Tarihe İslami Bir Perspektiften Bakış ve Bir ‘Sömürü Aracı’ Olarak Tarih

Söze başlamadan hemen belirtelim ki tarihle ilgili yapacağımız bu mukaddimede “tarih ilmine yenilikler getirdik” iddiasında değiliz. Ancak Müslüman tarihçilerin, özellikle 19. Yüzyıldan itibaren yazılan tarihi eserlerde, adeta kendi tarihlerini inkâr noktasına geldikleri ve de tarihlerini yabancı kültürlerin etkisinde kalarak kaleme aldıkları için, tarih ilmine farklı bir gözle bakmaya, onu başka türlü yorumlamaya çalıştık.
Bizi böyle bir çalışmaya zorlayan bir başka etken de çoğu tarihçinin klasik tarih anlayışına olan kesin bağlılık ve bu düşüncelerdeki taassuptur. Yani geçmişteki hadiseleri kronolojik olarak anlatma ve eski tarih kitaplarından alıntılar yapmakla yetinen tarih anlayışı…
İş bununla da kalmıyor: 19. yüzyıldan itibaren özellikle İslam dünyasında başlayan bir tarih sömürgeciliği söz konusudur. Yani tarihlerin sömürülmesi, insanların, olduklarından daha başka gösterilme çabaları… Müslüman insanın kendine yabancılaştırılması Müslümanların tarihlerinden ziyade, yabancı ülke tarihlerinin Müslümanların kafalarına yerleştirilmesi… En büyük inkılâp olan Hz. Muhammed aleyhisselam’ın risaleti ve mücadelesi yerine 1789 Fransız devrimi gibi yeni dönem olaylarının ön plana çıkarılması Müslümanların tüm insanlık için yaptıkları büyük keşifler ve buluşlar yerine, Batı’nın, Batılı düşünür Hume, Descartes, Kant, Sartre, Bergson vs.’lerin ezberlettirilmesi… İşte bütün bunlar, bize göre tarih sömürüsüdür. Bir Müslümanın Farabi’den önce Shakespeare’e veya Albert Camus’yü öğrenmeye zorlaması da bu kabildendir. Yalnız bunu söylerken, “Batı’yı öğrenmeyelim” diye bir niyetimiz yok. Bizim dediğimiz, demeye çalıştığımız, önce kendimizi sonra başkasını öğrenmemiz gerektiğidir. Zira bize göre, kendisini tanımayan, başkasını da asla tanıyamaz.
Sadece Batı’nın değerlerinin örnek kabul edilmesi Müslümanın ve Müslüman insanın örnek olamayacağı imajını getirdi. Örnek insan olmak için, Batı kültürüne sahip olmanın lüzumu vurgulandı. Buna rağmen Batılı olamadık. Zaten olmamız da gerekmez. Zira Allah insanları farklı farklı yaratmıştır. Bir Arap ya da Türk veya Kürt, nasıl Allah’ın birer ayeti ise; bir Alman veya bir Fransız da Allah’ın bir ayetidir. Allah’ı inkâr etseler bile… Sadi Şirazi’nin dediği gibi “İnsanlar birbirlerinin azalarıdır.” Aslında dünyanın güzelliği de bu farklılıkta yatmaktadır.
Batı’ya göre biz, daima Doğulu ve barbarız; tarihlerinde böyle okutmaktadırlar. Biz Doğulular -yani Avrupa’ya göre Doğu’DA olan herkes- zaten onları anlayamazdı. Onlar da bizi tanımayı istemediler. Bu yüzdendir ki ne Batılı olabildik, ne de biz olarak kalabildik. İşte bu çıkmaz sokağın oluşumunun, tarih sömürüsü dediğimiz olgudan kaynaklandığını düşünüyoruz.
Kendimizi dahi Batı’dan öğrenmeye başladık. Hal böyle olunca kendi tarihimizi de ancak onların bize öğrettiği dozda öğrenebildik. Batı dünyası, sadece Ermeni ve Yahudilerin anarşist ve teröristlerine karşı çıktığı için Sultan Abdülhamid’e “Le Sultan Rouge” (Kızıl Sultan) demeye başladı; ardından bizimkiler de, Ermenilerin kullandıkları bu tabiri kullanmaya, okullarda okutmaya başladılar.
