği de belirtildi. Buna göre Abdülmecid Efendi sadece “halife-i müslimîn” unvanını kullanacak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeyecekti. Ayrıca İslam dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara’ya gönderecekti. Bu beyannamede Abdülmecid Efendi halife seçilmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdeddin’in davranışı tenkit edilecek, Türk Devleti ve Büyük Millet Meclisi’nin bütün İslam âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirtilecek, Türk hükümetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecek ve halife siyasi sayılabilecek başka hiçbir beyanda bulunamayacaktı.
Durumun Abdülmecid Efendi’ye resmen bildirilmesi üzerine yeni halife Ankara ile temasa geçip 21 Kasım 1922’de halifeliğe seçilme merasimi yapılmasını, imzasının üstünde “halife-i müslimîn ve Hadimü’l-haremeyn eş-şerifeyn” unvanının bulunmasını, cuma selamlığında hil'at giymesine ve Fatih Sultan Mehmed'inki gibi bir sarık takmasına izin verilmesini istediğini ve İslam dünyası için hazırlayacağı beyannamede eğer uygun görülürse Vahdeddin hakkında bir şey yazmak istemediğini bildirdi. Ancak Ankara Hükümeti’nin buna tepkisi sert oldu. Meclis içerisinde halifelikle ilgili tartışmalar alevlendi. Bu tartışmalı dönemde imzalanacak olan Lozan Antlaşması’nın meclis tarafından onaylanmayacağını düşünen Mustafa Kemal, meclis seçimlerini yeniletmiş ve çoğunluğunu kendisinin belirlediği milletvekillerinden oluşan II. Meclis, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nı 11 Ağustos 1923’te onaylamıştır.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından sonra hızlandırdığı inkılâp hareketleri önündeki en büyük engel olarak Halifelik makamını görmekteydi. Özellikle yapacağı dini alandaki inkılâp hareketlerinde halifenin ve onun etrafında toplanan kişilerin bu inkılâplara engel olabileceğini düşünüyordu. İsmet Paşa’nın da düşüncesi aynı yöndeydi. Hatta Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa, Refet Paşa ve Abdülhak Adnan (Adıvar) gibi kişilerin Abdülmecid Efendi’yi ziyarete gitmeleri karşısında İsmet Paşa “Tarihin herhangi bir devrinde bir halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behemehâl koparacağız.” diyerek halifeyi tehdit etmekteydi. Bu tartışmalar sırasında Londra’da bulunan Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, Hindistan Müslümanları adına Başbakan İsmet Paşa’ya bir mektup göndererek hilafet kurumunun etkin bir konumda muhafaza edilmesini istediler. Onlara göre hilafet hakkındaki belirsizlik Müslümanlar arasında ciddi rahatsızlıklar uyandırıyordu ve halifenin itibarının azalması İslam’ın zayıflamasına yol açabilirdi. Ancak Mustafa Kemal 1923 Şubat ayı boyunca, İzmir’de ordu kumandanları ve basın mensuplarıyla toplantılar düzenleyerek onlardan hilafetin kaldırılması konusunda destek istedi ve genel olarak bu desteği aldı.
Ümmet Anlayışının Reddi Ulus Anlayışının Kabulü
Artık laik Cumhuriyetin önündeki en büyük engel olan hilafet müessesesini kaldırmanın zamanı gelmişti. Çünkü bu kaldırıldıktan sonra yeni cumhuriyet için Avrupa’dan alınacak hukuk sistemi getirilecek ve İslam Hukuku tamamen terk edilecekti. Ve Meclis, Hilâfeti gündemine alarak toplandı. Meclis içinde etkili olan bazı üyeler Hilâfetin kaldırılması üzerine hararetli konuşmalar yaptılar. Özellikle İslâm Hukuk Profesörü ve İlâhiyat Fakültesi Dekanı olan Seyyid Bey’in, Mustafa Kemal’in istediği istikamette uzun bir konuşma yapıp Hilâfetin şer’î değil, dünyevî olduğunu vurgulaması ve kaldırılmasını ısrarla istemesi mecliste etkili oldu. Gümüşhane mebusu Zeki Bey aleyhte görüş belirtti ve Kurtuluş Savaşı’nın halifeyi kurtarmak vaadiyle kazanıldığını söyledi. Netice itibariyle oylama yapıldı ve iki oy haricinde meclis üyeleri tarafından hilâfetin kaldırılması 3 Mart 1924 günü kabul edildi. Böylece İslam devlet düzeninin temel taşlarından biri olan ve İslam ümmetinin birliğini sembolize eden hilafet makamı kaldırılmış oldu. Ümmet anlayışı reddedildi, ulus anlayışı tercih edildi.
