Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı

Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı

Yeryüzünde 1.5 milyar Müslüman yaşamaktadır. Ortadoğu, Balkanlar, Türkî Cumhuriyetlerden, Fas ve Moritanya’yı da içine alan. Batıda Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyılarına kadar uzanan coğrafyadan tutun, doğu ama en doğu diyebileceğimiz pasifik okyanusu sınırlarındaki Endonezya’ya kadar İslam dünyasıdır. Müslüman nüfusun barındığı coğrafyadır. Renkleri siyahtır, sarıdır, kumraldır beyazdır… Farklı milletlerden oluşurlar. Bu 1.5 milyar Müslüman’ın kıblesi bir, rabbi bir, peygamberi bir, inancı birdir, İslam’dır. Adları Müslüman olarak anılırlar. İki asırdır bu adı, yani Müslüman adını taşıdıkları içindir ki, baskılar, zulümler, saldırılar, terörler, soykırımlar, katliamlarla inançlarına tahammülsüzlüğün en adice şiddetini yaşamaktadırlar. Ezilmeye, yok edilmeye, baskı altına alınmaya çalışılmaktadırlar. Başlarında idareci olanlar, kendilerinden olmayan şeytani sistemlerin kukla insanlarıdır. Veya İslam’a nefretle ve kinle bakan, taassubunu yenememiş idarelerin hükmü altında yaşamak zorunda kalmışlardır.

Bakın İslam dünyasına ne göreceksiniz?.. Cezayir’e bakın, Tunus’a bakın, Bosna’da neler yaşadık? Ya Afganistan’da, Keşmir’de, Irak’ta, Eritre’de? Neler görmedik, neler yaşamadık ki. Çeçenistan hiç unutulur mu? Ne dersiniz unutabilir misiniz? Ya da unutabileceğinizi zannediyor musunuz? Sudan, Tayland, Burma, Arakan hala kan ağlıyorken, bizlerin dünyevileşmemize ne demeli? İslam dünyasının her biri farklı tehditler altında. Sırpların tehditleri, Hinduların kahredici saldırıları, Orta Doğu’da baskıcı rejimlerin hunharca katliamlarından hangisi Müslümanları hedef almamaktadır ki. Müstekbirlerin mantığına bir bakın, hepsi birbirine benzemektedir. Kullandıkları yöntem aynı, stratejileri aynıdır hepsinin. Maddecidirler, materyalisttirler. Dinsiz ideolojilerin temsilcisidirler. Çoğunlukla Müslümanlar hedefleri olmakla birlikte, dindar Hıristiyanlarla, dindar Yahudiler de hedeflerindedir. En azından psikolojik baskılarla yıldırma politikaları izlerler. Bu müstekbirlerin inanç yapılarının temeline inildiğinde, Darvin ideolojisinden beslenen ateist ve dolayısıyla materyalist felsefenin dünyanın büyük çoğunluğunda farklı adlarla uygulayıcılarıdır. İslam dünyasının üzerindeki baskının temeli, dinsizlikle beslenen, kökeni araştırıldığında çok eskiye dayanan bir süreçten gelmekte olduğu görülecektir: Hak ve batıl mücadelesi.

Bu mücadele inişli çıkışlı olmuştur. Bazen batılın, bazen hakkın mücadelesi galip olmaktadır. İnişli çıkışlı bir dünya bu. Uzak değil, daha bir kaç asır önce şu kan gölüne dönmüş İslam coğrafyasını Müslüman imparatorluklar yönetiyorlardı. Bugünkü Azerbaycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş, tarihte ilk kez Şii Onikiciliğini resmî mezhep olarak kabul etmiş olan halkları yönetmiş ve Azerbaycan’ın varis olduğu hakim hanedanın devleti olan Safeviler ve Doğu Avrupa, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’ya kadar topraklarını genişletmiş olan ve 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu halini alan  Osmanlı devleti vardı. 1700’lerin başında İslam dünyasının neredeyse tamamına hâkim olan üç büyük imparatorluktan biri de Hindistan’da Babür İmparatorluğu idi.  Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuştur. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı ve 1553’te Fas kıyıları’na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e uzanmaktaydı. Zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olan Osmanlı Devleti altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir. Ve tüm Balkan Yarımadası’nı, Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, Arap Yarımadası’nı ve Kuzey Afrika’yı yönetmiş, ama zulümden uzak adaletle.