Son dönem Müslüman âlimler, sadece tarih alanında değil, maalesef din alanında da, kendi otantik eserleri yerine, İslam düşmanı oryantalistlerin eserlerini kullanır oldular. Bunu yapan meslektaşlarımızı suçlamaktan ziyade bir tespitte bulunmak istiyoruz: meslektaşlarımızın çoğu, oryantalistlerin eserlerini yüzeysel olarak incelediklerinde ve üzülerek belirtelim ki, dillerini yeterince bilmediklerinden dolayı çoğu kez onları anlamadıklarından, naif bir şekilde onları tarafsız âlimler olarak kabul ettiler ve öylece öğretmeye çalıştılar. Bu konuda özellikle Macar Yahudilerinden Ignaz Goldziher’den çok etkilendikleri için göklere çıkardıkları bu oryantalistten sadece birkaç satır aktarmak istiyoruz: Goldziher, “Le Dogme et la Loi dans l’Islam” adlı kitabında, tüm cehaletini (garez ve kinini demek için) ortaya koyarak şöyle diyor: “…İslam, Müslümanların yabancılarla olan ilişkilerinin asimilasyonundan başka bir şey değildir. İslam, inançtaki gelişmişliğini, Helen/Yunan fikirlerinden; hukuk alanındaki düzenlemeyi, Roma hukukundan; siyasi örgütlenme biçimini Perslerden/İranlılardan; tasavvuf kültürünü Yeni Eflatunculuk ve Hinduizm’den aldı…”1
Aslında, özellikle Hz. Peygamber aleyhisselam’ın sünnetine düşman olan ve hayatını onunla mücadeleye ayıran Goldziher, söylediklerinin böyle olmadığını çok iyi biliyordu fakat İslam’a olan kini, bunu ifadeye müsaade etmiyordu. Ve maalesef bu gibi oryantalistlerin tesirinde kalan Müslüman yazarlar da, biraz da farklı görünmek için onların paralelinde yazmaktan çekinmediler.
Kısaca, Batı kimi kötülediyse, biz de onu kötülemeye; kimi yerdiyse biz de onu yermeye başladık.
Batı/Amerika-Avrupa, Rus emperyalizmine karşı savaş veren Afganistan mücahitlerine terörist (1979’da böyle diyorlardı) deyince bizim hocalar da televizyonlar da, hatta cami kürsülerinde, Rus emperyalizmine karşı ülkelerini savunan o kahramanlara terörist dediler. Ne zaman ki Amerika onlara “mücahit” demeye başladı, hocalar da çark edip aynı terimi kullanmaya başladılar. Sonra Amerika baktı ki “mücahit” denen bu insanlar Afganistan’a İslam’ı getiriyorlar, karşılarına “Taliban”ı çıkarttılar. Sonra baktılar ki getirmiş oldukları bu yeni insanlar da istedikleri gibi değil, onları da terörist ilan ettiler.
Batı, İran’la sekiz sene savaşan Saddam’ı (İslam devrimiyle savaştığı için) alkışlarken, ona en son silahları ihsan ederken biz de onlar gibi davrandık. Öyle ki, Batı’nın bu acımasız silahlarıyla binlerce insan, çoluk çocuğuyla, hayvanıyla Halepçe’de can verirken, bu büyük katliamı görmezlikten geldik. Çünkü Amerika öyle görmemizi istiyordu! Ardından da Kuveyt’e saldıran/saldırtılan Saddam, bu sefer aynı Amerikalılarca zalim ilan edildi. Halepçe’yi yerle bir edince zalim değil, Kuveyt şeyhlerine saldırınca zalim oluyordu Saddam! Birinci ve İkinci Körfez savaşının asıl sebebinin, sadece Amerikan ve İsrail çıkarları olduğunu hala Müslüman yazarlar bile yazamıyorlar! Tabii, Batı dümenine bağlı olduğumuz için onlar ne dediyse, biz de aynen onların dediğini tekrar ediyorduk. Çünkü asırlar öncesi yitirdik tarihi perspektifimizi, görüş açımızı!..
Onun içindir ki biz, “kültür emperyalizmi” deyip Batı’ya yüklenirken, aslında kendi kendimize yüklenmemiz gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Onlar, benlik ve kültürümüzün özü olan İslam’ı yıkmak için emperyalist Batı olarak ellerinden geleni yaparken, biz hala Amerika’nın emrettiği gibi yaşamak istiyoruz. Oysa Batı, tıpkı onun gibi, oyunu kuralına göre oynamadığımızı biliyor ve bizi aralarına almamak için her şeyi yapıyor.
Batı, görevini yapıyor; biz onları anlamıyoruz/anlamak istemiyoruz.