3 Mart 1924 günü yapılan işler sadece halifeliğin kaldırılmasıyla sınırlı kalmadı; Meclis’in eliyle, Osmanlı Hanedanına mensup olduğu tespit edilen bütün fertlerin Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi. Altı asır öncesinden gelerek bu toprakları vatan edinmiş, her karışını şehit kanlarıyla sulayarak fetihler yapmış olan şanlı Osmanlı, bu tarihlerde hudut harici edilerek, bir meçhule gönderiliyor; yani bir bilinmezliğe doğru âdeta tehcir ediliyordu. Aynı günün gecesi, son halife Abdülmecid Efendi, Dolmabahçe Sarayı’nda polis müdürü ile bazı memurlar tarafından sabah 05.00’te uyandırılmış ve Çatalca istasyonundan İsviçre’ye giden ilk trene ailesiyle birlikte bindirilmişti. Bu suretle yeni kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Osmanlı hanedanına mensup herhangi bir üye kalmamıştı.
Halifeliğin Kaldırılmasına Tepkiler
Hilafetin kaldırılması İslam âleminde büyük bir şaşkınlığa, arkasından da yoğun tepkilere ve çalkantılara yol açtı. Önce bu habere inanılmadı; haber doğrulanınca da karar genellikle İslam dışı olarak değerlendirildi. Hindistan’dan, Mısır’dan ve Uzakdoğu’dan gelen tepkilerde Ankara hükümeti geri adım atmaya ve bütün Müslümanları ilgilendiren bu konuda yalnız başına karar vermeyip İslam âleminin kanaatlerine değer vermeye davet edildi. Bütün bunlar sonuçsuz kalınca Mustafa Kemal Paşa’ya halife unvanını bizzat kendisinin alması önerildi. Ancak bu teklif de kabul görmedi.
Hilafetin kaldırılmasının İslam ümmeti üzerinde olumsuz manada büyük tesirleri olmuştur. Her ne kadar Osmanlı Devleti’nde hilafet sembolik bir makam haline getirilmiş ve halifeler görevlerini ifa etmiyor idiyseler de bu devrim İslam âlemine telafisi imkânsız zararlar vermiştir. Ümmet bilinci kırılmış, İslam âleminin birliği yönündeki duygular kararmıştır. 1924’te hilâfet fiilen kaldırılınca bir mânevî otorite boşluğu doğmuş, ümmet tespih taneleri gibi dağılmış (daha önce başlayan dağılma hızlanmış) ulusal devletler teşekkül etmiş, fakat buna hazır olmadıkları ve aralarında tesanüt de kuramadıkları için bunlar da bağımsızlıklarını sürdürememiş, çoğu müstemleke hâline gelmiştir. Zaman içinde yakasını müstemlekecilerden kurtaran İslâm ülkeleri ve toplumları bu defa da kimlik bunalımına ve ekonomik sömürge (sömürülme) tuzağına yakalanmışlardır. Bugün dünyada birden fazla blok, birleşme ve dayanışma yapıları vardır, bunlardan hiçbiri İslâm devletlerine ve toplumlarına ait değildir. İslâm Konferansı Teşkilâtı böyle bir bloklaşmaya adım bile olamamıştır. İslâm Ortak Pazarı ise sadece sözde ve hayalde mevcuttur.
Hilâfet kurumu, ilk halîfeler ve ilk sultanlar dönemlerine ait şekiller içinde düşünülürse yeniden tesisi ne yazık ki mümkün değildir. Ancak hilâfetin bir özü, bir de şekli vardır. Şekil bir yana bırakılır da özün yeniden tesisi düşünülürse bunun gerçekleşmesi daha önemlidir. Hilâfetin özü, “İslâm ümmetinin birliği, beraberliği, bu birliğin siyâsî ve hukûkî yapıda temsili, yapının İslâmî amaçları gerçekleştirmeye yönelik olmasıdır.” Üç kişinin bile, yolculukta dahi, içlerinden birini lider seçmelerini emreden bir dinin mensuplarının, aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tevhid çizgisinde birleşmesi gerekmektedir. Bu tevhid çizgisine doğru giderken unutulmaması ve sürekli akılda tutulması gereken en büyük yapıştırıcı güç şüphesiz ki, Müslümanların birbiriyle kardeş olmasıdır.
Müslümanların bir araya gelmeleri, hayali bir düşünce değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın Allah’ın yardım vaat ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu Yahudinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğu’nun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı?
Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliği’nin bugünkü şeklini savaş sonrasında hayal eden kaç kişi çıkardı? İşte bu ve buna benzer nice örnekleri düşündüğümüzde ve İslam ümmetinin birliği için bir araya geldiğimizde, şüphesiz Allah’ın yardımının mutlak olduğu bilincinde olduğumuz sürece kazanan daima Müslümanlar olacaktır.
KAYNAKÇA
- Gümüşoğlu, Hasan, Osmanlı Hilafeti ve Kaldırılması, İstanbul, 2000
- Öztuna, Yılmaz, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 5, İstanbul, 1994
- Özcan, Azmi, “Hilafet”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 17, İstanbul, 1998
- Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, İstanbul, 2000
- Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu.
- “Halife” maddesi, İslam ansiklopedisi, cilt: 5/1