Osmanlı Devleti’nde İslamiyet baskın din olmakla birlikte, İslam inancında “semavi dinler” olarak kabul edilen Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinin mensupları, millet sistemi sayesinde o dönemde batı ülkelerinde azınlık dinlerine gösterilen hoşgörünün üzerinde bir rahatlık içinde yaşamayı sürdürmüşlerdir. Hristiyanlığın Ortodoks ve Gregoryen kiliseleri millet sistemi içinde meşru bir şekilde örgütlenmesine bile müsaade edilmiş ve korunmuşlardır. Bu inançlara mensup kişiler, kendi dini kurallarına göre yargılanırdı ama millet sistemine dâhil olmayan dinlerin, devlet içinde meşru bir varlığı bulunmazdı.

Her zirvenin bir zemini bir de o zemine inişi olduğu gibi el değiştirdi iktidarlar, hâkimiyetler. Devletlerde zayıflık, küçülmeye ve sonunda yıkılmaya gider. Babür İmparatorluğu zayıfladı, küçüldü, yıkıldı. Hint yarımadasının tamamı İngiliz emperyalizminin (sömürgeciliğinin) eline geçti. Hind Çini bölgesi Fransızlar tarafından sömürgeleştirildi. İngiltere ve Rusya, Safevi devletinin yıkılmasıyla birlikte Orta Asyayı hâkimiyeti altına aldı.

Dünya şer güçleri tarafından kuşatılan Osmanlı, şer güçlerin uzun süredir yaptıkları planların etkisiyle 19. Yüzyıldan itibaren peyderpey olarak küçülmesiyle iştah kabartıyor ve batıdaki topraklar fitne odaklarından Rusya’nın kışkırtmasıyla balkan devletlerinin eline geçerken, İngiliz ajanlarının alt yapıyı oluşturmasıyla, Kuzey Afrika’dan bu günkü Türkiye’ye doğru Arap yarımadası, Ortadoğu da İngilizler başta olmak üzere İtalyanlar ve Fransızların işgalini yaşıyor. 1. Dünya Savaşı sonrasında Müslümanların büyük çoğunluğu müstekbir sömürgecilerin yani Müslüman olmayan idarelerin hâkimiyetinde yaşar hale geliyor.

Dünyayı sömürmeyi uzun süre planlayan İngiltere ve Fransa’ya Bolşevik Sovyet Rusya ile faşist İtalya’nın katılmasıyla yeryüzü insanlık adına tarihe bırakılacak çok vahşete şahid oldu. Her biri bir İslam ülkesini sömürdü yeraltı yer üstü zenginliklerini mahvetti, doğal kaynaklar harab oldu. O topraklarda yaşayan mazlum insanlara işkencelerin en acımasızını, katliamların en vahşisini zevkle uyguladılar. İnsanlar köleleştirildi. Menfaatlerine uygun bir şekilde İslam coğrafyasını böldüler, sözde yapay düzenlemelerle bitmek bilmeyen kaos ortamının tohumlarını saçtılar Ortadoğu’ya. Zaman geldi, terk ettiler Ortadoğu’yu, Afrika’yı, balkanları… Giderken kukla yönetimler bırakmayı ihmal etmediler. Kimisi komünizmle idare ederken, kimisi faşizmle idare ettiler. Elbette köklü bir aşırı milliyetçilik fitnesini de ihmal etmeden Müslüman toplumlara empoze ettiler.

Bugün ne çekiyorsak faşizmin, komünizmin ve nasyonalizmin fitnesinden çekiyoruz. Yeniden tevhidin fert fert insana ulaştırılmasıyla, Müslüman toplumlara Müslümanlığını hatırlatıp, tarihin o şanlı dönemlerindeki ashabcasına yaşantıyı tesis etmek lazım. İşte bunun uyanışını dünyanın her tarafında görüyoruz. İki asırdır bileği bükülmeye çalışılan mazlum halklar. Bugün yeniden diriliş ve yeniden direnişin talimini yapmaktadırlar. Ortadoğu’nun ve Afrika’nın sancısı. Bu sancı yeni bir doğuma gebe. Ezilen sömürülen, yanan, yakılan halkların, yaktığı özgürlük meşaleleri her yerden görülüyor. Müstekbirler ve yerli işbirlikçilerini saran korku çemberi bu meşalelerin şavkından kaynaklanmaktadır. Bu şavk kuklaların makyajını dökerken, müstekbirlerin hain emellerinin, sinsi planlarının sona ereceği günlerin yakın olduğunun işaretidir.

Allah -celle celaluhu- Kur’an’da:

“… Mü’minlere kol kanat ger, onları koru.” (Hicr: 15/88)

“… Kim bir kişiyi, daha evvel öldürülen bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarma suçundan ayrı olarak haksızca öldürülürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide: 5/32 ) buyurur.