İşte bütün bunlar, kültür emperyalizminin temeli olan, tarih sömürüsünden kaynaklanıyor. Onlar namına tarihimize küfreder olduk!
“Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğru olup olmadığını araştırınız. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6)
Ayeti kerimenin bize emrettiği gibi, her tarihçinin söylediklerine inanmayalım! Araştıralım, doğrusu neyse ortaya çıkaralım, isterse ortaya çıkardığımız doğrular hoşumuza gitmesin. Yoksa her yalan-dolan dolu tarihlerle yönetilir, güdülürüz.
Allah’a doğru yaklaşırsak, O bize doğru yolu gösterir.
“Tarih Bilim” Sömürüden Kurtulma Çağrısıdır
Tarihin konusu, geçmiş zamanda cereyan etmiş olan hadiselerin bir araya getirilmesi değildir. Tarihin konusu insandır ve gayesi bu insanı Allah’ın rızası doğrultusunda yetiştirmektir. Aksi takdirde, bana veya topluma bir ibret vermiyorsa, bir yararı yoksa Yunan tarihini, Bizans’ı, Osmanlı’yı öğrenmeme ne gerek var. 18. yüzyılın sonlarından itibaren, tarihi bu manada anlamaya başlayan emperyalist Batı dünyası, tarih bilmeyen toplumları çok kolay sömürmenin, hatta yönetmenin yolunu buldu.
Batı dünyası, tarihi öğrenip konusunu iyi tespit ettiği için bu tarihin yatağını dilediği gibi değiştirmekte, ona yön verebilmektedir. Az gelişmiş ülkeler kategorisindeki toplumların tarihini de çok iyi bildiklerinden, onları diledikleri gibi yönetmektedirler. Batılı ülkeler, gelişmemiş ülkelerin başına kendi doğrultularında olan tarih cahili kuklalar getirmesini ustalıkla becermektedir. Her yıl radyolardan Güney Amerika’da, Afrika’da, Orta Doğu’da bir hükümet darbesi duyarız. Arkasından da dünya basınında bu darbelerle ilgili arka plan dedikoduları yayınlanır: Filanca darbeyi, filanca devrimi CIA, MOSSAD veya KGB yaptı diye… Bütün bunlar, tarih bilmezlikten ileri gelmektedir. İlginçtir; Batı ülkelerinde askeri darbelere, parti kapatmalara, görüşlerinden dolayı ceza evlerine tıkma hareketlerine ise asla rastlanmamaktadır. Zira Batı için bu gibi uygulamalar artık 20. yüzyılın gerisinde kalmıştır.
Ne var ki, Batılı devletler kendi çıkarları açısından, geri kalmış ülkelerdeki dikta yönetimlerini gizlice desteklemekte, kendilerinde var olan hürriyet ve demokrasiyi bu ülkeler için istememektedirler.
Denilebilir ki Batı, çağdaş bir biçimde fakir ülkelere karşı Firavun politikası gütmekte, bütün insanlığı da kendisine köle yapmak istemektedir.
I. Ramses devrinin bir şairinin sözleri âdete Batı için söylenmiş gibidir:
“Bu tanrı (Uhtun) ne kadar ihtiras sahibidir? Çocuğumun ağzına koymak istediğim lokmaya göz dikmekte ve onu koparmaktadır. Bu aç gözlü tanrılar, ne zaman doyacaklar?”
Bu tanrılar Firavunlardır. Bugünkü temsilcileri ise tarih cahili zavallı ülkeleri sömüren, başta Amerika olmak üzere, emperyalist Batı dünyası ve onların yerli işbirlikçileridir. Fransız İhtilali’nden sonra, kilise hegemonyasının çöktüğü, eski kültürün kovulduğu söylendi. Aynı zümrenin göremediği şey, eski kültürün kovulmasıyla yerine çok daha cani bir burjuva kültürünün gelmiş olduğudur. Bu böyle olunca da “vatanı uğruna adam öldürmeyi doğru ve övgüye değer, fakat dini uğruna öldürmeyi kötü ve yanlış bulan bir anlayışla yetiştirilmiş olan 19. yüzyılın liberal tarihçileri” ortaya çıktı.
Gelişmemiş ülkelerdeki tarihçiler de, bu liberal tarihçilerin eserlerini -çoğu kez yanlış- tercüme ederek güya ülkelerine ışık tuttular. Ama bu tarihçiler, 10 voltluk akıma 100 watlık ampul taktıkları için hiçbir netice alamadılar. Bu zihniyeti taşıyan tarihçiler, talebelerine, tarihi öğretmeden Batı’yı öğretmeye çalıştılar. Fakat talebeleri ne Batı’yı ne de tarihi öğrendi. Çünkü onların hocası da bu iki konunun cahiliydi. Biz buna “tarih sömürüsü” diyoruz. Bu sömürüde sömüren, sömürülenden daha haklı… Zira sömürülmeyi isteyen odur. Kendini bilmeden başkasını öğrenme sevdalısı olunca insan, ne başkasını ne de kendini öğrenir.
Tarihi cehalet insanları köleleştirir, bağımlı yapar; el-etek öptürür ve dilendirir.
İnsanlar tarihlerini bilmeyince, fırsatçı sömürücüler onların bu zaaflarından faydalanmaya çalışırlar. Bu konuyu açıklamak üzere, aşağıdaki misal ne kadar manidardır:
Hicri 447 senesinde, Yahudiler, Hayber Yahudilerine ait bir vesikayı öne sürerek Hz. Peygamber aleyhisselam’ın Hayber savaşında kendilerini cizye vermekten muaf tuttuğunu iddia ettiler. Söz konusu vesika, devrin büyük âlimi Ebû Bekr el-Hatîb’e gösterildi. Ebû Bekr el-Hatîb, vesikayı okuduktan sonra düşündü ve “Bu uydurma bir belgedir.” dedi. Fakat ilgililer delilini istediler. (Tarihi çok iyi bilen) Âlim dedi ki; “Bu vesikada Muaviye’nin şahitliği var. Hâlbuki Muaviye, Hayber savaşı sırasında henüz Müslüman bile olmamıştı. Muaviye, Fetih senesinde (Mekke’nin fethinde) Müslüman oldu. Hayber’in fethi ise bir sene önce yani hicri 7. senesindedir. Aynı şekilde Sa’d b. Muaz’ın şahitliği gösteriyor ki o da Hayber’in fethinden iki sene önce Beni Kureyza gazvesinde ölmüştü.” Bunun üzerine Yahudilerin vesikasının uydurma ve cizyeden kurtulmak için bir bahane olduğu, bunun Müslümanları kandırmayı amaçladığı ortaya çıktı.
Vesikayı tetkik eden ulema bununla da yetinmeyerek, vesikanın üzerine uydurma olduğunu belirten bir ifade ekleyip sonra da isimlerini yazıp mühürlediler. İşte bunu tarihi bildikleri için yapabildiler. Tarihi bilmeselerdi, Yahudilerin oyununa geleceklerdi. Tıpkı bugünkü Müslümanların onların oyunlarına geldikleri gibi…
Bunun içindir ki, Mısır sultanı Eşref Baybars, tarihçi Bedruddin ‘Ayni’ye tarih okutur, kendisi de dinler ve ibret alırdı.
O halde Müslümanlarda tarih, bir hikâye olmaktan ziyade ibret alınması zorunlu bir ilimdir; öyle de olması gerekir.
Sömürü mekanizmasında tarihi olgular da çok önemli rol oynarlar. Öyle tarihi olaylar vardır ki, bazı görüşleri kabul ettirme, kamuoyunu yanlış yönlendirme ve nihayet bunun neticesinde de tarihi hadiseleri çarpıtarak bazı zümrelere çıkar sağlanmak istenir. Bunun en canlı örneği, son dünya savaşında Almanların Yahudilerle olan ilişkileridir.
Bilindiği gibi Hitler, tarih içerisindeki diktatörlerden bir tanesidir. Ne var ki, onun Yahudilere yaptığı zulüm medyada o kadar çok kullanılmaktadır ki, neredeyse dünyada Hitler’den başka zalim kimse yokmuş gibi… Sanki Hitler’den başka hiç kimse zulüm yapmamış gibi… Dünya kamuoyu neden Batı dünyasının pek çok yerde yaptığı zulümleri görmüyor, Yahudilerin Filistin’de işledikleri cinayetleri konu yapmıyorlar, tarihin bu şekilde tek yanlı oluşturulma gayretleri, devletlerin özel siyasetleriyle ilgilidir. Güçlü devletler kimden yana iseler, kamuoyunu da o yönde oluşturmayı isterler. Şayet hadiselere aklıselimle ve Allah’ın kitabını ölçü alarak yaklaşırsak, hem teşhisimiz doğru olur hem de hadiselerin bazı çıkarlar için sömürülmelerine mani olmuş oluruz.