Ebû Mûsâ el–Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”Hz. Peygamber bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67)

Mü’minler hem ferdi planda, hem de devletler planında maddi ve manevi her yönden birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar ki benzetilen sağlam bina gibi olsunlar. Tek başına fert olarak İslam’ı yaşamak çok zordur. Fertler dışarıdan gelen baskılara karşı koyamazlar. Bu sebeple birlik ve beraberlik içinde olmalı ve İslam cemaat olarak yaşanmalıdır. Numân İbni Beşir radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.)

Tüm ateşli hastalıklar ve şiddetli ağrı ve sancılardan nasıl vücud rahatsız olursa Müslüman toplumlar ve devletler de birbirlerinin rahatsızlıklarından aynen rahatsız olmalı ve o hastalığın tedavisi için gayret etmelidirler.

Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 38, 60; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17.)

Ne kadar can alıcı bir noktadayız. Irzı, namusu çiğnenen mabetleri yakılıp yıkılan, yuvaları dağılan ve memleketlerini terk etmek zorunda bırakılan insanlığa yardım etmek elbette Müslümanın vazifesi olacaktır. Maddi manevi ve devletler bazında dünya Müslümanlarına fiili yardımlar ivedilikle ulaştırılmalı ki, can çekişen insanlık kurtulsun.

Asırlarca insanlığa adalet götüren İslam sistemlerinin uygulandığı devletlerde, örneğin Osmanlının Osmanlı olmasında, İslam itikadının hayatın her safhasında yaşantıya dökülmesi yatmaktadır. Osmanlı adaletle hükmetsin diye engizisyon mahkemelerinden bıkan halklar, Osmanlıyı adaletinden dolayı kurtarıcı olarak görmüşlerdir.

Bunun için manevi olarak yapmamız gerekenin başında dosdoğru olmak, inandığımız dine bağlı olmak hablullaha sarılmak, emir ve nehiyleri konusunda Allah’tan korkup sakınmak, İslam düşmanlarından korkmamak, vatan ve milletine, dinine, ümmetine dolayısıyla insanlığa hizmet şevki içerisinde olmak, öncelikle bulunduğumuz toplumumuza, sonra tüm insanlığa hayırlı olmanın kapısını açacaktır. Bu da gerçek dini öğrenmeyle ve hayata taşımayla olacaktır. Asırlar var ki, emperyalist güçler, ümmet üzerinde sinsi planlarla milim milim uzaklaştırdıkları İslam’dan, tekrar islama rücu ederek ve Kur’an’ın gösterdiği üstün ahlakı yaşayarak bunu başarabilirler.

Evet, başarabiliriz çünkü bu Allah’ın vaadidir .. “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu (güzel olanı) emrederler, münkerden (çirkinden) sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir.” (Hac Suresi, 41)

İnsanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan adaletle hükmetmek Müslüman için önemlidir. Zulme asla ve asla rıza göstermeyip, mazlumun hakkını korumayı ve zalime karşı mazlumun yanında olmayı, zalim ne kadar güçlü de olsa, mazlumdan yana tavır almayı emreden bir inancımız var bizim. Yine asırlar var ki, müstekbirlerin çizdiği sınırlar ve ördüğü duvarlar, yaptığı propagandalar önyargısız düşünmemizi, hadiseleri çok yönlü değerlendirmemizi engelledi. Hoşgörümüzü kaybettik, merhametimiz ve şefkatimiz dumura uğradı. Olayları itidalli değerlendiremez olduk. Yanı başımızdaki ülkelerde olan olaylara, his ve heyecanımıza, taassuplarımıza kapıldığımız için, sağlıklı karar veremez olduk. Her şart ve her durumda doğrudan yana, mazlumdan yana tavır almalıydık oysa. Biz zarar görsek dahi, TARAFIMIZ HAKTAN YANA OLMALIYDI. İşte biz bunu başaramadık.

“Allah insanlar arasında hükmedildiğinde adaletle hükmedilmesini emreder.’’ (Nisa, 48). Kur’an’ın emrettiği adalette etnik köken sorgulanmaz ırka bakılmaz dine dile bakılmaz. Yer ve zamana göre de adalet şekil değiştirmez. Allah, farklı coğrafyada yaşayan, farklı kavim ve kabilelere mensup olan insanlığın, birbiriyle tanışması için yaratmıştır insanlığı. Farklılığımız savaş ve çatışma sebebi olmamalıdır. Adil, mazlumdan yana, hakkın hâkimiyeti için yardan candan, maldan geçecek kısacası bedel ödeyecek kıvama gelinmeli ki, ümmet rahata ersin, eski ihtişamına kavuşsun.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.